Romain Gary – Şafakta Verilmis Sözüm Vardı

Herşey bitti. Big Sur plajı bomboş ve ben, kumun üs-tüne uzanmışım; tam düştüğüm yere. Denizin üzerinde yoğun bir sis var; çevremdeki bütün çizgileri yumuşatıyor. Ufukta tek bir gemi direği görünmüyor. Önümde koca j bir kaya ve üzerinde binlerce kuş… Bir başka kayada da kalabalık bir fok ailesi: Baba fok, ağzında bir balık, pırıl pırıl ve diri, sulara batıp çıkıyor. Deniz kırlangıçları kimi zaman yere öyle yakın uçuyorlar ki, yıllar ötesinde kalan düşlerim canlanır gibi oluyor ve içimde bir kıpırtı başlıyor: biraz, biraz daha yaklaşsalar, yüzüme konsalar, koynuma, kollarıma sığınsalar, çepeçevre kuşatsalar beni… Kırkse-kiz yaşında, hâlâ sıcak şeyler düşleyebiliyorum. Hanidir kumun üzerinde kıpırtısız yatıyorum ve artık çevremde pelikan ve karabataklardan oluşan bir çember var. Derken, dalgalar ayaklarımın dibine bir fok bırakıp çekiliyor. Yüzgeçlerinin üzerinde doğrulmuş, gözleri üzerimde, bir an öylece kalıyor, sonra yeniden Okyanusa dönüyor. Gülümsüyorum ona; biraz bilge, biraz ağır başlı ve biraz hüzünlü, hâlâ orada… Annem, seferberlikte bana veda edebilmek için tam beş saat otomobil yolculuğu yapmıştı. O sırada, Salon-De-Provence’da, Hava Okulu’nda eğitim çavuşuydum. Taksi, yaşlı, külüstür bir Renault’ydu: Bir ara .arabanın önce yüzde elli, sonra da yüzde yirmibeş payı bizimdi. Ama bu, yıllar önceydi; şimdiyse, öbür ortak şoför Ri-naldi, taksinin bütün paylarının sahibi durumundaydı. Ri-naldi, yumuşak başlı, çekingen ve duygulu bir adamdı ve annem onun hoşgörüsünden de yararlanarak, araba üzerinde hâlâ manevi bazı hakları olduğunu düşünürdü.


Ve, işte şoför Rinaldi ryi Nice’de üçyüz kilometre ötedeki Salon-De-Provence’a kadar ve beş para alamadan yola düşüren de, annemin bu ‘manevi haklan’ydı. Ve savaştan yıllar sonra bile, sevgili Rinaldi, elini iyiden iyiye kırlaşmış saçlarına götürerek, biraz kızgın, biraz hayran, ‘ayağının nasıl yerden kesildiğini’ şöyle anlatır: «Taksiye bindi ve çok kısa konuştu: ‘Salon-De-Pro-vence’a çek. Oğluma güle güle diyeceğim!’ Kendimi korumaya çalıştım: Yol, gidiş-geliş on saatten fazla çekerdi… O kötü Fransızcasıyla çabucak sözümü kesti ve beni polis çağırmakla korkutmaya çalıştı. Seferberlikte değil miydik? Öyleyse polise benim kaçmaya çalıştığımı söyler, bu da tutuklanmama yeterdi! Size getirmek için hazırladığı paketlerle -neler yoktu ki içinde; sucuklar, jambonlar, kavanoz kavanoz reçeller- arabama yerleşmiş, durmadan konuşuyordu: Oğlu bir kahramandı, onu bir kez daha öpmek istiyordu ve artık tartışmamalıydım. Sonra biraz ağladı. Sizin yaşlı bayan çocuklar gibi ağlıyordu. Ve ben yıllardır tanıdığım bu kadını, dayak yemiş bir köpek gibi -özür dilerim Bay Romain ama, annenizi siz de tanırsınız- arabanın içinde sessiz sessiz ağlar görünce ,artık hayır diyemedim. Çoluk çocuk yok nasıl olsa, koyver yakasını gitsin, diye düşündüm ve artık önümüzde beşyüz kilometreden fazla yol vardı. ‘Tamam’ dedim, ‘gideriz, ama benzin parası sizden’. Bu bir ilke sorunuydu. Ama, ‘biz yedi yıl önce ortak değil miydik?’ Öyleyse arabanın üzerinde onun da söz hakkı vardı! Önemi yok, siz onun sizi çok sevdiğini, bu yüzden de yaptıklarının Önemli olmadığını söyleyebilirsiniz…» … Onu, kantinin önünde, elinde bastonu, ağzında sigarası arabadan inerken gördüm. Acemi erlerin alaycı bakışları üzerindeydi. Artistik bir tavırla kollarım açtı ve oğlunun – benim- kendisine doğru koşmamı bekledi. Eh, gelenekler böyleydi. Kasketim kaşımın üstünde, omuzlarımı düşürerek ve umursamaz bir tavırla yanma gittim.

Üzerimde havacılara verilenlerden bir deri ceket vardı ve ellerim cebimdey-di. Tam ben ‘katı’yı, ‘gerçekçi’yi ve ‘yiğit’i oynarken, onun bunca erkeğin arasına yaptığı yersiz ziyaret canımı sıkmış, beni kızdırmıştı. Öyle ya, ben bu ‘hava’yı boğuşa boğuşa yapmıştım. Becerebildiğimce alaycı ve soğuk, onu öptüm ve çevredekilerin bakışlarından kurtulmak, onu usta bir çalımla arabanın arkasına çekmek için ileri atıldım. Ama o, beni daha iyi seyredebilmek için, sadece geriye doğru bir adım attı. Bir elini göğsüne koymuş, gözleri gülüyor, yüzü neşeyle parlıyordu. Ha, bir de gürültülü bir biçimde, burnundan soluk alıyordu. O, eskiden de böyleydi; keyifli olduğunu anlamak için, burnundan soluduğunu görmek yeterdi. Herkesin duyabileceği bir sesle ve tepeden tırnağa Rus aksanıyla haykırdı: — Guynemer! Sen, ikinci bir Guynemer olacaksın! Görürsün bak, anneciğin hiç yanılmaz! Kanın beynime sıçradığını hissettim, arkamda kahkahalar üst üste patlıyordu, ama o, bu kez de kahvenin önüne yığılan acemilere dönmüş, bastonunu biraz yıldırıcı, biraz bağışlayıcı bir tavırla sallayarak, ikinci cümlesini patlatmıştı: — Sen bir kahraman olacaksın! General Gabrıele d’Annunzio olacaksın! Hatta Fransa Büyükelçisi! Bu geri ikalılar senin kim olduğunu bilmiyor! Sanıyorum, hiçbir oğul, anasına o anda benim duyduğum kadar büyük bir öfke duymamıştır. Kızgın kızgın mırıldanarak beni Hava Ordusuna rezil ettiğini açıklamaya çalışıyor ve onu arabanın arkasına çekebilmek için yeni bir atılıma hazırlanıyordum ki, yüzü bir anda değişti ve dudakları titremeye başladı. Ve beni her keresinde yenik düşüren, o bağışlamasız sözler ağzından bir kez daha döküldü: — Ne o, yaşlı anan seni utandırıyor mu? Sahte erkeklik, katılık, kendimi uzun zamandan beri boyamaya çalıştığım o gösteriş sırmaları bir anda ayaklarımın dibine döküldü. Fırlayıp bir kolumla boynuna sa-nldım. Boşta kalan öbür kolumla da, daha sonra dünyanın bütün askerlerinin tanıdığını öğrendiğim, o çok bilinen hareketi sarkıttım arkadaşlarıma – hani, kolunuzu dimdik ileriye doğru uzatır, orta parmağınızı başparmağınızla birleştirir de yukardan aşağı sallarsınız ya, işte onu. Gerçi bu İngiltere’de biraz değişik uygulanıyormuş; Latin ülkelerinde tek bir parmak yeterli görülürken, onlar bu işi iki parmak kullanarak yapıyorlarmış; eh, bu bir yapı, bir gelenek sorunu. Artık ne kahkahaları işitiyordum, ne de o alaycı bakışları gözüm görüyordu.

Boynuna sarılmış, onun için kazanacağım savaşları düşlüyordum. Ve bir de, ona adaleti taşımak, özverilerinin karşılığını kesinlikle ödemek ve dünyanın bütün cinlerine karşı eşsiz zaferler kazandıktan sonra geri dönmek için verdiğim sözü düşünüyordum: Daha hayatımın şafağmdayken kendi kendime verdiğim sözü… Ve ben bu cinleri, gücü ve vahşeti tanıyordum. Bunlar bana daha emeklediğim günlerde öğretilmişti. Söylenecek her şey söylendikten ve aradan yirmi yılı aşkın bir süre geçtikten sonra bile, her şey boş, her şey anlamsız görünürken bile, üzerime eğilmiş yılgınlık ve bozgun izleri arayan düşmanı, isterse ordu gibi gelsin, hemen sezebilirim: gözlerimi şöyle bir kaldırmam yeter. İşte, Okyanus kıyısında, Big Sur’de bir kayanın üzerine uzanmışım; ara sıra, bu uçsuz bucaksızlığın karşısında gülünç denecek kadar küçük fıskiyeleriyle balinalar geçiyor ve engin denizin yalnızlığını bir tek fokların çığlıkları delebiliyor. Ama her şey bugün de geçerli… Annem, bana ilk kez onların varlığından söz ettiğinde çocuktum. Ve benim için daha Karbeyaz, Çizmeli Kedi, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler yoktu. Hepsi gelip çevreme dizildiler, bir daha da beni bırakmadılar. Annem bana sıkı sıkı sarılır, her birini tek tek gösterir, adlarını fısıldardı. Pek bir şey anlamazdım ama, birgün, annemi korumak için onlara karşı koymam gerekeceğini sezer gibi olurdum. Yıllar geçtikçe yüzlerini artık açık seçik görür olmuştum. Bize her vuruşlarında onlara kafa tutmak için dayanılmaz bir istek uyanıyordu içimde. Bugün, bunca yaşadıktan sonra ve artık gücümün sonuna geldiğimi anladığımda bile, onları eskisi kadar kolay görebiliyorum; Big Sur’üıı alacakaranlığına rağmen. Okyanus horrıurda-nadursun, seslerini duyabiliyorum, adları dudaklarımın ucuna geliyor. Yaşlı gözlerim, sekiz yaşımın delici bakışlarına kavuşuyor: Onlara karşı direnebilmeliyim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir