Romain Gary – YıldızYiyiciler

Uçuş hoş bir biçimde, kazasız belasız sona erdi. Dr. Horwat hayatında ilk kez Amerikan olmayan bir hattın uçağını deniyordu ve gördükleri yardımın son derece az olmasına karşın, bu insanların her şeyi son derece hızlı öğrendiklerini kabul etmek zorunda kaldı. Miami’den yola çıkarken, insanın bir Boe-ing’in kumandasından çok, bir Aztek piramidinin tepesine yakıştıracağı pilotu gördüğü zaman, belli bir kaygı duymuştu gerçi ama sarsıntısız inişler, öğle yemeğindeki hamburger ler ve Ic-mon pieİar, son derece düzgün bir İngilizceyle yolculara kimi zaman bir volkanın, kimi zaman bir kentin adını bildiren, çoğunlukla da onlara bilgi veren uçuş ekibinin kibarlığı içini çabucak rahatlattı. Zapotzlan Yarımadasındaki bir askeri bölgede beklenmedik bir mola oldu ve omuzlan güreşçilerinki gibi olan tuhaf görünüşlü, ufak tefek, bodur bir kadın, üzerinde Amerikan Hava Kuvvetlerinden kopya edilmiş bir üniformayı taşıyan subayın saygı dolu yardımlarıyla uçağa bindi. Kadın kırmızı-yeşil dibalara, rengârenk kurdelelere bürünmüş bir Kızılderili putuna benziyor, sanki bir folklor gösterisinden fırlamış gibi duruyordu; kafasında da, Dr. Horvvat’ın turistik broşürlerde görüp hayran kaldığı o gri melon şapkalardan vardı. Özenle örülmüş kömür karası saçlarının arasındaki pişirilmiş toprak rengi yüzü, sersemliği andıran tam bir ifadesizlik içinde donup kalmıştı. Elinde son derece zarif bir deri çanta tutuyor, bir yandan da ağzındaki bir tutam tütünü çiğneyip duruyordu. Hostes saygı dolu bir mırıltıyla sefiora nın General Almayo’nun annesi olduğunu ve oğlunu görmek için her yıl başkente gittiğini anlattı. Rahip havayolu şirketinin Almayo’nun mülkiyetinde olduğunu biliyordu, bu beklenmedik duraklamayı iyi niyet içinde hoşgörüyle karşıladı. Yanında mavi ipekten zarif bir takım elbise giymiş, dolgun omuzlara ve zeytuni bir tene sahip, durmadan altın dişlerini göstere göstere gülümseyen genç bir adam oturuyordu. İngilizceyi çat pat geveleyebiliyordu; rahip de onun üzerinde üç kelimelik İspanyolcasını denedi. Anlaşılan genç adam bir sanatçı, iş için başkente doğru gitmekte olan bir Küba vatandaşıydı. Dr.


Horwat genç adamın yeteneklerini sanatın hangi soylu alanında icra ettiğini anlamak üzere kendini zorladığında, komşusu rahatsız olmuş gözükerek, tuhaf şey, Superman’\ andıran İngilizce bir sözcük telaffuz etti. Bir adım olsun ileriye gitmiş olmamasına karşın misyoner onaylayıcı bir baş hareketi ve dostça bir gülümsemeyle yetindi, genç adam da buna derhal, tombul dudaklarının arasından taşan gerçek bir altın patlamasıyla yanıt verdi. Vaizin ülkeyi ilk ziyaret edişiydi bu. Ülkeye, oralarda lider maximo olarak adlandırılan Başkan’ın kişisel konuğu olarak gidiyordu. Dr. Horwat, henüz otuz iki yaşında olmasına karşın Kilise’nin önde gelenlerinden biriydi, Tanrı’mn düşmanlarına karşı çarpışan yılmaz ve esinli bir savaşçı olarak ünü, Birleşik Devletler sınırlarını çoktan aşmıştı. Yaygın ününü, kalabalıklar üzerindeki etkisini, dinlerini değiştirmelerini sağladığı insanları hep imanının gücüne, ama ayrıca bir de, bunu biliyor ve bundan hiç utanmıyordu, bir cür kişisel manyetizmaya ve kürsüde görülmeye alışılmış olanın epey dışında, hiç istememesine karşın ona ‘sarı melek’ lakabını kazandıran dış görünüşüne borçluydu. Bazen \ovmen yönüne, temaşa anlayışına ve kesintisiz dramatik etki arayışı dedikleri şeye eleştiriler yöneltilirdi. Kimi zaman, İblis’e karşı yürüttüğü savaşı simgelemek üzere bir boks ringinin ortasında vaaz verdiği olurdu. Bu eleştirilere pek kafa yormazdı. İnsanların hayal güçlerini sarsmak bütün kiliseler tarafından meşru bir yol olarak kabul edilmişti. Papa VI. Paul’ün ‘barış havarisi’ olarak Birleşik Devletler’e yaptığı ani ziyaret de bunun göstergesiydi. Meydanı Katoliklere bırakmak için hiçbir haklı neden göremiyordu. İki Vsz Ali American’z seçilmiş eski bir üniversite rugby şampiyonu olarak, verdiği Protestan içerikli mücadeleye, eskiden onu Birleşik Devletler’in en saldırgan hücum oyuncularından biri haline getirmiş olan aynı yenme azmini ve aynı sertliği katıyordu.

Her toplantının sonunda titreyerek, projektör ışıklarının ondan ayırdığı salonun karanlıklarının üzerine kanat gibi gerilmiş kollarını açarak ayağa kalkarken, alkışları izleyen sessizliğin içinde kadınlar ve erkekler kalabalığın içinden sıyrılır, gelip çevresinde diz çöker ve yemin ayinine katılırlardı. Özveri ve benliklerinin tüm varlığıyla Tanrı gerçekliğine hizmet etmeye yemin ederlerdi. Kötülüğe karşı yürüttüğü bitmek bilmez savaşta, kendisinin de bir lider maxi?no olup çıktığını söyleyebilirdi. Dr. Horwat, gazetelerde büyük sinema yıldızlarından daha çok boy gösteriyordu. Rakibin ve uşaklarının tepkilerinden haberdar olmak için dikkatle okuduğu yorum yazılarında acı olaylar, zehir zemberek sözler ve kin eksik olmuyordu. Protestan rahip, hakaretlere hiç aldırmıyordu. Tanrı’nın kendisi bile sövgülerden payını alıyordu. Önemli olan tek şey, sonuçtu. Tüm bunlarla beraber, bir ay kadar önce, New York Polo Grounds’da vaaz verirken, gerçek bir zafer ânı yaşamıştı. Katılım, Patterson-Cassius Clay maçındakinden bile daha fazlaydı, gelir ise, Grounds tarihinde kaydedilmiş en yüksek gelirdi. Dr. Hor-wat ülkenin en fazla hasılat yapan yıldızı olma yolundaydı. Dr. Horwat, Kilisesi’ne, vergiden muaf tutulmak üzere yılda yaklaşık bir milyon dolar kazandırıyordu.

Paranın tümü hayır işlerine aktarılıyordu. Kendisi de olağan rahip maaşının dışında bir şey almıyordu. İki yıldan beri büyük bir reklam ajansı, adının insanlara yedikleri ekmek kadar tanıdık gelmesi için uğraşıyordu. Gerçekliğin kendisi de temel bir gereksinimin ürünü değil miydi; yayılmasını güvenceye almak için modern yöntemleri kullanmakta duraksanmalı mıydı? Kuşkusuz, ruhların fethini pazarların fethiyle karşılaştırmak söz konusu olamazdı ama, rekabetin acımasız olduğu bir dünyada, Tanrı’nın kalabalıkların yönlendirilmesinde usta geçinen uzmanların öğütlerinden kendini mahrum etmesi aptalca olurdu. O’nu rakiplerinin karşısında, bir başka çağın gelenekleri ve önyargılarıyla eli kolu bağlı bir durumda bırakmak söz konusu bile olamazdı. Gerçeklik, uyum sağlamanın reddedilmesi ya da başarılamaması nedeniyle sürünmeye, yıkılmaya doğru giden aile şirketlerinin yazgısına mahkûm edilmemeliydi. Televizyon stüdyolarında saçları yapılıp yüzü boyanırken, Katolik kiliseye mensup olmadığına yerindiği oluyordu. Koyu mavi takımı, ağırbaşlı kravatı onu, kentli kıyafetleriyle ezberden Shakespeare okuyan aktörlere benzetiyordu. Roma Kilise-si’nin tasarladığı elbiselerin olanca görkemiyle ekranda boy gösteren Chicagolu Piskopos Shean’i kıskanıyordu. Renkli televizyon çıkalı beri, Katoliklerin etkisi iyice belirgin hale gelmişti. Renkli televizyonu sevmiyordu; siyah-beyaz daha dramatikti, İyilik ve Kötülük arasındaki savaşa daha uygundu. Etkilerini önceden tasarlamakta, karşıtlarının edepsizce ‘numara’ diye adlandırdığı şeyin sunumuna özen göstermekte hiç sakınca görmüyordu. Halkı Rakip’in onlara sunduğu şiddet ve cinsellikle zehirlenmiş programlardan koparmak için kendi payına her yolu denemeliydi. İki yıldan beri başarısı artmaktan başka bir şey yapmıyordu; üstelik en güçlü ticari kuruluşlar, haftalık ‘Tanrı’nın Saati’ne para sağlamak için birbirlerine giriyordu. O da minnetini, yanında karısı ve yedi çocuğuyla ateşli dualar ederek dile getiriyordu.

Farklı programların izlenme payını gösteren Nielssen bülteni her hafta eline geçiyordu. Zirvenin hemen yakınındaydı, kendisi sayesinde Tanrt’nın Beverly Hillbillies’m, Dokunulmazlar’m ve Chrysler Comedy Show’\ın hemen ardından anketlerdeki ilk beş yerden birini işgal ettiğini düşündükçe, hafif bir gurur ürpertisi duymaktan kendini alamıyordu. İzlenme payında en ufacık bir düşüş olduğunda, insanların yüreklerini ve onlara dokunmanın yolunu Madison Ave-nue’deki bütün uzmanlardan daha iyi Bilen’le arasındaki kişisel ilişkiyi yeniden kurmak için saatlerce tapınağın yalnızlığına gömülüyordu. Arkasından ‘zevksiz’, ‘ruhani Don Juan’, ‘stereo sesli, renkli film makinesi’ denmesi Dr. Horwat’a vız geliyordu; bu uğultuların içinde o, karanlıklar üzerindeki hâkimiyetini güvenceye almak için insanların dikkatlerini dağıtmaya çalışan amansız Rakip’in düş kırıklığına uğramış sesini duyuyordu. Çünkü İblis, rahip için yalnızca bir konuşma tarzı, bir üslup çalımı değil, yaşayan bir gerçeklikti: Kötülük yalnızca ‘bir şey’ değil, her şeyden önce ‘birisi’, daima tetikte bekleyen, hiçbir zaman hazırlıksız yakalanmayan, her an hareket halinde olan dinamik bir güçtü. Dr. Horwat onu insanların tüm işlerine burnunu sokan, Küba ya da Vietnam olaylarını açıktan açığa yönetebilecek, Ku Klux Klan kukuletasının arkasına gizlenebilecek ve Üçüncü Dünya’da Amerikan karşıtı propaganda yayabilecek bir örgütçü olarak değerlendiriyordu. Kelimenin tam anlamıyla bir manager’dı ve Peder Horwat kendisinin de: Tan-rı’nın çıkarlarının bir tür manager’ı olmasında yüz kızartıcı ya da alçakça bir taraf göremiyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir