Alphonse Daudet – Sapho

“Bana baksanıza biraz… Gözlerinizin rengi hoşuma gitti… Adınız ne sizin?” “Jean.” “Yalnız Jean mı?” “Jean G Sonra ne zamandır Paris’te bulunduğunu, hazırlandığı sınavın çok güç olup olmadığını, çok insan tanıyıp tanımadığını, Quartier Latin’inden böylesine uzak olan Roma sokağına, Déchelette’in şenliğine nasıl geldiğini bilmek istiyordu. Kendisini getiren üniversitelinin adını söyleyince (La Gournerie… yazarın bir akrabası… onu tanırdı kuşkusuz) kadının yüzü değişti, karardı birdenbire; ama o gözlerin hiçbir şey görmeden parladığı yaştaydı, bunun ayrımına varmadı. La Gournerie akrabasının da burada olacağını, kendisini onunla tanıştıracağını söylemişti. “Öyle severim ki şiirlerini… çok sevineceğim onu tanıdığıma…” Kadın onun saflığına acıyarak gülümsedi, eliyle bir bambunun hafif yapraklarını aralayıp da ona büyük adamını gösterebilir miyim diye baloya bakarken, omuzları çok güzel toplanıyordu. Bu sırada şenlik bir peri oyunu gibi kıvılcımlar saçıp dalgalanmaktaydı. Atölye, daha doğrusu salon –çünkü burada pek çalışılmazdı–, yapının yüksekliğince genişleyip onu bir tek odaya dönüştürüyor, yazlık, hafif ve aydınlık duvar kaplamalarının, ince hasır ya da tül perdelerin, lake paravanların, renk renk cam işlerinin, yüksek bir Rönesans şöminesinin ocağını süsleyen sarı gül topluluğunun üzerine, kimi oymalı demirden, bir cami kapısı gibi sivri kemerle bölünmüş, kimi çiçek, kara leylek, yılan biçiminde yelpaze gibi açılmış, sayısız Çin, Acem, Mağrip, Japon fenerlerinin tuhaf ve değişik ışıklarını döküyordu, sonra birden, hızlı ve mavimsi elektrik ışıkları fışkırıyor, baloda hışırdayan, kontrbasların uçlarıyla sert düzenli bir orkestra şefi değneğinin aşağısında kalan birinci katın galerilerine giden geniş parmaklıklı Hollanda merdiveninin üzerinde kat kat dizilen yüzleri ve çıplak omuzları, bütün bu kumaş, tüy, pul, şerit evrenini, bu olağanüstü evreni soğuk bir ay ışığıyla örtüyordu. Delikanlı bunu oturduğu yerden, dekora karışan, onu çerçeveleyen bir göz aldanmasıyla, bir prenses giysisinin gümüş kuyruğu üzerine dansın gidiş gelişince türüzotu çelenkleri atan, Pompadour çağından kalmış bir çoban kızı yüzünü bir drakena yaprağıyla çelenklendiren bir ağ ardından görüyordu; şimdi, Mısırlı kadından, eğlenceli bir çeşitlilik ve özenç gösteren kılıklar altında gizlenmiş, hepsi de anlı şanlı adları öğrendikçe, gösteriyi çok daha ilginç buluyordu. Kısacık kamçısını tüfek gibi omzuna asmış olan bu köpek çobanı Jadin’di; az ötede şu lime lime köy papazı kaftanı yaşlı Isabey’i gizliyordu, tokalı kunduralarındaki iskambil takımıyla azıcık büyümüştü. Corot baba bir sakat asker kasketinin geniş siperliği altında gülümsüyordu. Thomas Couture’ü buldog, Jundt’ü gardiyan, Cham’ı adakuşu kılığında görüyordu. Hepsini de gençlerin giydiği tarihsel ve ağırbaşlı birkaç giysi, sorguçlu bir Murat, bir Prens Eugène, bir Birinci Charles, iki sanatçı kuşağı arasındaki farkı çok güzel belirtiyordu; sonuncular ciddi, soğuktu, para sorunlarının oyduğu özel kırışıklıklarla yaşlanmış borsa adamlarının başlarına benziyordu başları; ötekiler çok daha haylaz, körpe, patırtıcı, dizginleri koparmış kişilerdi. Heykeltıraş Caoudal, elli beş yaşına ve Enstitü nişanına karşın, çok eski bir süvari kılığına girmişti, kolları çıplak, pazuları şişkindi, uzun bacaklarını bir süvari çantası yerine bir ressam paleti dövmekteydi; keyfe dalmış müezzin kılığına girip sarığını yana kaydırmış, bir yandan göbek atıp bir yandan da tiz bir sesle “La ilahe illallah!” diye bağıran müzikçi de Potter’in karşısında Grande Chaumière zamanından kalma bir yalnız biniciyi tartaklıyordu. Dans edenleri durduran geniş bir halka çevreliyordu bu ünlü kişileri; ilk sırada ev sahibi Déchelette, uzun bir Acem fesinin altında, küçük gözlerini, kalmuk burnunu, kır sakalını kırıştırıyordu, başkalarının neşesiyle mutluydu, hiç mi hiç göstermiyordu, ama çılgınca eğlenmekteydi. Mühendis Déchelette, on, on iki yıl öncesinin sanatçı Paris’inin kişilerinden biri, çok iyi, çok da zengin bir adamdı, sanatı, özgürlüğü çok severdi, yolculuk yaşamı ve bekârlığın etkisiyle yaygın düşünceleri küçümserdi, o sıralarda Tauris’le Tahran arasında bir demiryolu işi almıştı; her yıl, on aylık bir yorgunluktan, çadırlarda geçmiş gecelerden, kumlar, bataklıklar arasında hummalı at koşturmalardan sonra Roma sokağına, kendi taslaklarına göre yapılmış, yazlık bir saray biçiminde döşenmiş olan bu konağa, zorlu sıcakları geçirmeye gelir, burada kafalı adamları ve güzel kadınları başına toplar, uygarlığın hoş ve tatlı yanlarının özünü birkaç haftada içine sindirmek isterdi.


“Déchelette geldi.” Konağın camlı cephesindeki tok bezden perdenin bir tiyatro perdesi gibi kalktığı görülür görülmez, tüm atölyelerde bu haber dolaşırdı. Şenliğin başlamak üzere olduğunu gösterirdi bu, bu yazlığa gitme ve yüzme mevsiminde, Avrupa mahallesinin sessiz uyuşukluğu üzerinde çalgılar, şölenler, danslar, bol bol yiyip içmelerle dolu bir yaşam başlayacağını ve iki ay süreceğini gösterirdi. Evinin içinde gece gündüz gümbürdeyen cümbüşte Déchelette’in kişisel olarak hiçbir işlevi yoktu. Bu yorulmak bilmez eğlence düşkünü, soğuk bir taşkınlık, afyonlu gibi belirsiz, güleç, ama şaşmaz bir duruluk, şaşmaz bir durgunlukta bir bakış katardı eğlenceye. Çok sadık bir dosttu, saymadan verirdi, kadınlara karşı Doğulu erkeklerin anlayış ve nezaketten oluşan hoşgörüsünü beslerdi; büyük servetine, çevresindeki şenliklerin çekiciliğine kapılıp buraya gelen kadınlardan hiçbiri yatağında bir geceden fazla kalmış olmakla övünemezdi. “Ne olursa olsun, iyi adamdır…” diye ekledi Mısırlı kadın, Gaussin’e bu bilgileri o veriyordu. Sonra birden sözünü kesti: “İşte sizin ozanınız…” dedi. “Nerede?” “Önünüzde… köylü damat kılığında…” Delikanlı üzgün üzgün, “Ya!” dedi. Onun ozanı! Bu terli, bu ışıldayan adam, iki uçlu takma yakasının, çiçekli Jeannot yeleğinin içinde, hantal sevimlilik gösterileri yapan şişman adam… Aşk Kitabı’nın, yüreğinde hafif, ateşli bir çarpıntı duymadan okuyamadığı kitabın o zorlu, umutsuz aşk çığlıkları geliyordu Gaussin’in aklına; elinde olmadan, yüksek sesle söylenmeye başladı: Damarlarımın tüm kanını verdim, ey Sapho, Bedeninin mağrur mermerini canlandırmak için. Kadın yabanıl takısını şıkırdatarak döndü birden: “Nedir o söylediğiniz?” La Gournerie’nin dizeleriydi bunlar; Gaussin onun bu dizeleri bilmemesine şaşıyordu. Kadın kararlı bir sesle: “Ben şiir sevmem…” dedi; ayakta duruyordu, kaşlarını çatmış, dansı izliyor, önünde sarkan güzel leylak salkımlarını sinirli sinirli buruşturuyordu. Sonra kendisine çok zor gelen bir kararın gerektirdiği çabayla “İyi geceler…” deyip gözden silindi.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. link açılmıyor