Tuna Kiremitçi – Bu İşte Bir Yalnızlık Var

“Hani ıssız bir yoldan geçerken Hani bir korku duyar da insan Hani bir şarkı söyler içinden, İşte öyle bir şey.” Çiğdem Talu, 1976 Babamın anısına… Ayşe odanın ortasında duruyordu. Üstünde, Orhan’ın ona üç yıl Önceki doğum gününde aldığı komik bahçıvan tulumu vardı. Kısacık kesilmiş kumral saçları uykudan yeni kalkmış gibi, diken dikendi. Geleli henüz birkaç dakika olmuştu, ama gözleri ağlamaktan kızarmıştı bile. Bir türlü yerine oturmayan vidayı sıkmayı bıraktım, derin bir nefes aldım. “Hayrola güzelim, ne oldu yine?” “Olmuyor…” dedi, “Adamla konuşulmuyor, iki kelime etmeden sapıttı yine. Tabağı fırlattı kırdı. Ben de çarptım kapıyı çıktım, iyi yapmış mıyım?” “Çok iyi yapmışsın” dedim, “Ocakta çay var. Otur biraz dinlen.” Kocası bir yıldır işsizdi. Müdür odasına çağırmadan önce, özel bir kursta matematik dersi veriyordu. Herhalde söylemem lazım; Ayşe ile Orhan hayatıma yıllar önce, karımın en yakın arkadaşları olarak girmişlerdi. Sonra boşanırken hâkim kızımı Nazlı’ya verdi, onlar da bana kaldı. Karımın o zamanki tavırlarını fazla katı bulduklarını, Nazlı’nın da onları benim tarafımı tutmakla suçladığını tahmin ediyordum.


Zaten boşanmamızdan sonra ikimizle birden görüşmeye devam etmeleri de biraz tuhaf kaçacaktı, Sonuçta beni seçmişlerdi. Ben olsam beni seçer miydim, bilmiyorum. “Senin işlerden ne haber?” diye seslendim. Artık odada değildi. Mutfak dolabında bardak arıyordu. “Fena değil” dedi. Sesi biraz daha normal çıkmıştı bu sefer. “Bu evde temiz bardak yok mu? Kadın ne zaman geliyor?” “Zam istedi. Ben de artık gelme dedim.” “Aferin. Ölürsün artık pislikten.” Manyetikler çıktıkları yere geri oturmamakta direniyordu. Biraz daha zorlarsam gitara zarar vereceğimden korkuyordum. “Anlatsana…” dedim, sesimi duyabilsin diye yükseltip. “Nasıl gidiyor lokanta?” “Eh işte…” “Dolu oluyor musunuz yine öğleleri?” “Oluyoruz.

” “Yemeklerinizi beğeniyorlar mı?” “Galiba.” “İyi o zaman…” Küçük adımlarla geldi, ahşap alet çantasını yere indirip çay bardağım üstüne koydu. Burnunu çekerek gülümsedi. “Ya… Bir de para kazansak tam olacak.” “O da olur…” dedim, “Orhan da birazdan damlar bence.” “Geleceği varsa göreceği de var.” Gitarı kaderine terk edip ayağa kalktım. “Gidip ona da bardak yıkayayım.” “Boş ver. Bok içsin.” Mutfağa girince kendime kızdım. Ortalık çok kirliydi gerçekten. Ayşe düşünmeye fırsat bulamasın diye içeri seslendim. “İyi tarafı ne biliyor musun?” “Neyin?” “İkinizin… Hâlâ kavga edebiliyorsunuz.” “Evet…” dedi sinirli sinirli.

“Yatıp kalkıp şükrediyorum.” Bulaşık süngerini kaldırdım, altından bir hamamböceği çıktı. Böceklere hiç dayanamam. Etrafıma bakındım. Beynine indirecek bir şey aradım. O sırada Ayşe kapıda belirdi. “Siz kavga etmiyor muydunuz?” “Hayır bir tanem. Biz soğuk savaş dönemindeydik.” “Neye bakıyorsun öyle?” Yanıma geldi, süngerin altında sakin sakin duran böceği gördü. “Evet” dedi, “Çok iyi etmişsin kadını gönderip.” “Halledeceğim yarın. Şuna bir şey yapsana.” “Vur kafasına.” “iyi fikir. Ne vurayım istersin?” incecik bir kahkaha attı.

Sırtıma bir yumruk indirdi. “Ay Memet valla moral bozukluğuna birebirsin!” “Ay o zaman buzdolabının üstünden gazete ver bana.” Uzattığı gazeteyi askerde tüfeğimi kurarken duyduğuma benzeyen bir heyecanla kıvırdım. Arkadaki ayağım üzerinde yaylanarak kaldırdım kolumu. Tam indirecektim, omzumu tuttu. “Şuna bak Memet, ne yapıyor?” ikimiz birden musluğa eğildik. Hayvan, deliğin kenarındaki bir damladan su içiyordu. Dünyadaki bütün canlıların su içişleri birbirine benziyor herhalde, ilk defa normal bir şey yapan bir böcek görüyordum. “Boş ver” dedi Ayşe, “Günah…” Bulaşık süngerini çöpe attım. Musluğun öbür ucundan aldığım bardağı sıcak suyla yıkadım. Suyun gürültüsünden korkup kaçtı böcek efendi. Teybe Ayşe’nin sevdiği kasetlerimden birini koydum. Üç Hürel, “Bir Sevmek Bin Defa Ölmek Demekmiş”İ söylüyordu. Duvara yaslı beyaz Washburn’e uzandı. Sap ayan yapılacağı için tellerini çıkarmıştım.

Gitarı eline aldı, teypteki müziğin ritmine uyarak çalar gibi yaptı. “Bu iyi bir gitar mı şimdi?” “Eh işte. İdare eder.” “Kimin peki?” “Borsacı bir çocuğun. Karısı doğum gününde hediye almış.” “Ne karılar var… Hastalığı ne?” “Sapının ayarlanması lazım.” “Sonra da çalacak öyle mi? Borsada konser mi verecek?” “Bilemem. Evinde tıngırdatır herhalde.” “Arkadaşın mı?” “Müşterim.” Sigarasını yaktı, camı açtım. Kasım gecesinin serinliği içeri girdi. Son günlerde çok yağmur yağıyordu. Bahçedeki toprağın kokusu güzeldi bu yüzden. “Eee?” dedim, “Niye kazanamıyorsunuz?” “Aptalız. Aldığımıza satıyoruz.

Yani tam da lokanta açacak zamanmış.” “Peki Orhan’ın kafasını bozan ne?” “Bildiğin şeyler. Zaten kaç tane konumuz var?” “Ona biraz daha zaman ver.” “Bilemiyorum… içmekten beyni sünger gibi oldu.” “Geçici bir şey… Hem böyle çok kişi var.” “Koruma arkadaşını.” “Olur” dedim, elimde olmadan gülümseyip. “Korumam.” Rahat hissetsin diye işime döndüm. Gitar yola gelmiyordu. Başka alet olsa biraz daha abanabilirdim, ama Nihat Abi’nin gitarıydı. Güzellikle halletmem lazımdı. Ayşe sırtı bana, yüzü pencereye dönük oturuyordu. Başımı çevirdiğimde, yüzünün camdaki yansımasını görebiliyordum. Yıldız tornavidam ortalarda yoktu.

“Bana bir şey çalsana” dedi. Hiç halim yoktu. “Çalıyor ya zaten” dedim. “Öyle değil. Sen çal.” “Nerden çıktı şimdi?” “Hem sen niye müzik yapmıyorsun ki artık?” “Bilmem… Korkuyorum herhalde.” “Şimdi önüne gelen müzisyen oluyor. Siz ne güzel çalardınız.” Tornavidayı bulmuştum işte. Yedek tel poşetlerinden birine girmişti. “Müzisyen olmanın en kolay tarafı müzik yapmak” dedim, vidayı dikkatle çevirerek. “Geri kalanı zor.” “Çalacak yer bulmak falan mı?” “Hadi onu da bulduk diyelim. Kimlerle çalacaksın? Hayatta iki kişinin anlaşması bile bu kadar zorken müzik grubuyla nasıl uğraşacaksın?” “Nasıl uğraşıyordun peki?” “Bilmem. Artık ihtiyarladım galiba.

” “Yani şimdi bana çalmayacak mısın?” “Hayır.” “Hatırım için?” “Hayır. Git hadi ikimize çay koy. Böceğe de sor bakalım keyfi yerinde miymiş. Bir emri arzusu var mıymış.” “Ha ha ha.” “Asıl sana ha ha ha. Ocağı da kıs gelirken.” Nihat Abi’nin gitarı, Nihat Abi’ye benziyordu, inatçıydı. Huysuzdu. Bir şeye gönlü yoksa hayatta ikna edemezdiniz. Aletin canı da akşam akşam tamirciyle falan uğraşmak istemiyordu belli ki. Birden Nihat Abi’yi özlediğimi hissettim. Hastaneye uğramayalı günler olmuştu. Ayşe mutfaktan döndü, elindeki iki bardaktan birini uzattı.

“Afiyet olsun ihtiyar” dedi. Gitarı duvara yasladım. Uzakta, yeşilliğin bittiği yerde yükselen blokların üzerinde bir şimşek çaktı. Gök gürültüsü o kadar güçlüydü ki oturduğumuz yerde şöyle bir sarstı bizi. “Gidip bir baksak mı?” dedim. “Uyumuştur” dedi, “Daha ben gelirken bir ufağı devirmişti.” “Matematik öğretmenleri nasıl iş arar?” “Herkes nasıl arıyorsa öyle. Devlet okulunda çalışmak istemiyor. Özel okul falan için de tanıdığın olacak.” “Yok mu?” “Bilmem. Aslında problem bizimkinde. Kurstaki müdür zaten ondan pek hazzetmiyordu. Sonra veliler de şikâyet etmiş.” “Niye?” “Sınıfta ha bire şiir okuyor diye.” “Okunmaz mı?” “Güzelim, karşında kapağı üniversiteye atmak isteyen yirmi tane çocuk var.

Garibanların derdi senden sınavda iki soru daha çözmelerini sağlayacak tüyoları koparmak. Burada ne işi var şiirin?” “Vardır bir bildiği…” “Varmış hakikaten. Görüyoruz.” “Özel ders verse?” “Öğrenciyi nereden bulacak?” “Bilmem… Ben nereden buluyorum?” “O başka. Sen meşhursun.” Yağmur çiseleme faslını atlayarak, bardaktan boşanır gibi indi. Gürleyen gök, teybimizdeki müziği bastırıyordu. Ayşe gözlerini iri iri açmış, orada birazdan beliriverecek doğaüstü bir şeyi bekler gibi, bahçenin üzerindeki karanlığa bakıyordu. “Ne biçim yağmur bu? Hiç romantik değil” dedi. “Çamaşırları toplamam lazım” dedim. İçini çekti. “İyi. Gideyim artık. Şimdi evin her tarafı sızdırmaya başlar.” Ayağa kalktık.

Kaseti ödünç verir miyim diye sordu. “Al senin olsun” dedim. Bugüne kadar dinlediğim Üç Hüreller beni ölene kadar idare ederdi. Çamaşırları astığım yere gitmek için binanın etrafında bir tur atmam lazımdı. Botlarımı ve yağmurluğumu giydim. Ayşelerin katına evin dışındaki dar merdivenden çıkılıyordu. Ona da şemsiyemi verdim. Merdivenin önüne gelince bir şey söyleyecek oldu, sonra vazgeçip gülümsedi. Yağmur altında böyle gülümsemek ona yakışıyordu. El salladım, sonra sırtımı dönüp çamaşırlarıma koştum. 2 Linda ve ailesi, Boğaz’ın karşı kıyısında yüksek duvarlarla çevrili bir yalıda oturuyordu. Dışarıdan bakınca yalının güzelliği pek anlaşılmıyordu. Oysa kapı ile bina arasında, ağaçlar içinde bir bahçe vardı. Rüzgârın ıslak yapraklarla tembel tembel oynadığı, insana kendini iyi hissettiren bir bahçeydi. Her an bir köşeden bahçıvan kıyafetiyle Sami Hazinses çıkabilirdi sanki.

Bahçenin arka tarafında küçük bir havuz, havuzun yanında da genişçe bir kameriye görünüyordu. “Linda yeni uyandı” dedi annesi. Ben yaşlarda, bakımlı bir kadındı. Saçları uzun ve gece gibi karanlıktı kadının. Fiziğine hâlâ güvendiğini gösteren bir kot ve uçuşan bir gömlek giymişti: “Şimdi iner aşağı. Sıcak bir şey?” Burada olmayı seviyordum. Elimde gitarım, geniş salonda Linda’yı beklerken kendimi eski zamanlardaki piyano hocalarına benzetiyordum. Ayrıca iyi para veriyorlardı. O zenginliğe rağmen fena insanlar sayılmazlardı. Hayatta onlardan çok fazla tanımamış olduğum için herhalde, zenginlerden korkardım ben. “Linda bize kasetinizi dinletti” dedi Riella Hanım, çay fincanımı kendi elleriyle doldururken. “Halbuki iyi bir evlada benziyor” dedim. “Yapmayın…” dedi, bilmiş bilmiş gülümseyerek. “Babasıyla biz çok beğendik. Çok güzel şarkılarınız var.

” “Aslına bakarsanız bırakalı çok zaman oldu.” “Bence yeniden başlayın.” “Bilemiyorum.” “Başlamalısınız. Hem belki bir gün bize konser de verirsiniz.” Sıkılmaya başlamıştım. En sevimli gülümseyişimi takındım hemen. “Belki bir gün…” dedim, “Niye olmasın?” Linda on dört yaşındaydı. Doğuştan kördü çocuk. Kendi icadımız olan bir çalışma tarzımız vardı. Birlikte beste yapıyorduk. Önce o bir satır uyduruyordu, sonra ben. Kuralımız, her satırın bir öncekini tamamlamasıydı. Bazen ortaya nakaratıyla falan gerçekten besteye benzer bir şey çıkıyordu. Eğer Linda’nın hoşuna gitmişse, küçük teybi çalıştırıp kasete kaydediyorduk.

Güzel, hüzünlü bir sesi vardı. Üstelik beni meşhur biri zannediyordu. Kendi çapımızda aşk yaşıyorduk. “Biraz da sana bağlı, üzülüp üzülmemem…” Bir zamanlar Nazlı için yazmaya başlayıp sonra yarım bıraktığım bir şarkıydı bu. Aslında basit bir melodinin sonsuza kadar tekrarlanmasından oluşuyordu. Üstelik eski bir şarkıyı hatırlatıyordu galiba. Ben ilk satın söyledikten sonra Linda’nın yüzüne o her zamanki ciddi ifade geldi. Hep boşluğa bakan gözleri dışında, güzel bir yüzü vardı. Küçük parmaklarıyla sıradaki notayı basabilmek için gitarına eğildiğinde yere doğru akan uzun, siyah saçlarını seviyordum. “Sevinip sevinmemem…”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Bro bu adam iyi ya!