Joe Haldeman – Bitmeyen Savaş

Bu Bitmeyen Savaş’ın son versiyonudur. İki versiyon daha var ve yayıncım Avon Books burada her şeyi açıklamama izin verme nezaketini gösterdi. Elinizdeki kitabın ilk yazıldığı halidir. Ama geçmişi oldukça karmaşıktır. Bitmeyen Savaş’ın sonraları Hugo ve Nebula Ödüllerini, ve başka ülkelerde “En İyi Roman” ödüllerini kazanması ironiktir, çünkü yetmişlerin başında bu kitabı satmak kolay değildi. St. Martin’s Press denemeyi göze almadan önce on sekiz yayınevi tarafından reddedilmişti. Genel tepki “Çok iyi bir kitap”, şeklindeydi, “ama kimse Vietnam hakkında bir bilimkurgu romanı okumak istemez”. Yirmibeş yıl sonra ise, genç okurların çoğu Bitmeyen Savaş ile o zamanlar içinde bulunduğumuz sonsuz gibi görüneni arasındaki paralellikleri anlamıyorlar bile ve bunun bir sakıncası yok. Kitap Vietnam hakkında, çünkü yazarı o savaştaydı. Ama genel olarak savaş hakkında, askerler ve onlara ihtiyacımız olduğunu düşündüren sebepler hakkında. Tüm o yayıncılar gözden geçirirken kitap aynı zamanda Analog dergisinde dizi halinde parça parça yayınlanıyordu. Editör Ben Nova çok yardımcı olmuştu, sadece baskıya hazırlamakta değil, bu şeyin var olmasını sağlamakta da! Dergide önemli bir yer verdi. St. Martin’s Press’in dikkatini çekmesini sağlayan da onun imzasıydı.


O zamanlar yetişkinler için bilim kurgu basmamalarına rağmen ciltli baskı olarak bir denemeye karar verdiler. Ama Ben orta bölümdeki Asla Geri Dönemezsin adlı bir hikayeye karşı çıktı. Yazı olarak beğendiğini, ama Analog’un okurları için fazla kötümser olduğunu söyledi. Ben de ona daha olumlu bir öykü yazıp “Asla Geri Dönemezsin”i çekmeceye kaldırdım. Daha sonra Ted White tarafından Amazing Dergisinde Bitmeyen Savaş’ın sonu olarak yayınlandı. Aradan uzun zaman geçmesine rağmen, kitap kabul edildiğinde ortadaki orijinal bölümü neden geri koymadığımı hala bilmiyorum. Belki kendi zevkime güvenmiyordum, belki de sadece hayatı zorlaştırmak istemedim. Ama o ilk kitap, Hollywood’da dedikleri gibi “yetişkinlere uygun konuşma ve durumlara yer veren versiyondur. O versiyonun karton kapaklı baskıları on altı yıl kadar basıldılar. ( Kapakta, beyaz fonda uzay giysili ve eli kılıçlı bir adam vardı ve her yerde sembolik saatler vardı.) Daha sonra 1991’de Avon Books rakiplerinden fazla fiyat vererek kitabı yayınlama hakkını kazandı. Editörler orijinal versiyonumu kullanmama izin verdiler. Ne yazık ki tüm değişiklikler yapılmadı ve ilk versiyondan kalan bazı şeyler yüzünden kitabın kendi içinde bazı çelişkiler var. (Bunun kapağındaysa komik bir şapka giymiş Robin Williams’a benzeyen gelecek zamana ait bir asker var. ) Bu son versiyonda ise her şey düzeltildi, kapak resmi de o kadar komik değil.

Kitaptaki tarihler biraz komik; insanlar 1996’da yıldızlararası bir savaşa girmediğimizin farkındalar. Subayların ve Astsubayların Vietnam’da savaşmış olmaları için bu tarihi özellikle seçmiştim, bu yüzden açık anakronizmlere rağmen olduğu gibi bırakmaya karar verdik. Paralel bir evren olduğunu farz edin. Ama belki de gerçek olan bu ve biz rüya görüyoruz. “Bu gece size birini sessizce öldürmenin sekiz yolunu göstereceğiz.” Bunu söyleyen adam benden beş yaş bile büyük göstermeyen bir çavuştu. Yani sessizce olsun olmasın, bir çatışmada birini öldürmüşse bile bunu çocukken yapmıştı. İnsan öldürmenin seksen yolunu biliyordum, ama çoğu fazlasıyla gürültülüydü. Sandalyemde doğruldum ve ilgi gösteren kibar bir hal takınarak gözlerim açık uykuya daldım. Hemen hemen herkes de öyle yaptı. Bu tıkınma sonrası derslerine hiçbir zaman önemli bir şey koymadıklarını öğrenmiştik. Projektör beni uyandırdı ve “sekiz sessiz yol”u gösteren filmi izlemeye başladım. Filmdekilerin bazılarının beyinleri silinmiş olmalıydı, çünkü gerçekten öldürülüyorlardı. Filmden sonra ön sıradan bir kız elini kaldırdı. Çavuş işaret etti ve ayağa kalktı, rahat durumundaydı.

Fena değildi, ama boynu ve omuzları biraz basık gibiydi. Birkaç ay boyunca ağır bir sırt çantası taşıyan herkes böyle olur. “Efendim” (mezun olana kadar çavuşlara “efendim” diye hitap etmek zorundaydık) “bu yöntemlerin çoğu, sanki biraz… aptalca görünüyorlardı.” “Örneğin?” “Örneğin birini kürek ya da benzeri bir aletle böbreklerine vurarak öldürmek. Yani, ne zaman yanınızda silah ya da bıçak değil de, sadece bir kürek ya da benzeri bir alet olur ki? Hem neden doğruca kafasına indirmeyelim?” “Miğferi olabilir,” diye mantıklı bir açıklama yaptı. “Üstelik Tauranların böbrekleri bile olmayabilir!” Çavuş omuzlarını silkti. “Herhalde yoktur.” Yıl 1997’ydi ve kimse bir Tauran görmemişti; hatta kurutulmuş bir kromozomdan daha büyük bir Tauran parçası bile bulamamışlardı. “Ama vücut kimyaları bizimkine benziyor ve onları aynı şekilde karmaşık yaratıklar olarak kabul etmek zorundayız. Mutlaka zayıflıkları, yaralanabilecekleri noktaları olmalı. Siz de bu yerleri bulmak zorundasınız. “Önemli olan bu.” Parmağıyla ekranı gösterdi. “O sekiz suçlu sizin iyiliğiniz için gebertildiler, çünkü Tauranları nasıl öldüreceğinizi bulmak, ve elinizde ister megavatlık bir lazer, ister tırnak törpüsü olsun, bunu becermek zorundasınız.” Kız yerine oturdu, pek ikna olmuşa benzemiyordu.

“Başka sorusu olan?” Kimse el kaldırmadı. “Pekâlâ. Hazırol!” Ayağa kalktık, bize bir şeyler bekliyormuş gibi bakıyordu. Koro halinde, her zamanki bıkkın “Hastir efendim,” çıktı. “Daha yüksek sesle!” “HASTIR EFENDİM!” Bu, ordunun sıradan moral kaynaklarından biriydi. “Bu daha iyiydi. Unutmayın, yarın şafaktan önce manevralar var. 03:30’da tıkınma, 04:00’te de birlik toplanacak. 03:40’dan sonra uyuklayan, bir şerit kaybeder. Dağılın.” Tulumumun fermuarını çektim ve bir fincan soya ve bir esrarlı sigara için karların içinden dinlenme salonuna gittim. Beş ya da altı saat uykuyla idare etmeye alışıktım; bu ordudan uzakta, tek başıma olabildiğim tek zamandı. Birkaç dakika haber fakslarına göz attım. Aldebaran bölgesi açıklarında bir gemi daha haklanmış. Bu dört yıl önceydi.

Bir misilleme filosu oluşturuyorlarmış, ama oraya varmaları bir dört yıl daha alır. O zamana kadar Tauranlar tüm liman gezegenleri iyice hallederler. Kışlada herkes sızmış ve ana ışıklar kapatılmıştı. Aydaki iki haftalık çalışmadan döndüğümüzden beri millet dökülüyordu. Elbiselerimi dolaba tıktım, listeye baktım ve 31-d yatakta olduğumu gördüm. Kahretsin, tam ısıtıcının altında. Yanımdakini uyandırmamak için perdeyi elimden geldiğince sessizce aralayıp içeri süzüldüm. Kim olduğunu göremiyordum, ama umurumda da değildi. Yorganın altına girdim. Bir ses “Geciktin Mandella,” diyerek esnedi. Rogers’dı. “Uyandırdığım için üzgünüm,” diye fısıldadım. “Takma kafana.” Kız döndü ve bana sarıldı. Sıcak ve yumuşacıktı.

Kalçasına elimden geldiğince kardeşçe bir şaplak attım. “İyi geceler, Rogers.” “İyi geceler, Aygır.” Jestime daha anlamlı bir karşılık verdi. Neden hazır olduğunuzda yanınızdaki hep yorgun olur da yorgun olduğunuzda azgın birinin yanına düşersiniz? Kaçınılmaz olana boyun eğdim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir