Philip K. Dick – Mars’ta Zaman Kayması

Yıl 2045 ve Marsta, su sıkıntısı yüzünden, bir bira, bir scotch’dan daha pahalı… insanoğlu tükenmek bilmez girişimcilik hırsını, efendisi olmaya soyunduğu yeni gezegene de taşıyor. Mars’ın ilkel yerlileri olan Çöladamları, Dünya’dan göçen ve gezegenlerinde hızlı bir kolonileşme organizasyonu yürüten yeni yaşam alanı ortaklarını, Lafargue’ı okumuşçasına, fazla hareketli buluyor, ‘Dünyalı’, iktidar ve para uğruna her yolu denemeye yine hazır: Marstaki gücünü arttırmak isteyen Arnie Kott. usta bir tamirci ve eski bir şizofren olan Jack Bohlen’ı, geleceği görme yetisi olan otistik Manfred Steiner’le iletişim kurabilecek bir sistem yaratması için kiralıyor. Sonrası, iç içe giren, karmaşıklaşan zaman, sanrılar, karabasanlar, kaos ve şizofren zihinle dış dünya gerçekliğinin çatışması… philip k(indred) dick (1928, chicago -1982, santa ana, California) Kendini bir PKD romanı kahramanı olarak tanımlayan PKD, çocukluğunda takip ettiği bilim kurgu dergilerinde Heinlein ve Van Voght ile tanışıp onlardan etkilendi. Gençliğinde uzun süre radyo ve müzik ortamlarında çalıştı; 1950’den başlayarak roman ve öyküler yazdı. Açık alan korkusu (agorafobi), okul yaşamının ve yolculuklarının zor geçmesine neden oldu. PKD’nin yaşamının pek durağan olduğu söylenemezdi. Philip’in ikiz kız kardeşi Jane, daha çok küçükken ölmüştü. 1948’de talihsiz evlilikler zinciri Kleo ile başlamıştı; iki yıl sonra dul ve alımlı komşusuna takılınca Kleo’dan boşanıp Anne ile evlendi. Bir süre sonra Anne’nin eski kocasını öldürdüğü ve kendisini de aynı sonun beklediği paranoyasına kapıldı. Bu çılgınlığa son vermek amacıyla 1962’de tek başına bir kulübeye taşındı. Orada yaşadığı yıllarda – iki üç yıl – on bir roman yazdı. Daha sonraki yıllar, ilaçlar ve depresyonlarla geçti. Arada dördüncü kansı Nancy de onu terk etmişti. 1973 yılına kadar kısır geçen dönemde birkaç başarısız intihar girişiminde bulundu.


Sonrasında yeniden evlendi ve yazma yetisini geri kazandı. İlaç kullandığı yıllarından beslenen Karanlığı Taramak bu sıralarda yayınlandı. Yapıtlarında, duyulanınızın gerçekliğini kuşkuyla karşılamamıza yol açan, iç içe geçmiş öznel evrenler kurdu. Tüm yapıtlarında ‘Gerçek nedir?’ sorusuyla uğraştı. Ona göre, içinde yaşadığı sistem, insana doğruluğ yayına hazırlayanın arkadaşı’nın notu ; 80’lerin sonları ya da 90’ların başlarıydı . Sahafın birinden iki ‘Okat bilim kurgusu’ almıştım ya da yanımdaki kadın almıştı. Hiçbir şeyi kesin olarak anımsayamıyorum. Neyse, “çok fazla neyse…” Kitapları okudum, en azından karıştırdım. Şu anda onları düşündüğümde içlerinden birinde “su cadısı” diye bir şey geçtiğini anımsıyorum, sadece o kadar. Aradan zaman geçti ve yayınevimiz Mars’ta Zaman Kayması’nı yayınlama aşamasına geldi. Kitabı yayına hazırlayan b.ş.’nin ağzından çıkan ‘su cadısı’ tanımlaması geçmişin bir bölümünü anımsattı bana. Sohbetin uzaması aynı kitapların k.’da da olduğunu ortaya çıkardı.

Her ikimiz de evlerimizde aramalar yaptık, ama sonuç tuhaf bir şekilde aynıydı. Hakkında hiçbir şey anımsamadığım Yaratılan Dünya hâlâ, kütüphanelerimizin raflarında duruyordu, ama Uzayda Suikast ikimizde de yoktu. Dahası ikimiz de kitaplara ne olduğunu anımsamıyorduk ve ikimizin de birleştiği nokta, o kitabın m.z.k.’nın basitleştirilmiş bir ‘türkiye versiyonu’ olduğuydu. Ne var ki şimdilik bunu kendimize ve b.ş.’ye kanıtlayamıyoruz. Bu da böyle bir anı. Umarım, bunu kendisine kanıtlayabilecek birileri vardır. su cadısına tükürmeyi unutmayın… tessa ve christopher’a, güneşime ve oğluma, birlikte yaşamımı aydınlatıp dünyayı benim için görünür bir şey kılanlara 1 bir Silvia Bohlen, phenobarbital 2 uyuklamasının derinliklerinden birinin kendisini çağırdığını duydu. İçine gömüldüğü katmanlar tiz sesin etkisiyle parçalandı ve Silvia kendine geldi. “Anne,” diye oğlu bir kez daha evin dışından seslendi. Doğrularak yatağının yanındaki bardaktan bir yudum su içti.

Çıplak ayaklarıyla yere basarak güçlükle ayağa kalktı. Saat dokuz buçuğu gösteriyordu. Sabahlığını buldu ve pencereye doğru yürüdü. Bunlardan daha fazla almamalıyım, diye düşündü. Şizofreni sürecine yenik düşmek ve dünyanın geri kalanına katılmak daha iyi. Pencerenin gölgeliğini kaldırdı; güneş ışığı kırmızımtırak toz parçalarıyla gözlerini kamaştırdı. Elini kaldırarak “Ne var, David?” diye seslendi. “Hendek binicisi burada, anne!” O halde bugün çarşamba olmalıydı. Başını sallayarak döndü ve yatak odasından, Dünya yapımı, iyi ve sağlam bir kahve demliğinin bulunduğu mutfağa doğru sallanarak yürüdü. Ne yapmam gerekiyor, diye sordu kendine. Onun için her şey hazır. David nasıl olsa görecek. Lavabodaki suyla yüzünü yıkadı. Tatsız ve kirli su kadını öksürttü. Su tankını süzmeliyiz, diye düşündü.

Ovalayarak temizlemek, klor akışını ayarlamak ve filtrelerin kaçının takılı olduğuna bakmak zorundayız, belki de hepsi takılıdır Hendek binicisi bunu yapamaz mıydı? Hayır, bu Birleşmiş Milletlerin ışı değildi. “Bana ihtiyacın var mı?” diye seslendi, arka kapıyı açarak Soğuk rüzgâr düne düne suratına doğru çarptı ve yerden kalkan kumlar öksürmesine neden oldu. Kafasını başka yöne çevirerek David’in cevabını duymaya çalıştı. Çocuk, hayır demek için eğitilmişti. “Sanırım hayır,” diye homurdandı çocuk. Daha sonra, mutfak masasında üzerinde sabahlığı, önünde bir tost tabağı ve elma püresiyle oturup kahvesini içerken, altı düz küçük teknesiyle önceden belirlenmiş resmi kanal rotasını kullanarak gelmekte olan hendek binicisinin yolunu gözledi. 1994 Ağustosu’nun ikinci haftasıydı. On bir gün beklemişlerdi ve şimdi, kuzey Mars’dan bir mil uzaklıkta olan evlerinin yanından geçen büyük hendekten sularını alabileceklerdi. Hendek binicisi, teknesini bent kapağına bağladı. Kanal kapısını açmak için kullandığı aletlerini ve kayıt tutmak için taşıdığı dosyasını yüklenip, karaya atladı. Kurumuş çamurun kahverengileştirdiği botlar ve çamura bulanmış gri bir üniforma giyiyordu. Alman mıydı? Değildi, adam kafasını çevirdiğinde Silvia, yüzünün düz ve Slav tipinde olduğunu, kepinin siperliğinde kırmızı bir yıldız bulunduğunu gördü. Demek bu sefer sıra Ruslar’daydı; ve kadın sırayı şaşırmış, unutmuştu. Besbelli, BM yönetimiyle düzenlenen dönüş sırasını şaşıran tek kişi o değildi. Yandaki evin verandasında hendek binicisinin gelmesi için hazırlanan Steiner ailesi göründü.

Altısı birden: Baba, kısa boylu ve tıknaz anne, sarışın, yuvarlak ve gürültücü dört Steiner kızı. Binicinin kapatmakta olduğu, Steiner’ların suyuydu. “Bitte, mein Herr,” 3 diye söze başlayan Norbert Steiner, kırmızı yıldızı gördüğünde sustu. Silvia, kendi kendine gülümsedi. Çok kötü diye düşündü. David, arka kapıyı açıp içeri koşturdu. “Ne olduğunu biliyor musun, anne; dün gece Steiner’lerin deposu sızdırmış ve gece yarısı sularının neredeyse yarısı boşalmış. Bu yüzden bahçeleri için yeterli suları kalmamış ve Bay Steiner’ın söylediğine göre bahçe ölecekmiş,”dedi aceleyle. Silvia, tostunun son lokmasını ağzına atarken kafasını salladı. Bir sigara yaktı. “Bu korkunç, değil mi, anne?” “Ve Steinerler biniciden suyu biraz daha fazla akıtmasını istediler,”dedi kadın. “Bahçelerinin ölmesine izin veremeyiz. Pancarlarımızla yaşadığımız sorunu hatırlıyor musun? Bay Steiner, bize böcekleri öldüren kimyasallar vermişti. Onlara bizim pancarlarımızdan biraz verecektik ama hiç vermedik; unuttuk.” Bu doğruydu.

Şimdi, hatırlayınca suçluluk duydu. Onlara söz verdik . Hiçbir zaman bir şey istemediler ama unutmamış olmalıydılar. David her zaman o bahçede oynardı. “Lütfen dışarı çık ve biniciyle konuş,” diye yalvardı, David. “Sanırım ayın sonlarına doğru suyumuzun bir bölümünü onlara verebiliriz. Bahçelerine bir hortum uzatabiliriz. Ama sızıntı konusunda onlara inanmıyorum – her zaman paylarına düşenden daha fazlasını isterler.” “Biliyorum,” dedi çocuk, başını öne eğerek. “Daha fazlasını kullanamazlar, David. Kimse kullanamaz.” “Yalnızca, eşyalarına bakmayı bilmiyorlar. Bay Steiner aletler hakkında hiçbir şey bilmiyor.” “O zaman, bu onların sorumluluğu.” Sinirli olduğunu fark etti ve bu, tam olarak uyanamadığında olurdu.

Bir Dexamye’ye ihtiyacı vardı, yoksa gece olmadan, bir sonraki phenobarbital vakti gelmeden gözlerini açamayacaktı. Banyodaki ilaç dolabına giderek, içinde yeşil, kalp şeklinde haplar olan şişeyi çıkarıp açtı ve saymaya başladı; yalnızca yirmi uç tane kalmıştı, en kısa zamanda eczaneye giderek şişeyi yemden doldurmak için büyük traktör-otobüse binip çölü geçerek şehre inmesi gerekiyordu Başının üzerinden gürültülü, yankılanan bir çağıltı sesi geldi. Çatıdaki bulunan, tenekeden yapılmış kocaman su depoları dolmaya başlamıştı. Hendek binicisi bent kapağını kapatmış, Steinerler’ın yalvarışları boşa gitmişti. Kendini daha da suçlu hissederek, sabah hapını almak için bir bardağa su doldurdu. Keşke Jack evde daha fazla kalsaydı, diye düşündü, burası çok boş. Bu kadar küçük düşürülmemiz bir barbarlık biçimi. Her su damlası için çıkan bütün bu kavga ve gerilim, bu korkunç kaygı nedir? Daha büyük bir nedeni olmalı … Başlangıçta birçok şey için söz verilmişti bize. Yakındaki bir evde, aniden, radyoda yüksek sesli bir dans müziği çalmaya başladı; ardından spiker, bir tür tarım makinesinin reklam anonsunu girdi. sabanın açtığı izin derinliği ve açısı,” diye ses sabahın serinliğinde yankılandı, “sahibi ne kadar tecrübesiz olursa olsun daha ilk denemede kolaylıkla ayarlanabilir.” Yeniden dans müziği çalmaya başladı; insanlar istasyonu değiştirdi. Çocukların ağız dalaşı arttı. Bütün gün böyle mi olacak, diye sordu kendine ve dayanıp dayanamayacağını merak etti. Jack hafta sonuna kadar uzakta, çalışıyor olacaktı. Bu hiç evlenmemiş olmak gibi bir şeydi, sanki bir erkeği yokmuş gibi.

Dünya’dan buraya bunun için mi göç ettim? Radyoların ve çocukların gürültüsünü duymamak için elleriyle kulaklarını kapadı. Sonunda, önünde uzanan gün için giyinmeye başladığında, yeniden yatağıma dönmeliyim, ait olduğum yere, diye düşündü. Patronunun şehir merkezinde bulunan Bunchwood Parkı’ndaki ofisinde Jack Bohlen, New York City’deki babasıyla radyo-telefon görüşmesi yapıyordu. Uzayda, milyonlarca mil arasında uydu sistemi aracılığıyla kurulan bu iletişim, her zamanki gibi kötüydü ama faturayı Leo Bohlen ödüyordu. “Franklin D. Roosevelt Dağları’yla 4 ne demek istiyorsun?” dedi Jack bağırarak. “Yanılıyor olmalısın, baba. Orada hiçbir şey yok, tamamıyla bir atık alanı. Gayri menkul işindeki herhangi biri sana aynı şeyi söyleyebilir.” Babasının zayıf sesi duyuldu. “Hayır, Jack; bunlar yalnızca söylenti olduğuna inanıyorum. Oraya gelip bir göz atmak ve bunun ardından seninle durumu tartışmak istiyorum. Silvia ve oğlun nasıl?” “İyi,” dedi Jack. “Ama dinle – sakın söz verme çünkü faaliyetteki kanal ağının – hatırlatırım ki yalnızca onda biri çalışıyor – yakınında olmayan bütün Mars gayri menkullerinin düpedüz dolandırıcılık işi olduğu bilinen bir gerçek.” Babasının, özellikle işlenmemiş topraklara yatırım konusunda onca yıllık iş deneyimiyle, nasıl böylesine yanlış bir öneriyi ciddiye aldığını anlamıyordu.

Bu onu korkuttu. Belki de babası onu görmediği yıllar içinde çok yaşlanmıştı. Mektuplar çok az şey anlatır ve babası onları şirketinin stenograflarından birine dikte ettirirdi. Veya belki de Dünya’da zaman Mars’dakinden değişik akıyordu; bir psikoloji dergisinde bunu savunan bir makale okumuştu. Babası, sendeleyen, ak saçlı, eski bir harabe gibi gelebilirdi Bu ziyaretten kaçmanın bir yolu var mıydı? David büyükbabasını gördüğüne çok sevinecekti ve Silvia da onu severdi. Uzak ve zayıf bir ses Jack Bohlen’in kulağına hiç ilgilenmediği New York City haberlerini anlatıyordu. Bu Jack’e gerçek dışı geliyordu. On yıl önce Dünya’daki toplumundan kopmak için müthiş bir çaba harcamış ve başarılı olmuştu; artık, o toplumla ilgili hiçbir şey duymak istemiyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir