Philip Pullman – Karanlık Cevher #2 – Keskin Bıçak

Kedi ve Gürgen Ağacı Will annesinin elini çekiştirip, “Hadi gel, hadi…” dedi. Ama annesi geride durdu. Hâlâ korkuyordu. Will, akşam ışığında dar sokağın bir altına, bir üstüne, evlerden oluşan taraçaya baktı; evlerin her biri minik birer bahçe ve dikdörtgen bir çitle çevrilmişti ve pencerelerinin bir yanı güneşli, öbür yanın gölgeliydi. Fazla vakit yoktu. İnsanlar şu sırada yemeklerini yiyordu herhalde, çok geçmeden de etrafta başka çocuklar olacaktı; bakan, fikir belirten ve fark eden çocuklar. Beklemek tehlikeliydi, ama elinden gelen tek şey onu ikna etmekti, her zamanki gibi. “Anne, hadi içeri girip Mrs. Cooper’ı görelim,” dedi. “Bak, geldik sayılır.” Annesi, “Mrs. Cooper mı?” dedi kuşkuyla. Ama Will zili çalıyordu bile. Bunu yapmak için çantayı yere koyması gerekmişti, çünkü öteki eliyle hâlâ annesinin elini tutuyordu. On iki yaşında, annesinin elini tutarken görülmek onu rahatsız edebilirdi, ne var ki tutmazsa neler olabileceğini biliyordu.


Kapı açıldı, piyano öğretmeni, tıpkı hatırladığı gibi lavanta suyu kokusu saçan, kambur ve yaşlı bedeniyle orada duruyordu. “Kim o? Sen misin William?” dedi yaşlı hanım. “Bir yıl var ki seni görmedim. Ne istiyorsun, canım?” “İçeri girmek ve annemi getirmek istiyorum, lütfen,” dedi, kararlı bir şekilde. Mrs. Cooper dağınık saçlı ve şaşkın, yarım gülüşlü kadına ve gözlerinde yabani, mutsuz bir parıltı olan, dudakları sıkı sıkıya kapalı, çenesi öne fırlamış oğlana baktı. Sonra, Will’in annesi Mrs Parry’nin bir gözünü boyayıp ötekini boyamadığını gördü. Ve bunu fark etmemişti. Will de fark etmemişti. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. “Eh, peki…” dedi, dar holünde yer açmak için yana çekildi. Will kapıyı kapatmadan önce yolun altına ve üstüne baktı. Mrs. Cooper da Mrs. Parry’nin oğlunun elini nasıl sıkı sıkı tuttuğunu, oğlunun ise öne düşerek annesini piyanonun olduğu oturma odasına (tabii ama bildiği tek oda orasıydı) nasıl şefkatle götürdüğünü gördü.

Mrs. Parry’nin giysilerinin hafifçe küflenmiş gibi koktuğunu da fark etti; sanki kurumadan önce çamaşır makinesinde fazlaca uzun süre kalmışlar gibi. Akşam güneşi tam yüzlerine, geniş elmacık kemiklerine, kocaman gözlerine, düz ve siyah kaşlarına vurmuş olarak kanepede otururlarken, birbirlerine ne kadar benzediklerini de fark etti. “Ne oldu, William?” diye sordu yaşlı hanım. “Mesele nedir?” “Annemin birkaç gün bir yerde kalması gerekiyor. Şu sırada ona evde bakmak zor. Hasta demek istemiyorum. Sadece biraz kafası karışık ve sersemlemiş, onun için de biraz kaygılanıyor. Ona bakmak zor olmaz. Sadece birisinin iyi davranmasına ihtiyacı var, sanırım siz de bunu kolaylıkla yapabilirsiniz.” Kadın, anlamıyormuş gibi bir ifadeyle oğluna bakıyordu, Mrs. Cooper kadının yanağında bir çürük gördü. Will gözlerini Mrs. Cooper’dan ayırmamıştı, umutsuz bir ifadesi vardı. “Pahalıya patlamaz” diye devam etti.

“Ben birkaç paket yiyecek getirdim, sanırım yeterli. Siz de yiyebilirsiniz Paylaşmaya itirazı olmaz.” “Ama… bilmiyorum ki ben… Doktora gitmesi gerekmez mi?” “Hayır! Hasta değil.” “Ama mutlaka biri olmalı… Yani, komşunuz yok mu, ya da aileden biri -” “Ailemiz yok. Sadece ikimiz. Komşuların da işi başından aşkın.” “Peki ya sosyal hizmetler? Seni başımdan atmaya çalışmıyorum, canım, ama -” “Hayır! Hayır. Sadece biraz yardıma ihtiyacı var. Kısa bir süre için bunu ben yapamıyorum, ama uzun sürmez. Benim… Yapmam gereken işler var. Ama hemen dönerim ve onu gene eve götürürüm, söz veriyorum. Uzun süre ilgilenmeniz gerekmez.” Anne oğluna öyle bir güvenle bakıyordu, o da dönüp annesine öyle bir sevgiyle, öylesine güven vererek baktı ki, Mrs. Cooper hayır diyemedi. “Eh,” dedi, Mrs.

Parry’ye dönerek. “Bir-iki gün sorun olmaz sanırım. Kızımın odasında kalabilirsin, canım. O Avustralya’da. Artık odasına ihtiyacı olmayacak.” “Teşekkür ederim,” dedi Will ve sanki aceleyle gitmesi gerekiyormuş gibi ayağa kalktı. “İyi ama sen nerede olacaksın?” diye sordu Mrs. Cooper. “Bir arkadaşta kalacağım. Mümkün olduğu kadar sık telefon ederim. Bende numaranız var. Aksilik çıkmaz.” Annesi şaşkınlık içinde ona bakıyordu. Will eğilerek onu beceriksizce öptü. “Üzülme,” dedi.

“Mrs. Cooper sana benden daha iyi bakar, ciddi söylüyorum. Ben de yarın telefon ederim.” Birbirlerine sıkı sıkı sarıldılar, sonra Will onu yeniden öptü, boynundaki kollarını şefkatle çözüp ön kapıya gitti. Mrs. Cooper, gözleri parladığı için onun da üzüldüğünü görüyordu ama Will döndü, terbiye kurallarını hatırlayıp elini uzattı. “Hoşça kalın,” dedi “ve çok teşekkür ederim.” “William,” dedi yaşlı kadın, “Keşke bana meselenin ne olduğunu anlat -” “Çok karmaşık, ama başınıza hiçbir dert açmaz, ciddi söylüyorum.” Kadın bunu demek istememişti, ikisi de biliyordu; ama her nasılsa bu işi, iş her neyse artık, Will idare ediyor gibiydi. Yaşlı hanım asla bu kadar kararlı bir çocuk görmediğini düşündü. Oğlan döndü, şimdiden boş evi düşünmeye başlamıştı. Will ile annesinin oturduğu aralık, birbirinin eşi bir düzüne evin bulunduğu, içlerinde en döküntüsü kendi evleri olan modern bir sitedeki bir yol kavisydi. Ön bahçe, bir öbek yabani ottan ibaretti; annesi yılın başlarında birtakım çalılar dikmişti ama susuzluktan kuruyup ölmüşlerdi. Will köşeyi dönerken kedisi Moxie halen yaşayan ortancanın altındaki en sevdiği yerde doğruldu, hafif bir miyavlamayla onu selamlayıp başını bacağına sürtmeden önce gerindi. Will, dişi kedisini kucağına alıp, “Geri döndüler mi, Moxie?” diye fısıldadı.

“Gördün mü onları?” Ev sessizdi. Yolun karşı tarafındaki adam son akşam ışıklarında arabasını yıkıyordu, ama Will’i fark etmedi, Will de ona bakmadı. İnsanlar ne kadar az fark ederse o kadar iyi. Moxie’yi göğsüne bastırarak, kapının kilidini açıp sessizce içeri girdi. Sonra da, kediyi yere bırakmadan önce, büyük bir dikkatle dinledi. Duyacak bir şey yoktu; ev boştu. Moxie için bir teneke mama açtı, yemeğini yesin diye onu mutfakta bıraktı. Adamlar ne kadar sonra gelirdi acaba? Bunu bilmenin yolu olmadığına göre, elini çabuk tutsa iyi ederdi. Üst kata çıkıp aramaya koyuldu. Yıpranmış yeşil deri bir sumen arıyordu. Herhangi bir sıradan, modern evde bile bu boyutta bir şeyi saklamak için şaşılacak kadar çok sayıda yer vardır; bir şeyin bulunması zor olsun diye gizli duvar panolarına ya da koskocaman mahzenlere ihtiyacınız yoktur. Will, onun iç çamaşırlarını sakladığı çekmecelere de göz atmaktan utansa bile, önce annesinin yatak odasını aradı. Sonra da üst kattaki odaların hepsini, hatta kendi odasını da sistematik bir şekilde gözden geçirdi. Moxie onun ne yaptığına bakmaya geldi, eşlik etmek için yakınlarda bir yere oturup temizlendi. Ama Will sumeni bulamadı.

Artık hava da kararmış, karnı acıkmıştı. Kendine domates soslu, pastırmalı fasulye tostu yaptı, mutfak masasında oturup aşağı kattaki odaları ne tür bir düzen ile arayabileceğini düşündü. Yemeğini bitirirken, telefon çaldı. Olduğu yerde hiç kıpırdamadan durdu, kalbi çarpıyordu. Saydı: yirmi altı kere çalıp durmuştu. Tabağını lavaboya bıraktı, yeniden aramaya koyuldu. Dört saat sonra yeşil deri sumeni hâlâ bulamamıştı. Saat bir buçuktu, bitkin düşmüştü. Bütün giysileri üstünde olduğu halde yatağına uzandı ve ânında uyuyakaldı; rüyaları gergin ve kalabalıktı, annesinin mutsuz ve ürkmüş yüzü hep tam erişemeyeceği bir noktada duruyordu. Ve sanki uyur uyumaz gözünü açtı (oysa yaklaşık üç saattir uyuyordu) ve aynı anda iki şeyi bilerek uyandı. Birincisi, sumenin nerede olduğunu biliyordu. İkincisi, adamların aşağı katta, mutfak kapısını açtıklarını. Moxie’yi kaldırıp ayak altından çekti. Ve onun uykulu protestosunu yavaşça bastırdı. Sonra bacaklarını yatağın yanından uzattı, aşağıdan gelen her tıkırtıyı duymak için her bir sinirini gererek, ayakkabılarını giydi.

Çok hafif seslerdi bunlar: kaldırılıp sonra yine yerine konan bir iskemle, kısacık bir fısıltı, bir yer tahtasının gıcırtısı. Adamlardan daha sessizce hareket ederek yatak odasından çıktı, parmaklarının ucuna basarak merdivenlerin üstündeki yedek odaya gitti. Zifiri karanlık değildi, şafak öncesi hayaletimsi gri ışıkta, eski pedallı dikiş makinesini görebiliyordu. Daha birkaç saat önce bu odayı tepeden tırnağa aramıştı ama dikiş makinesinin yanındaki, bütün modellerle makaraların saklandığı bölmeyi unutmuştu. Usulca eliyle arandı, bir yandan da kulak kabartıyordu. Adamlar aşağıda hareket ediyordu ve Will kapının kenarında, bir el feneri olabilecek solgun bir ışığın titrediğini görebiliyordu. Sonra bölmenin mandalını buldu ve tıkırdatarak açtı; deri sumen oradaydı, orada olacağını biliyordu zaten. Peki, şimdi ne yapacaktı? Loşlukta, kalbi küt küt atarken bütün dikkatiyle dinleyerek, çömeldi durdu. İki adam aşağı kattaki holdeydi. Birinin yavaşça, “Hadi ama” dediğini duydu. “Sütçünün yolun aşağısından geldiğini duyuyorum.” “Burada değil ki,” dedi Öteki ses. “Yukarı kata bakmamız gerek.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir