Ray Bradbury – Gümüş Çekirgeler

Ocak 1999 : ROKET YAZI KAPALI kapıları, sürgülü pencereleri, buz tutmuş camları, saçaklardan sarkan buz sarkıtları, kızak kayan çocukları ve kaim kürkleri içinde, iri ve hantal birer ayı görünümüyle caddelerde dolaşan kadınları ile alışılmış bir Ohio kışı… Ve ardından, küçük kasabayı bir baştan bir başa saratı uzun bir sıcak dalgası, kabaran bir sıcak hava denizi. Sanki adamın biri fırının kapağını açık bırakmış gibi… Bu garip sıcak hava ortalığı kasıp kavurdu. Buzlar çözüldü. Kapılar ardına kadar açıldı, pencere kepenkleri kaldırıldı. Çocuklar kalın yün giysilerini çıkarıp attılar. Kadınlar ayılarını inlerine sokup, kılık değiştirdiler. Çözülen karların altından yeşil çim örtüsü belirdi. Roket yazı… Açık havada dolaşan, ya da havalandırılan evlerin önünde söyleşen insanlar arasında aynı sözcük dolaştı. Roket yazı… Sıcak çöl havasının esmesiyle donmuş camlardaki sanatsal görünümler ağır ağır silindi. Kayaklar ve kızaklar işe yaramaz oldu. Soğuk gökyüzünden yere süzülen kar taneleri, yere düşmeden. ılık yağmur damlalarına dönüştü. Roket yazı… Yağmur damlalarından kaçışan insanlar sundurma altlarına sığındılar ve kızaran göğü seyre koyuldular. Fırlatılan roketin alevlerinden pembe bulutlar püskürdü ve yüksek bir ısı yayıldı. Soğuk kış sabahında ateşlenen roket, güçlü egzosundan çıkan kavurucu buharlarla ortalığı yaz gününe çevirdi.


Şubat 1999 : YLLA MARS’taki kuru denizin kıyısında, kristal sütunlarla süslü bir eve sahiptiler ve her sabah, Bayan K’nın kristal duvarlardan sarkan altın meyveleri yediğini, ya da kirleri yutan manyetik el süpürgesiyle evini temizlediğini ve aralıksız esen ılık rüzgârın yüzünü okşadığını görebilirdiniz. Isınan fosil denizinin durgunlaştığı ve avludaki asmaların kuruyup kaldığı, yakındaki Mars kasabasının sustuğu ve hiç kimsenin kapı önüne çıkmadığı öğle sonrası saatlerinde; hiyeroglifleri yeniden canlandıran metal bir kitabı, sanki harp çalar gibi parmaklarını dokundurarak okuyan Bay K’yı görebilirdiniz. Kitaba her vuruşunda, yumuşak ve antik bir ses; hani o kızıl buharların çıktığını, eski insanların metal böcekler ve elektrikli örümceklerle savaşlarında ortalığın toz dumana kardığını anlatan masallardaki gibi bir ses çıkıyordu. Bay ve Bayan K, yirmi yıldır ölü denizin kıyısında yaşamaktaydılar. Onların ataları da, güneşe dönen ve yüzünü ondan ayıramayan günebakan çiçekleri gibi, on yüzyıldır aynı evde yaşamışlardı. Bay ve Bayan K, yaşlı sayılmazlardı. Mars yerlilerinin hoş, kahverengi cildine, sarı metal gözlere, yumuşak müzikal bir sese sahiptiler. Eskiden, asmalardan bol miktarda yeşil şıralar elde ettikleri dönemlerde; kimyasal ısıyla resim yapmaktan, kanalda yüzmekten ve oturma odasında mavi fosfor portreler üzerine sabahlara dek konuşmaktan hoşlanırlardı. Artık mutlu değildiler. Bu sabah sütunlar arasında dikilen Bayan K, sarı bir mum gibi eriyen ve ufka doğru uzayıp giden çölün sıcak kumlarına kulak verdi. Bir şeyler oluyordu. Bekledi. Ne olduğunu belki anlarım ve kumların üzerinde parlayan bu mucizeyi kavrarım düşüncesiyle başını Mars’ın mavi göğüne kaldırdı. Olan bir şey yoktu. Beklemekten yoruldu.

işlemeli sütunlar arasından dumanlı havayı yararak süzüldü. O an kavurucu havayı serinleten ve tepesine düşen bir yağmur damlasıyla irkildi. Sıcak bir havada dereye girmiş gibiydi. Evin döşemeleri serin buharlarla parıldadı. Uzaktan, eski şarkılardan bıkıp usanmayan, parmaklarıyla durmaksızın kitabının üzerinde gezinen kocasının sesini duydu. Olduğu yerde kaldı. Düşünceleri geçmişe uzandı. Kocasının, bu inanılmaz kitaplara yaptığı gibi, küçük arpını alıp parmaklarını dokunduruşunu hatırladı. Fakat hayır. Belli belirsiz, bağışlayan bir tavırla başını salladı. Göz kapakları altın gözleri üzerine yavaşça kapandı. Evlilik kısa bir gençlik dönemi sonunda, insanı yaşlı ve alışkanlıklarına bağlı bir duruma getiriyordu. Sallanan koltuğuna oturdu, arkasına yaslandı ve gözlerini yumdu. Bir düş gördü. Kahverengi parmakları kasıldı ve sanki boşluğu kavradı.

Bir süre geçti. Ürpertiyle sıçradı. Kalktığında soluk soluğa kalmıştı. Çevresine bakındı. Sanki oralarda birileri varmış gibiydi. Yanılmıştı, sütunlar arasında kimsecikler yoktu. Üçgen kapıda kocası belirdi: — Bana mı seslendin? diye sordu kızgın bir sesle. — Hayır, diye bağırdı kadın. — Senin sesini duyar gibi oldum. — Benim mi?. Bir süredir uyukluyordum. Üstelik bir de rüya gördüm. — Bu saatte mi? Sen hiç böyle yapmazdın. Kadın, gördüğü rüyadan allak bullak olmuş bir yüzle yerine oturdu. — Ne garip, ne garip, diye mırıldandı.

Ne garip bir rüya! — Eh, dedi kocası. Bir an önce kitabının başına dönmek istiyordu açıkçası. — Rüyamda bir adam gördüm. — Bir erkek ha?. — Uzun boylu biri. Bir metre seksen beş santim boyunda. — Çok anlamsız; bir dev bu, biçimsiz bir dev! — Her neyse -sözcükleri bulmaya çalışıyor gibiydi.-Uzun olmasına karşılık yine de göründü. Ve o -oh, benim sersemin biri olduğumu düşüneceksin ama- onun mavi gözleri vardı! — Mavi göz ha! Tanrılarımız! diye bağırdı Bay K. Bir daha ne zaman rüya göreceksin? Saçları da siyahtı sanırım. — Nasıl bildin? diye sordu kadın heyecanla. — En olmayacak renkleri seçtim, diye omuz silkti adam. — Peki, siyah olsun! diye bağırdı kadın. Ve o, çok beyaz bir cilde sahipti. Oh, hiç görülmemiş bir şeydi! Görülmedik biçimde giyinmişti.

Gökyüzünden indi ve bana kibarca seslendi. — Gökyüzünden mi çıktı? Ne saçma!. — Güneşte parıldayan metal bir şeyin içinde geldi, dedi kadın. Gözlerini yumdu. Gökyüzünü gördüm rüyamda. Kıvılcımlar saçan madeni bir şey büyüdü büyüdü ve yavaşça yere düştü. Yuvarlak, yabancı bir nesne. Ve bu gümüşi nesnenin bir yanından bir kapı açıldı ve bu uzun boylu adam çıktı. — Kendini koyvermeseydin böyle sersemce rüyalar görmezdin. — Üstelik ondan hoşlandım, dedi kadın arkasına yaslanarak. Böyle bir rüyanın beni etkileyeceğini hiç düşünemezdim. Siyah saç, mavi göz ve beyaz cilt! Ne garip bir adamdı. Üstelik oldukça yakışıklı… — Arzulu bir düşünce! diye homurdandı adam. — Çok acımasızsın. O anlamda düşünmedim.

Tanı uyandığım sırada düşünceme girdi. Tam bir rüya da denemez buna. Öyle umulmadık ve bambaşka bir şeydi ki; bana baktı ve ‘Gemimle üçüncü gezegenden geldim. Adını Nathaniel York’, dedi… — Aptalca bir ad. Böyle bir ad olamaz, diye karşı çıktı kocası. — Kuşkusuz aptalca, çünkü bu bir rüyaydı, diye açıkladı kadın. Ve dedi ki; Bu, uzaya yapılan ilk yolculuk. Gemimizde yalnızca iki kişiyiz. Ben ve arkadaşım Bert. — Al bakalım, aptalca bir ad daha. — Sonra dedi ki, ‘Dünya üzerindeki bir kentteniz; Dünya, bizim gezegenimizin adıdır.’ Dedikleri bunlar. ‘Dünya’ onun söylediği ad. Ve yabancı bir dil kullandı. Nasılsa anladım onu.

Aklımla, telepatiyle sanırım. Adam dönüp uzaklaştı. Kadın ardından seslendi: — Yll! (Adam döndü) Merak etmiyor musun? Eğer, şey, eğer üçüncü gezegende insanlar varsa? — Üçüncü gezegende hayat olasılığı yoktur, diye açıkladı adam sabırla. Bilim adamlarımız, üçüncü gezegenin atmosferinde çok miktarda oksijen olduğunu söylemişlerdi. — Fakat, eğer hayat varsa ne büyüleyici bir şey olur, değil mi? Ve bir tür gemiyle uzay yolculuğu yapıyorlarsa?. — Böylesine duygusal ve aşırı şeylerden ne kadar nefret ettiğimi bilirsin. Haydi işimize bakalım. Kadın, yağmur damlalarının fısıltısına karışan bir sesle şarkıya başladığında günün geç saatleriydi. Üst üste şarkılar söyledi. Ateş masaya doğru yürüyen adam sonunda patladı : — Nedir o şarkı? — Biliniyorum, dedi kadın irkilerek. Şaşkınlıktan elini ağzına götürdü. Güneş batıyordu. Azalan ışıkla birlikte ev, dev bir çiçek gibi içine kapanıyordu. Sütunlar arasından hafif bir esinti belirdi. Gümüş lavların yandığı ateş masa fokurdadı.

Kulağına bir şeyler fısıldayan rüzgâr, kadının koyu kızıl saçlarını dağıttı. Deniz yatağının buğulu sonsuzluğuna bakarak daldı. Hüzünlü sarı gözleri bir şeyleri hatırlıyor gibiydi. «Sevgimi iç yalnızca eski gözlerinle / Ve gözlerimle değiştir onları.» Yumuşak ve duygulu bir sesle şarkıya başladı. «Ya da bardağa bir öpücük bırak / Ve şarabı aramayayım.» Elleri rüzgârda hafifçe sallanıyor ve dudakları kapalı olarak söylüyordu. Gözlerini yumdu. Şarkısını bitirdi. Çok, ama çok güzeldi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir