Tüyler ürpertici yükümü indirip, bakılması ve ihtiyaçlarının karşılanması için atımı teslim ederken seyisin gözlerindeki soruları görmezden geldim. Ayağımı yere vura vura sarayın arka girişinin yolunu tuttuğum sırada, omzuma attığım pelerinim içeriğinin doğasını tümüyle gizleyemiyordu. Kıyamet, çok yakında maaş çekini tahsile gelecekti. Talim sahasının etrafını döndüm ve saray bahçesinin güney ucuna giden patikaya ulaştım. Bu güzergâhta daha az göz vardı. Yine de görülecektim ama günün her vakti arı kovanı gibi olan ön kapıdan girmekten çok daha az uygunsuzdu. Kahretsin. Bir kez daha, kahretsin. Ben de başımda yeterince bela var sanırdım. Ama öyle görünüyor ki belalar böyle düşüneni buluyor. Bu da bileşik faizin ruhani bir şekli olsa gerek. Bahçenin arka ucundaki fıskiyenin başında aylaklık eden birkaç kişi vardı. Patikanın yakınındaki çalıların arasında da bir çift muhafız dolanıyordu. Gelişimi görünce kısa bir sohbete başlayıp gözlerini öte yana çevirdiler. İhtiyatlıca. Ben, bir haftadan az bir süre önce. Birçok mesele halledilmeyi bekliyor. Amber sarayı şüphe ve huzursuzlukla dolup taşıyor. Üstüne bir de bu: Benim, yani I. Corwin’in, kısacık, mutsuz hükümdarlık öncesi dönemini tehlikeye sokacak bir vakası daha. Artık, daha önceleri hemen yapmış olmam gereken şeyi yapmamın vakti gelmişti. Ama daha ilk andan beri var olması gereken öyle çok şey vardı ki. Başımı sallayıp durmamıştım gerçi. Belirlenmiş önceliklerim vardı, onları yerine getirmiştim. Oysa şimdi… Bahçeyi geçtim, gölgelikten, meyilli vuran günışığına çıktım. Geniş, dönen merdiveni tırmandım. Saraya girdiğim sırada bir muhafız şak diye esas duruşa geçti. Arka merdivene oradan da ikinci kata çıktım. Ardından üçüncüye. Sağ tarafımda, kardeşim Random süitinden koridora çıktı “Corwin!” dedi yüzümü tetkik ederek. “Ne oldu? Seni balkondan gördüm ve…” “İçeri,” dedim gözlerimle işaret edip. “Özel bir konuşma yapacağız. Hemen.” Duraksadı, taşıdığım yükü süzdü. “İki oda yukarıda yapalım,” dedi. “Olmaz mı? Vialle içeri de.” “Pekâlâ.” Önden gidip kapıyı açtı. Küçük oturma odasına girdim, uygun bir yer buldum, cesedi indirdim. Random bohçaya gözlerini dikti. “Ne yapmam gerekiyor?” diye sordu. “Cicilerinin paketini aç,” dedim, “sonra bir bakıver.” Dizinin üzerine çöküp pelerinimi açtı. Sonra tekrar örttü. “Evet, ölmüş,” diye fikrini belirtti. “Sorun nedir?” “Yeterince dikkatli bakmadın,” dedim. “Bir göz kapağım arala. Ağzını açıp dişlerine bak. Ellerinin tersindeki mahmuzları yokla. Parmaklarında kaç eklem var, say. Sonra sorun neymiş, bana söyle.” Saydıklarımı yapmaya koyuldu. Ellere bakar bakmaz durdu ve başıyla onayladı. “Tamam,” dedi, “hatırlıyorum.” “Yüksek sesle hatırla.” “Flora’nın evindeydi…” “Ben böyle birini ilk kez orada gördüm,” dedim. “Ama senin peşindeydiler. Sebebini hiç öğrenemedim.” “Bu doğru,” dedi. “Sana anlatma fırsatı çıkmadı. O kadar uzun süre beraber kalmadık. Tuhaf… Bu nereden çıktı?” Tereddüt ettim, onu hikâyesini devama zorlamakla kendi hikâyemi anlatmak arasında kararsız kalmıştım. Benim hikâyem galip geldi, çünkü benimdi ve çok acildi. İçimi çekerek bir iskemleye çöktüm. “Az önce bir erkek kardeşimizi daha kaybettik,” dedim. “Caine öldü. Oraya biraz geç vardım. Şu şey -adam- yaptı. Onu bariz nedenlerden ötürü canlı ele geçirmek istedim. Ama iyi bir dövüş çıkardı. Fazla seçeneğim yoktu.” Hafifçe bir ıslık öttürdü, karşımdaki iskemleye oturdu. “Anlıyorum,” dedi çok yumuşak bir sesle. Yüzünü inceledim. Şu yüzünün kenarındakiler ortaya çıkmayı ve benimkileri karşılamayı bekleyen küçücük tebessümler miydi? Büyük olasılıkla. “Hayır,” dedim ifadesiz bir sesle. “Aksi türlü olsaydı, masumiyetime daha az gölge düşürecek bir şeyler düzenlerdim. Sana gerçekten olanları anlatıyorum.” “Peki,” dedi. “Caine nerede?” “Bir çimen örtüsünün altında, Tekboynuz Korusu civarın da.” “Orada şüpheli görünüyor,” dedi. “Ya da görünecektir. Diğerlerine.” Başımla doğruladım. “Biliyorum. Ama hem cesedi saklayıp hem de üzerin örtmem gerekiyordu. Onu buraya taşıyıp soru yağmurunu savuşturmaya başlayamazdım. Kafanın içinde, beni bekleyen öncelikli gerçekler varken olmazdı bu.” “Tamam,” dedi. “Ne kadar önemli olduklarını bilemem ama onlar senindir. Yine de beni merakta bırakmasan olmaz mı? Nasıl oldu bu iş?” “Öğle yemeğinin hemen sonrasında,” dedim. “Yemeğimi Gerard’la birlikte limanda yemiştim. Sonra Benedict beni Koz Kartı’yla yukarı taşıdı. Odama döndüğümde, kapının altından atıldığı anlaşılan bir not buldum. İkindi vakti, Tekboynuz Koru’sunda özel bir görüşme talep ediliyordu. ‘Caine’ diye de imzalanmıştı.” “Not hâlâ sende mi?” “Evet.” Cebimden güç bela çıkartıp ona uzattım. “Al.” İyice inceledi, başını iki yana salladı. “Bilmiyorum,” dedi. “Bu onun yazısı olabilir -şayet alelacele yazdıysa- ama sanmıyorum.” Omuz silktim. Notu geri aldım, katlayıp kaldırdım. “Her neyse. Ata binme zahmetine girmemek için ona Koz’uyla ulaşmayı denedim. Ama yanıt vermiyordu. Bunu, eğer o kadar önemli idiyse, bulunduğu mekânı gizli tutmak için yaptığını düşündüm. Böylelikle bir ata atlayıp oraya gittim.” “Nereye gittiğini hiç kimseye söyledin mi?” “Hiç kimseye. Bununla beraber, atı terletmeye karar verdim ve gayet hızlı bir şekilde sürdüm. Bunun nasıl olduğunu görmedim, ama ağaçlığa geldiğimde onu orada yatarken gördüm. Gırtlağı kesilmişti ve az ötedeki çalılarda bir kıpırtı vardı. Atı dosdoğru adama sürdüm, üzerine atladım, onunla boğuştum, öldürmeye mecbur oldum. Tüm bu süre boyunca hiç konuşmadık.” “Doğru adamı yakaladığından emin misin?” “Bu şartlar altında ne kadar emin olunabilirse. İzleri Caine’e kadar gidiyordu. Elbiselerinde taze kan vardı.” “Kendi kanı da olabilir.” “Tekrar bir bak. Hiç yara bere yok. Boynunu kırdım. Tabii ki benzerlerini daha önce nerede gördüğümü anımsadım, bu yüzden kaptığım gibi sana getirdim onu. Ama sen anlatmaya başlamadan önce bir şey daha var… Küçük bir bağlantı.” İkinci notu çıkarıp ona uzattım. “Yaratığın üzerindeydi bu. Onu Caine’den aldığını tahmin ediyorum.” Random notu okudu, başıyla evetleyip geri uzattı. “Senden, Caine’e yazılmış, orada olmasını rica ediyor. Evet, anlıyorum. Hiç şüphesiz…” “Hiç şüphesiz,” diye bitirdim. “Hem benim el yazımı da andırıyor doğrusu… en azından ilk bakışta.” “Oraya ilk varan sen olsaydın acaba ne olurdu?” “Muhtemelen hiçbir şey,” dedim. “Sağ ve kötü durumda olurdum… öyle görülüyor ki beni bu halde istediler. İşin sırrı oraya doğru sırayla varmamızı sağlamaktı ve ben olanları kaçıracak kadar yavaş gitmemiştim.” Başıyla bana katıldı. “Zamanlamanın inceliğine bakılırsa,” dedi, “durumu yakından bilen, buradan, saraydan biri olmalı. Bir fikrin var mı?” Gülümseyip bir sigara çıkardım. Yakıp, tekrar güldüm. “Ben daha yeni döndüm. Sen başından beri buradaydın,” dedim. “Bugünlerde benden en çok nefret eden kim?” “Bu can sıkıcı bir soru, Corwin,” dedi. “Herkesin bir kuyruk acısı var. Normal şartlar altında Julian’ı aday gösterirdi. Ama bu duruma pek uymuyor.” “Nedenmiş o?” “Caine’le o çok iyi anlaşıyorlardı. Yıllardır. Birbirlerini beraber takılırlardı. Su sızmazdı aralarından. Julian soğuk, küçük hesaplar peşinde ve en az anımsadığın kadar iğrençti. Ama eğer sevdiği biri vardıysa, o Caine’di. Bunu, sırf seni kötü duruma düşürmek için bile olsa ona yapacağını sanmıyorum. Hem tek arzusu onu öldürmek olsa bunu yapmak için başka birçok yol seçebilirdi.” İçimi çektim. “Sırada kim var?” “Bilmiyorum. En ufak bir fikrim yok.” “Peki. Gelecek tepkileri nasıl yorumluyorsun?” “Hapı yuttun, Corwin. Ağzınla kuş tutsan da herkes senin yaptığını düşünecektir.”
Roger Zelazny – Amber Yıllıkları #3 – Tekboynuzun İşareti
PDF Kitap İndir |