Sonuncu gün hepsinden daha uzun ve gergin geçti. Sinirli veya korkmuş olduğum için değil; öyle olmam için bir neden yoktu. Kendimi, çeşitli dillerin konuşulduğu bir kalabalığın ortasında, çok yalnız hissediyordum. Kimsenin bana aldırdığı yoktu; eskordanın bile ortada görünmüyordu. Zaten hiç tanımadığım kişilerdi. Bir gün sonra sahte kimliğimden kurtulacağımı bilmek gerçekte beni rahatlatıyor olmalıydı. Zira, bir an için bile, Adams’ın pijamasıyla uyumakla, makinesiyle tıraş olmakla ve körfezde dolaşmış olduğu yerlere gitmekle, kaderi ayartacağıma inanmamıştım. Yol boyunca bir pusu kurulmasını da beklemiyordum -adama otoyolda hiçbir zarar gelmemişti- Roma’da geçireceğim tek gece boyunca ise, özel koruma altında olacaktım. Sadece bu işin bitmesi için sabırsızlık içindeydim, böyle dedim kendi kendime, hem zaten artık görevin fiyasko ile sonuçlandığı anlaşılmıştı. Kendime daha bir sürü aklı başında şey söyledim, fakat bütün bunlar günlük programımı sürekli aksatmamı engellemedi. Kaplıcayı ziyaretten sonra, Vesuvio oteline saat üç suların da geri dönmem gerekiyordu. Ne var ki, daha ikiyi yirmi geçe otelin yolunu tutmuştum, sanki beni oraya sürükleyen bir şey vardı. Odamda bir şey meydana gelmesine ihtimal yoktu, bu yüzden bir müddet sokakta aşağı yukarı yürüdüm. Mahallenin her yerini biliyordum – köşede bir berber dükkanı, birkaç kapı aşağıda bir tütüncü dükkanı, bir seyahat acentası, sonra geride, yan yana duran binaların içinde, otelin park yeri vardı. Eğer oteli geçip yokuş yukarı yürüyecek olursanız, bir ayakkabı tamircisinin -oraya Adams onarılması için sapı kopmuş bavulunu bırakmıştı- önünden geçiyordunuz -bir de yirmi dört saat açık olan küçük bir sinema salonu vardı. İlk akşam neredeyse içine dalacaktım, zira afişlerdeki gül pembesi yuvarlakların gezegenler olduğunu sanmıştım. Hatamı ancak bilet gişesinin önünde anlamıştım: Afişte gösterilen şey çok büyük bir popoydu. Boğucu sıcak beni etkilemeye başlamıştı, bu yüzden hızla geri gidip köşeyi döndüm ve bir seyyar badem satıcısıyla karşılaştım- bir önceki yılın kestane stoku artık tükenmişti. Vitrinde sergilenen pipoları gözden geçirdikten sonra, tütüncü dükkanına girdim ve sigara içenlere mahsus mentolleri kullanmak adetim olmadığı halde, bir paket Kools aldım. Sinemanın hoparlörlerinden gelen boğuk sesler trafiğin gürültüsünü bastırıyor ve insanın aklına bir mezbaha görüntüsü getiriyordu. Bu arada badem sancısı el arabasını iterek Vesuvio’ya ait üstü kapalı araba yolunun gölgesine girmişti. Her şey vaktiyle lüks bir otel olan binanın yavaş yavaş çöküp yaşlandığını gösteriyordu. Lobide kimse yoktu ve asansörün içi odamdan daha serindi. Çevremi dikkatle inceledim. Bu sıcakta eşyamı toplamak iyice terlemek demekti, bu durumda ölçme cihazının alıcıları yapışmayacaktı. Bavulumu banyoda -bu eski oteldeki hemen hemen odam kadar büyüktü- toplamaya karar verdim. Banyonun havası da aynı şekilde bunaltıcıydı, fakat hiç olmazsa yer döşemesi mermerdi. Aslan pençeleri üzerinde duran küvette bir duş aldım; sonra yarı ıslak halde, ayağımın altındaki serinliği tatmak için yalınayak durarak, eşyaını bavullara tıkmaya başladım. Tuvalet çantaını doldururken elime sert bir şey geldi. Otomatik tabanca. Aklımdan tamamen çıkmıştı. O anda en çok istediğim şey onu küvetin altına atmaktı; fakat silahı daha büyük bavuldaki gömleklerin altına koydum, sonra göğsümün çevresindeki deriyi dikkatli bir şekilde kuruladım ve alıcıları takmak için aynanın önünde ayakta durdum. Daha önceleri vücudumda bu yerlerde izler meydana geliyordu, ama artık bunlar kaybolmuştu. İlk elektrodu yerleştirmek iç’in kaburgalarımın arasında kalbimin en hızlı attığı yeri buldum, fakat diğer elektrot köprücük kemiğimin çukuruna yapışmayı reddetti. Deriyi yeniden kuruladım ve alıcı köprücük kemiğinin dışına taşmasın diye iki yanına bant yapıştırdım. Bu işte acemiydim; daha önce hiç bu işi tek başıma yapmak zorunda kalmamıştım. Daha sonra: Gömlek, pantalon ve pantalon askısı. Dünya’ya döndükten sonra pantalon askısı kullanmaya başlamıştım. Bu şekilde daha rahat ediyordum, çünkü sanki her an düşecekmiş gibi gelen pantalona durmadan el atmam gerekmiyordu. Yörüngede olduğunuz zaman giysilerinizin ağırlığı yoktur, fakat Dünya’ya döner dönmez “pantalon refleksi” başlar; pantalon askısının nedeni buydu. Hazırdım. Her şey mükemmel şekilde planlanmıştı. Öğle yemeği, hesabı ödemek ve araba anahtarlarını almak için üç çeyrek saat; otoyola çıkmak için yarım saat, trafik sıkışıklığını dikkate almalı ve kendime on dakikalık bir yedek süre vermeliydim. Dolap çekmecelerini kontrol ettim, bavullarımı kapının yanına koydum, yüzüme biraz soğuk su çarptım, alıcıların gözüküp gözükmediğini anlamak için kendimi aynada son bir defa kontrol ettikten sonra, aşağıya inen asansöre bindim. Lokanta daha şimdiden dolmuştu, ter içinde bir garson önüme bir şişe kırmızı şarap koydu, ben de fesleğen soslu spagetti ile bir termos dolusu kahve ısmarladım. Yemeğimi henüz bitirmiştim ve saatime bakıyordum ki, hoparlörden sinir bozucu bir anons duyuldu: “Bay Adams telefondan isteniyor.” Ellerimin üzerindeki ince tüylerin diken diken olduğunu gördüm. Acaba telefona gitmeli miydim? Yoksa gitmemeli miydim? Tavus kuşu mavisi bir gömlek giymiş göbekli bir adam pencerenin yanındaki küçük bir masadan ayağa kalktı ve telefon kabinine yöneldi. Aynı adı taşıyan başka birisi. Adams gerçekten de oldukça sık rastlanan bir addı. Artık bunun bir yanlış alarm olduğunu anlamıştım, ama hâlâ kendime karşı olan kızgınlığım geçmemişti: Sakin tavrıının sadece yüzeysel olduğu ortaya çıkmıştı. Zeytinyağını temizlemek için ağzımı sildim, acı tadı olan bir hap yuttum, şarabın geri kalanıyla onu mideme yolladım ve resepsiyona gitmek için ayağa kalktım. Otel hâlâ gösterişli mobilyaları, alçıdan yapılmış süslemeleri ve kadife örtüleriyle böbürleniyordu, ama yine de arka taraftan gelen çeşitli mutfak kokuları kolaylıkla fark ediliyordu. Otel ekşili lahana geğiren bir asilzade gibiydi. Böylece ayrıldım. Bir hamal bavullarımı dışarıya taşıdı ve ben de onun peşinden inatçı sıcağın içine daldım. Kiralık bir Hertz arabası iki tekerleği kaldırıma çıkmış bir şekilde bekliyordu. Bir cenaze arabası kadar siyah bir Hornet. Hamalın bavullarımı bagaja koymasını son anda önledim – vericinin oraya yerleştirildiğini düşünüyordum- ve adamı bahşiş vererek uzaklaştırdım. Otomobilin içine girmek tıpkı bir fırına girmeye benziyordu. Hemen ter içinde kaldım ve elimi eldivenler için cebime attım. Gereksizdi, zira direksiyon deriyle kaplanmıştı. Bagajın boş olduğunu görmüştüm – öyleyse amplifikatörü nereye koymuş olabilirlerdi? Cihaz yolcu tarafındaki yer döşemesinin üzerinde bir derginin altında saklıydı. Dergi yere o şekilde yayılmıştı ki, kapağındaki yatmış ve ıslak parlak dili dışarıya sarkmış çıplak kadın hiç kımıldamadan bana bakıyordu. Hiç ses çıkarmadım, ama yoğun trafiğe karışmaya başladıktan sonra, içimde bir şey sessizce homurdandı. Bir trafik lambasından diğerine uzanan kesintisiz bir hat. Her ne kadar yeterince uyumuş olsam da, kendimi keyifsiz ve sinirli hissediyordum, önce huzursuz, sonra biraz sersemlemiş. O Tanrının belası spagettiyi yemenin cezasını çekiyordum, normal olarak ağzıma koyduğum bir şey değildi. Her zaman aynı şey oluyordu: Tehlike arttıkça, kilo almam fazlalaşıyordu. Bir sonraki kavşakta klimayı açtım, alet hemen egzoz üfürmeye başladı. Onu kapattım. Arabalar, İtalyan stili, çamurluk çamurluğa değecek şekilde sıralanmışlardı. Bir yan yoldan geçiş. Her iki aynadan da araba tepelerinden ve otomobil kaputlarından başka bir şey görülmüyor, la potente benzina italiana karbon monoksit kokuyordu ve ben bir otobüsün ardına takılmış, çıkardığı pis kokulu egzozun esiri olmuştum. Hepsi bir örnek yeşil kep takmış çocuklar arka camdan bana ağızları açık bir şekilde bakıyorlardı. Mideme bir yumruk oturmuş gibiydi, başım ateş gibi yanıyordu ve kalbimin üzerine yapışmış alıcı, direksiyonu her oynatışımda, pantalon askıma takılıyordu. Bir Kleenex paketi açtım ve direksiyonun üzerine birkaç kağıt mendil yapıştırdım. Burnum, her zaman bir fırtınadan önce yaptığı gibi, gıcıklanmaya başlamıştı. Bir defa, sonra yeniden, aksırdım ve kısa bir zaman sonra aksırmakla o kadar çok meşguldum ki, açık mavi renkli deniz ufkunda artık kaybolmakta olan Napoli’den nasıl ayrılmış olduğumu anlayamadım. Artık Strada del Sole boyunca gidiyordum. Trafiğin yoğun olması gereken bir saatte olmamıza rağmen fazla kalabalık yoktu, ne var ki, sanki Plimasine içmemiş gibiydim: Gözlerim yanıyor, burnum akıyordu; ağzım ise kupkuruydu. Otelde iken iki bardak kapuçino içmiş olclu ğum halde, biraz kahve iyi gelebilirdi, ama Magdalena’ya kadar kahve molası yoktu. The Herald gazetesi yine bir grev yüzünden gazete satılan yerlerde bulunmuyordu. Egzoz çıkaran bir Fiats ile bir Mercedes arasında sıkışmış giderken radyoyu açtım. Haberler okunuyordu, ama söylenenlerin çoğunu anlamadım. Bazı göstericiler bir binayı ateşe vermişlerdi. Güvenlik görevlilerinden birisiyle röportaj yapıldı. Kadınların yeraltı hareketinden gelecekte başka gösteriler bekleniyordu; sonra kalın sesli bir kadın, teröristlerin Papa’yı suçlayan bildirisini okudu, bunu gazetecilerin bazı yorumları izledi. Kadınların yeraltı hareketi. Artık hiçbir şey şaşkınlık uyandırmıyordu. İnsanlar şaşırma yeteneklerini tamamen kaybetmişlerdi. Hem zaten kadınlar neye karşı mücadele ediyorlardı? Erkeklerin zorbalığına karşı mı? Kendimi bir zorba gibi hissetmiyordum, diğerlerinden daha fazla değil. Çapkın erkeklerin Tanrı yardımcısı olsundu! Acaba onlara ne yapmayı düşünüyorlardı? Sonunda kilise mensuplarını da kaçırmaya kalkışacaklar mıydı? Radyoyu, bir çöp kutusunun kapağını kapatır gibi, sertçe kapattım. Napoli’de olmak ve Vezüv’ü görmemek – bu benim için hemen hemen affedilmez bir şeydi. Her zaman yanardağlara yakınlık duymuş olduğum için daha da fazla affedilmez. Elli yıl önce babam bana uyku vakti onlarla ilgili hikâyeler anlatırdı. Yaşlanıyorum, diye düşündüm ve bu düşünce sanki bir ineğe dönüşüyorum demişim gibi beni sarstı. Yanardağlar sağlam şeylerdi, güven duygusu veren şeylerdi. Dünya yarılır, lav akar, evler yıkılır. Her şey beş yaşındaki bir çocuğa çok harika ve basit gözükür. Bir kraterden Dünya’nın merkezine inilebileceğinden emindim, babam buna karşı çıkmış olsa bile. Karşı çıktıktan hemen sonra ölmüş olması çok yazıktı; benimle çok gurur duyabilirdi. Uzay aracını modüle bağlarken bağlantıların o muhteşem sesini dinlediğin sırada, sonsuz uzayın korkunç sessizliğini düşünmeye vaktin olmaz. Kabul ediyordum, kariyerim kısa sürmüştü, bunun nedeni de Mars’a layık olmadığımın ortaya çıkmasıydı. Bu duruma babam benden daha fazla üzülürdü. Ne yani “ onun ilk uçuşundan hemen sonra ölmesini ve böylece sana hâlâ inanıyorken gözlerini kapamasını mı tercih ederdin? Şimdi bunu benim alaycılığıma mı vermeli, yoksa adiliğime mi? Gözlerini yoldan ayırmasan daha iyi edersin. Çılgınca boyanmış bir Lancia’nın arkasına sığışırken, aynaya baktım. Hertz’den kiralanmış olan Chrysler’den eser yoktu. Marianelli yakınlarında bir şey gözüme ilişmişti, ama emin değildim, çünkü diğer araba yeniden ortadan kaybolmuştu. Şu anda tekerlekler üzerinde yol alan enerjik kalabalıkla dolu bu kısa ve sıkıcı otoyol, sırrını sadece bana veriyordu, bu sır hem eski, hem de yeni dünyaya ait polislerin elinden esrarlı bir şekilde kurtulmuştu. Sadece benim bagajımda, spor veya eğlenmek için değil, bilinmeyenden gelecek kalleş bir darbeyi davet etmek için, bir hava yatağı, bir sörf tahtası ve bir badminton raketi vardı. Kendimi biraz heveslendirmeye çalıştım, fakat görev artık bir macera olmaktan çıkmış, işin zevki kalmamıştı. Düşüncelerim artık ölüm saçan bu esrarlı komplonun üzerinde değildi, tek düşündüğüm şey sürekli akan burnumu durdurmak için bir sonraki Plimasine’ni içmek vaktinin gelip gelmediğiydi. Chrysler’in nerede olduğu umurumda değildi; hem üstelik vericinin yüz millik bir yayın alanı vardı. Bir zamanlar büyük annemin çatı katındaki çamaşır ipinde Lancia’nın rengine benzeyen uzun paçalı bir don asılıydı. Altıyı yirmi geçe gaza basmaya başladım. Bir müddet bir Volkswagen’in peşinden gittim. Arabanın arkasına bana hafif sitemle bakan bir çift koyun gözü resmedilmişti. Otomobil kişiliğin abartılmış şeklidir. Daha sonra Arizonalı bir yurttaşımın arkasına geçtim. Arabasının çamurluğuna bir çıkartma yazı yapıştırılmıştı: GÜZEL BİR GÜN GEÇİR. Önümde ve arkamda arabalar vardı, bunlar her şekil ve renkte -portakal rengi ve ahududu kırmızısı da dahil olmak üzere- kayık motorları, su kayakları, golf çantaları, balık avlama gereçleri, kısa saplı kürekler ve çıkınlarla tepeleme doluydu: Avrupa güzel bir gün geçirmek için elinden geleni yapıyordu. Daha önce birçok defalar yapmış olduğum gibi sağ elimi, sonra sol elimi ayrı ayrı kaldırdım ve gerilmiş parmaklarımı inceledim. Hiçbirisi titremiyordu. Bunun ilk işaret olduğunu söylerler. Fakat kim bunu kesinlikle söyleyebilir? Hiç kimse bu gibi konularda bir otorite olduğunu ileriye süremez. Tam bir dakika boyunca nefesimi tutacak olsaydım, Randy, hiç şüphesiz, paniğe düşecekti. Ne kadar budalaca bir fikir! Bir viyadük. Rüzgar beton direkler boyunca bir çırpınma sesi çıkardı. Manzaraya kaçamak bir göz attım, ufuktaki dağlara kadar ıssız yeşilliğin harikulade bir panoraması uzanıyordu. Bir tahtakurusu kadar yassı bir Ferrari beni hızlı giden araçlara ait şeritten dışarıya çıkardı ve ben yeniden daha çok küfretmeye benzeyen bir aksırık nöbetine tutuldum. Ön cam sinek kalıntılarıyla benek benek olmuştu, pantalonum baldırlarıma yapışıyor ve sileceklerin parlaklığı gözlerimi rahatsız ediyordu. Burnumu temizlediğim sırada, Kleenex paketi ön koltukların arasındaki boşluğa düştü ve bir hışırtı sesi çıkardı. Yörüngedeki o natürmort görüntüyü kim tarif edebilir? Tam her şeyi bağlamış, güvenlik altına almış, mıknatıslamış ve yapıştırıcıyla tutturmuş olduğunuzu sandığınız sırada, gerçek gösteri başlar -keçe uçlu kalemlerin, gözlüklerin ve boşlukta kertenkele gibi kıvrılan serbest kablo uçlarının hızla dönen kargaşası. En kötüsü de ekmek kırıntılarıydı, elektrikli süpürge ile kırıntıları aramak… Veya saç kepeği. İnsanoğlunun evrensel adımlarının gizli arka planı genellikle sessizce geçiştirilmiştir. Sadece çocuklar Ay’m üzerinde nasıl çiş yaptığını sormaya cesaret edebilirler.
Stanislaw Lem – Kör Talih
PDF Kitap İndir |