Terry Pratchett – Diskdünya Serisi 1 – Büyünün Rengi

Uzak ve elden düşme bir boyutlar dekorunda, uçmak için yaratılmamış bir yıldız düzleminde kıvrılarak yükselen yıldız dumanları incelerek kopmaktadır… Gözün görebildiği… Hantal kolları ve bacakları üzerinde donmuş hidrojen bulunan, iri ve yaşlı kabuğu meteor kraterlerime çopurlanmış Kaplumbağa Büyük A’Tuin, yıldızlararası boşlukta süzülerek gelmektedir. Göz salgısı ve asteroit tozundan kabuklanmış olan deniz büyüklüğündeki gözleriyle O, Hedefine kilitlenmiş bakmaktadır. Bir şehirden daha büyük beyninde, jeolojik bir yavaşlıkla, yalnızca Ağırlık’ı düşünmektedir. Ağırlığın çoğu elbette Berilia, Tubul, Büyük T’Phon ve Jerakeen adlarındaki dört büyük muazzam ϐilden ileri gelmektedir. Gökyüzü’nün açık mavisiyle kubbelenmiş ve engin çemberi uzun şelale ile bir çelenk gibi süslenmiş Dünya’nın diski, bu ϐillerin geniş ve yıldız yanığı omuzlarında durmaktadır. Astropsikoloji henüz onların ne düşündüklerini tespit edememiştir. En uçtaki dağlan Kıyıyamaç’ın üzerinden taşan, küçük ve gizliliği seven Krull krallığı, en sarp kayalıkların ucuna bir destekli ayak ve makara düzeneği kurup, birkaç gözlemciyi kuvars pencereli pirinç bir gemi içinde sis perdeleri arasından gözlem yapmaları için Kenar’dan aşağı indirinceye kadar, Büyük Kaplumbağa sadece bir varsayımdı. Sarkıtıldıkları derinlikten büyük köle gruplarınca çekilen ilk astrozoologlar, A’Tuin ile ϐillerin doğası ve şekilleri hakkında birçok bilgi getirebilmişlerdi, fakat evrenin doğası ve amacına ilişkin temel sorunları çözmüyordu bu. Astrozoologlar gitgide artan bir otoriteyle, Bu hayati soru bir derin uzay gemisi için daha büyük ve daha güçlü bir ayaklı destek inşa edilmedikçe yanıtlanamaz, diyorlardı. Bu arada açığa çıkarılan kozmos hakkında ancak spekülasyon yapabiliyorlardı. Sözgelimi, A’Tuin’in hiçbir yerden gelmediği, ezeli ve ebedi bir tekdüze emeklemeyle ya da değişmez bir yürüyüşle ‘hiçbir yer’e doğru gideceği yolunda bir teori vardı. Bu teori akademisyenler arasında popülerdi. Buna alternatif bir teori, dinı̂ inancı olanlardan kabul görüyordu. Bu teori; besbelli dev kaplumbağalarca taşınan gökteki bütün yıldızlar gibi, A’Tuin’in Doğum Yeri’nden Çiftleşme Zamanı’na doğru yürüdüğü yolundaydı. Çiftleşme Zamanı’na ulaştıklarında kısa süreyle ve tutkuyla çiftleşirler, bu ateşli birliktelikten de yeni bir grup dünyayı taşıyacak yeni kaplumbağalar doğardı.


Bu, Büyük Patlama varsayımı olarak bilinirdi. Böyleyken; bu olaylı akşamda dünyadaki en eski şehrin yanışından merkeze doğru yükselen dumanı ilk gören dışarılı, Büyük A’Tuin’in sağgözünün beyazlığını tam ölçebileceğini umduğu yeni teleskobunu deneyen, Değişmez Yürüyüş tarikatından genç bir kaplumbağaevrenbilimci oldu. Genç kaplumbağaevrenbilimci o geceden sonra kendisini çalışmalarına o denli kaptırdı ki, bununla ilgili her şeyi unuttu. Yine de, ilk gören oydu. Başka görenler de vardı… Yangın, iki kola ayrılan Ankh-Morpork şehrinden kükredi. Sihirbazlar Mahallesi’ni yaladığı yerde mavi ve yeşil yanıyor, hatta sekizinci renk oktarinin tuhaf kıvılcımlarıyla kenarları dantelalanıyordu; yangının habercileri Tüccarlar Sokağı’ndaki fıçılara ve yağ dükkânlarına ulaştığında, yangın bir dizi ateş fıskiyesi ve patlamaya dönüşerek yoluna devam etmekteydi; parfüm imalatçılarının sokağında bir hoşlukla yandı; eczacıların depolarındaki nadir bulunan kuru ot demetlerine değdiğinde insanların çıldırıp Tanrı’yla konuşmalarına yol açtı. Şu anda bütün Morpork çarşısı alevler içindeydi; daha varlıklı ve değerli olan öte kıyıdaki Ankhlılar, hummalı bir biçimde köprüleri yıkarak durumu yüreklilikle karşılıyorlardı. Fakat Morpork rıhtımındaki tahıl, pamuk ve kereste yüklü, katran kaplı gemiler çoktan şenlikli biçimde alev almış, palamarları kül olmuştu ve boğulan ateş-böcekleri misali denize doğru sürüklendikçe ırmak boyundaki köşkleri ve yalıları tutuşturuyor, suları çekilmiş Ankh ırmağına göğüs geriyorlardı. Ne olursa olsun, kıvılcımlar rüzgârın sırımdaydı ve ırmağın öte tarafındaki gizli bahçelere, uzak çimenliklere konuyorlardı. Şenlikli ateşten çıkan duman, tüm disk dünyadan görülebilen, rüzgârın yonttuğu kara bir sütun halinde millerce yukarı çıkıyordu. Udžzerinde iki ϐigürün oldukça ilgiyle izlediği, birkaç fersah uzaktaki serin, karanlık tepeden görülen manzara kesinlikle etkileyiciydi. Uzun boylu olanı bir tavuk budunu kemiriyor ve ortalama bir adamdan ancak kısa olan bir kılıca yaslanıyordu. Zekice bir açıkgözlülük havası olmasaydı, Merkezyöre bozkırlarından gelme bir barbar olduğu zannedilebilirdi. Arkadaşı çok daha kısaydı ve tepeden tırnağa kahverengi bir pelerine bürünmüştü. Sonraları kımıldamaya fırsatı olduğunda, hafif hafif, kedi gibi hareket ettiği görülecekti.

Ikǚ ili son yirmi dakika içinde, epey güçlü bir patlamanın yağ deposunda mı yoksa Büyücü Kerible’ın atölyesinde mi olduğuna ilişkin kısa ve sonuçsuz kalan bir tartışma dışında pek konuşmadı. İşin üzerine para bindi. Şimdi iriyarı adam kemiği kemirmeyi bitirdi ve esefle gülerek çimlerin arasına attı. “Yanıp giden şu küçük sokaklar var ya,” dedi.”Onları severdim.” “Hepsi hazine evleri,” dedi küçük adam. Düşüncelice ekledi, “Değerli taşlar yanar mı acaba? Kömürle akraba oldukları söylenir.” “Bütün altınlar eriyip oluklardan akıyor,” dedi iriyarı olan, onu duymazdan gelerek. “Ve tüm şaraplar kaynıyor fıçılarda.” Sıçanlar vardı,” dedi kahverengili arkadaşı. “Sıçanlar, doğru söylüyorsun.” Sıcak yaz günlerinde durulacak yer değildi.” O da var, tabii. İnsan kendini, yine de, bir -eee, geçici bir-” Sesi gitgide azaldı, sonra birden canlandı. Kızıl Sülükteki yaşlı Fredor’a sekiz gümüş borçluyduk, diye ekledi.

Küçük adam başıyla onayladı. Bir dizi yeni patlamanın, dünyadaki en muhteşem şehrin o zamana dek karanlık olan kısmına kızıl bir hat çektiği süre boyunca, sessiz kaldılar. Sonra iriyarı adam kımıldandı. “Sansar?” “Evet?” Yangını kimin çıkardığını merak ediyorum.” Sansar diye tanınan kısa boylu silahşor hiçbir şey söylemedi. Parlak kırmızı ışıkta yolu seyrediyordu. Deosil Kapısı bir akkor sağanağında çöken ilk yerlerden biri olalı beri, pek az kimse oradan geçmişti. Fakat şimdi iki kişi geliyordu. Sansar’ın en çok karanlıkta ve yarı aydınlıkta keskin olan gözleri ata binmiş iki adamı ve arkalarındaki bir tür yük hayvanını seçebildi. Kuşkusuz zengin bir tüccar telaşlı elleriyle kurtarabildiği kadar hazineyle kaçıyordu. Sansar iç çeken arkadaşına bir-şeyler söyledi. “Haydutluk yakışmaz bize,” dedi barbar, “ama dediğin gibi, zaman kötü ve bu gece yatacak yerimiz yok.” Kılıcını tutuşunu değiştirdi ve öndeki binici yaklaşınca, bir eli havada, yüzünde rahatlatmak için olduğu kadar tehdit etmek için de ustaca tasarlanmış bir sırıtmayla yola çıktı. “Affedersiniz, efendim… diye başladı. Binici atını dizginledi ve başlığını geriye doğru çekti.

Irǚ iyarı adam yüzeysel yanıklarla kirlenmiş ve alazlanmış sakal tutamlarıyla kaplı bir yüzle karşılaştı. Kaşlar bile gitmişti “Çekil, başbelası,” dedi yüz.”Sen Merkezyöreli [1] Bravd değil misin?” Bravd girizgâhta çuvalladığının farkına vardı. “Çekil yolumdan, hadi,” dedi at üstündeki Sana ayıracak zamanım yok, anlıyor musun?” Etrafına baktı ve ekledi: “Gölgeleri seven pire torbası ortağın için de geçerli bu her nerede saklanıyorsa.” Sansar atın karşısına gelip üstü başı dağınık karaltıya gözlerini dikti. “Vay, Sihirbaz Rincewind değil mi?” dedi memnun bir tonda, bu arada, bir ara öç almak için sihirbazın kendisiyle ilgili ettiği sözleri hafızasına kaydediyordu.”Sanırım sesi tanıdım.” Bravd tükürdü ve kılıcını kınına soktu. Sihirbazlar pek nadiren dalaşmaya değer olurlardı, çünkü sihirbazların kayda değer bir hazinelerinin olduğu çok enderdi. “Bir çöplük sihirbazı için fazla büyük konuşuyor,” diye homurdandı. “Hiç anlamıyorsunuz,” dedi sihirbaz bitkince. “Sizden o kadar korktum ki, belkemiğim pelte oldu; şu anda aşırı dozda korkudan muzdaribim. Demek istediğim, şunun bir üstesinden geleyim, o zaman sizden adamakıllı korkacağım.” Sansar eliyle yanan şehri gösterdi. “Ordan mı geçtin?” dedi.

Sihirbaz derisi soyulmuş eliyle gözlerini ovuşturdu. “Yangın çıktığında oradaydım. Şu adamı görüyor musunuz? Şuradakini?” Geride yolun aşağısında, yol arkadaşının yaklaştığı yeri gösterdi. Arkadaşının, her birkaç saniyede bir eyerinden fırlamasına yol açan bir ata binme tarzı vardı. “Eee?” dedi Sansar. “Yangını o çıkardı,” dedi Rincewind kısaca. Bravd ve Sansar, bir ayağı üzengide hoplaya zıplaya gelen karaltıya baktılar. “Kundakçı o mu?” dedi Bravd en sonunda. “Hayır,” dedi Rincewind. “Tam olarak değil. Sadece şunu söyleyeyim: Eğer tam ve eksiksiz kargaşa şimşekse, yıldırımlı bir havada ıslak, bakır bir zırh giyerek bir tepenin üzerinde durup ‘Bütün tanrılar onun bunun çocuğudur,’ diyecek biridir. Yiyecek bir şeyiniz var mı?” “Biraz tavuk var,” dedi Sansar.”Bir hikâye karşılığında veririm.” “Adı ne?” dedi, konuşmaları hep geriden takip eden Bravd. “İkiçiçek.

” “İkiçiçek mi?” dedi Bravd.”Ne komik bir isim.” “Siz,” dedi Rincewind atından inerek, “hikâyenin yarısını bilmiyorsunuz. Tavuk mu demiştiniz?” “Hardallı,” dedi Sansar. Sihirbaz inildedi. “Bu bana,” diye ekledi Sansar, parmaklarını şaklatarak, “yarım saat kadar önce gerçekten büyük bir patlama olduğunu hatırlattı.” “Yağ tutkalı dükkânıydı patlayan,” dedi, ateş yağmurunu hatırlamaktan irkilen Rincewind. Sansar arkadaşına dönüp beklenti içinde sırıttı; o da kesesinden madeni bir para çıkarıp homurdanarak uzattı. Sonra yoldan bir çığlık yükseldi ve birden kesildi. Rincewind tavuğundan başını kaldırıp bakmadı. “Beceremediği şeylerden biri ata binmektir,” dedi. Sonra ani bir anımsama zorlamışçasına kasılıp küçük bir dehşet çığlığı attı ve karanlığın içine doğru fırladı. Döndüğünde, Ikǚ içiçek denilen yaratık pelte gibi sihirbazın omzundan sarkıyordu. Küçük ve sıskaydı, çok tuhaf bir biçimde diz boyunda bir pantolon ve Sansar’ın zor beğenir gözlerinin yarı aydınlıkta bile rahatsız olduğu, gözü yoran, çarpıcı bir renk uyumsuzluğu içindeki bir gömlek giyiyordu. “Dokunarak anlayabildiğim kadarıyla kemikleri kırılmamış,” dedi Rincewind.

Güçlükle nefes alıp veriyordu. Bravd Sansar’a göz kırpıp yük hayvanı diye kabul etmiş oldukları şeyi incelemeye gitti. “Unutsan akıllılık edersin,” dedi sihirbaz, kendinden geçmiş Ikǚ içiçek’in muayenesinden başını kaldırmadan.”İnan bana. Onu bir güç koruyor.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir