Ursula K. Le Guin – Marifetler

GELDİĞİNDE yolunu kaybetmişti ve yukarıdaki topraklara gitmek için bizden ayrıldığında da muhakkak yolunu kaybetmiştir, ama yine de bu yolunu yitirmiş adam, bu kaçak adam nihayetinde bize rehber oldu. Gry ona kaçak adam diyordu. İlk başta onun korkunç bir şeyler yapmış olduğuna, cinayet işlediğine ya da hainlik ettiğine ve intikam korkusuyla yollara düştüğüne emindi. Yoksa bir ovalıyı buraya, bizim aramıza ne getirebilirdi ki? “Cehalet,” dedim ben. “Hakkımızda hiçbir şey bilmiyor. Bizden korkmuyor.” “Aşağıdaki insanların onu cadıların arasına çıkmaması konusunda uyardığını söyledi.” “Ama marifetler hakkında hiçbir şey bilmiyor,” dedim. “Ona göre bu sadece bir söylenti. Efsane, yalan…” Fakat tehlikeli bir noktaya geliyordum, o yüzden başka bir şey söylemedik. Kuşkusuz, ikimiz de haklıydık. Sadece gerçekten hak edilmiş bir hırsızlık şöhretinden veya can sıkıntısından da olsa, Emmon’un kaçtığına şüphe yoktu. Aldığı her kokunun peşinden koşturan bir tazı yavrusu kadar yerinde duramayan, korkusuz, meraklı ve lakayt biriydi. Aksanını ve konuşma tarzını düşününce, güneydeki uzak yerlerden, Algalanda’dan daha ileriden, dağ masallarının sadece masaldan —buzlu dağlarda cadıların yaşadığı ve olmayacak şeyler yaptıkları uzaktaki kuzey topraklarına dair eski söylentilerden- ibaret olduğu yerlerden geldiğini artık biliyorum. Dunet üzerinden gelseydi, yahut Danner’da ona anlatılanları dinlemiş olsaydı Caspromant’a hiç çıkmazdı.


Eğer bize inanmış olsaydı, dağların daha yükseklerine gitmezdi. Hikâye dinlemeye bayılıyordu, o yüzden bizi dinledi ama bize inanmadı. O şehirli bir adamdı, biraz tahsili vardı ve ovaları boydan boya dolaşmıştı. Dünyayı biliyordu. Biz kimdik ki, yani Gry ile ben? Biz ne bilebilirdik ki; mağrur bir edayla arazimiz dediğimiz ıssız dağ çiftliklerinin sefaletine ve batıl inançlara saplanıp kalmış haşin bir kız ile kör bir oğlan? O tembelce iyilikseverliğiyle bizi, sahip olduğumuz büyük güçler hakkında konuşmaya yönlendiriyordu, ama biz konuşurken süssüz ve zorlu hayatımızı, vahşi yoksulluğu, çiftliklerdeki sakat ve çekingen insanları görüyordu; bu karanlık dağların dışındaki her şey karşısındaki cahilliğimizi görüyordu ve kendi kendine, aman ne de büyük güçleri var ya, zavallı yumurcaklar! diyordu. Gry ile ben, bizden ayrıldıktan sonra Geremant’a gitmiş olmasından endişeleniyorduk. Onun hâlâ orada, ölmemişse de esir edilmiş, bacakları bir tirbuşon gibi burulmuş, sırf Erroy’a eğlence olsun diye suratı yamulmuş veya gözleri benimkilerin aksine gerçekten kör edilmiş bir halde olduğunu düşünmek insana ağır geliyor. Çünkü Erroy onun umursamaz havalarına, saygısızlığına bir saat bile tahammül etmez. Çenesi düştüğü zamanlarda onu babamdan uzak tutmak için az zahmete katlanmamıştım, ama bunu sırf Canoc’un sabrı sınırlı ve canı sıkkın olduğu için yapıyordum, yoksa lüzumsuz yere marifetini kullanacağından korktuğum için değil. Zaten babam ne Emmon’a, ne de başkasına aldırıyordu. Annemin ölümünden beri aklında yeisten, hiddetten ve kinden başka bir şey yoktu. Tümüyle ıstırabına odaklanmış, öç alma özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Civardaki bütün kuş ve kartal yuvalarının yerini bilen Gry, bir keresinde Yar’daki bir yuvada, yavruları ve erkeği için avlanan anaları bir çoban tarafından öldürülmüş, gümüş renkli acayip bir çift yavrusu uğruna kuluçkadan kalkmayan erkek bir leş kartalı görmüştü. Babam da kuluçkadaki bu kartal gibi düşüncelere dalmıştı ve açlık çekiyordu. Gry ve benim için Emmon bir hâzineydi, kasvetli dünyamıza gelen parlak bir yaratıktı.

Açlığımızı yatıştırıyordu. Çünkü biz de açlık çekiyorduk. Emmon bize hiçbir zaman ovalar hakkında yeterince şey anlatmazdı. Sorduğum her soruya karşılık iyi kötü bir şeyler söylerdi, ama genelde işi şakaya vurur, kaçamak ya da belirsiz cevaplar verirdi. Büyük ihtimalle geçmişinde bilmemizi istemediği epey şey vardı ve işin doğrusu, benim gözlerimin yerine geçen Gry kadar dikkatli bir gözlemci ya da iyi bir anlatıcı değildi. Gry, yeni doğmuş buzağının neye benzediğini tam olarak tasvir edebiliyordu: mavimsi tüylerini, yamru yumru bacaklarını, minik kürklü boynuz tomurcuklarını, her şeyini öyle bir anlatıyordu ki buzağıyı görmüş kadar oluyordum. Fakat Emmon’dan Sarmaşıklı Su şehrini anlatmasını istediğimde, pek öyle matah bir şehir olmadığını ve pazarının da pek cansız olduğunu söylüyordu sadece. Ama annem bana anlattığı için Sarmaşıklı Su şehrinde yüksek kırmızı evler, derin sokaklar, nehir trafiğinin işlediği rıhtımdan yukarı çıkan arduvaz merdivenler, kuş pazarı, balık pazarı, baharat, tütsü ve bal pazarı, eski giysiler için bir pazar, yeni giysiler için ise başka bir pazar olduğunu; sonra Trond Nehri’nin hem yukarısından, hem aşağısından, hatta okyanusun uzak kıyılarından gelen insanlar için büyük bir çömlek panayırı kurulduğunu biliyordum. Belki de Emmon’un hırsızlıktaki şansı Sarmaşıklı Su’da yaver gitmemişti. Nedeni ne olursa olsun, o sorular sorup arkasına yaslanarak bizi, genellikle de beni dinlemeyi tercih ediyordu. Dinleyen birini bulduğum zaman konuşmayı hep sevmişimdir zaten. Gry’da uzun süredir bir sessizlik ve sakınganlık alışkanlığı başgöstermişti, ama Emmon onu kabuğundan çekip çıkarabiliyordu. İkimize denk geldiği için ne kadar şanslı olduğunun farkına vardığını pek zannetmiyorum, ama ona kucak açmamızı ve çetin, yağmurlu bir kışı rahatça geçirmesini sağlamamızı takdir ediyordu. Bizim için üzülüyordu. Sıkıldığına kuşku yoktu.

Meraklıydı. “İyi hoş da, şu Geremant’taki adam ne yapıyormuş da bu kadar korku salıyor?” diye sormuştu; ses tonu, onu söylediğim şeyin doğruluğuna ikna etmek için elimden geldiğince uğraşmama yol açacak kadar kuşku yüklü olurdu. Ama bu meseleler marifet sahipleri arasında bile pek konuşulan şeyler değildir. Bunlar hakkında yüksek sesle konuşmak gayri tabii kabul edilir. “O soyun marifetine burmak denir,” dedim sonunda. “Burmak mı? Bıyık burmak gibi bir şey mi?” “Hayır.” Sözleri bulmak zor oluyordu, söylemek de zordu. “İnsanları burmak.” “İnsanların bir yerini çimdirmek gibi mi yani?” “Hayır. Kollarını, bacaklarını burmak. Boyunlarını. Bedenlerini.” Ben de konudan duyduğum huzursuzlukla oturduğum yerde biraz gerindim. Sonunda, “O ormancıyı gördün, hani şu Toparlak Tepe’deki yaşlı Gonnen’i. Dün, araba yolunda yanından geçmiştik.

Gry sana kim olduğunu söyledi,” dedim. “İki büklüm olmuş o adam.” “Brantor Erroy yaptı onu öyle.” “Onu iki büklüm yaptı, öyle mi? Neden?” “Ceza olarak. Brantor onu Gere Ormanı’ndan odun çalarken yakaladığını söyledi.” Bir süre sonra Emmon, “Romatizma da adamı o hale getirir,” dedi. “Gonnen o zamanlar genç bir adammış.” “Yani sen o olayın olduğu zamanı bilmiyorsun.” “Öyle,” dedim, onun o kendini beğenmiş kuşkuculuğundan canım sıkılarak. “Ama o hatırlıyor. Babam da hatırlıyor. Gonnen ona anlatmış. Geremant’ta bile olmadığını, bizim ormanımızda sınıra yakın bir yerde olduğunu söylemiş. Brantor Erroy onu görünce bağırmış; Gonnen de korkmuş ve sırtında bir yük odunla kaçmaya başlamış. Düşmüş.

Ayağa kalkmaya çalıştığında sırtının şimdiki gibi iki büklüm olduğunu fark etmiş, kamburu çıkmış. Karısının dediğine göre, dikelmeye kalkarsa büyük bir acıyla bağırıyormuş.” “İyi de Brantor ona bunu nasıl yapmış?” Emmon bu kelimeyi bizden öğrenmişti; bunu ovalarda hiç duymadığını söylemişti. Brantor diye, bir arazinin beyine veya hanımına, yani bir soyun başındaki kişiye, en marifetli olanına denir. Babam Caspromant Brantoru’ydu. Gry’ın annesi Roddmantlı Barre’ların Brantoru, babası da aynı arazideki Roddların Brantoru’ydu. Biz ikimiz onların varisleriydik, yuvadaki kartal yavrularıydık yani. Emmon’un sorusuna cevap vermekte tereddüt ettim. Sesinde alaycı bir ton yoktu, ama marifetin güçleri hakkında bir şey söyleyip söylememe konusunda emin değildim. Onu Gry cevapladı. “Adama şöyle bir bakmıştır,” dedi sakin sesiyle. Kör halimle onun sesi bende hep ağacın yaprakları arasında hareket eden hafif bir esinti hissi yaratıyordu. “Bir de sol elini veya parmağını adama doğrultmuş, belki ismini de söylemiştir. Sonra bir veya birkaç kelime daha söylemiş olabilir. Ardından olan olmuştur.

” “Nasıl kelimeler?” Gry’dan ses çıkmadı, belki de omzunu silkmişti. “Gerelerin marifeti, benim değil,” dedi sonunda. “Nasıl işlediğini bilmeyiz.” “Nasıl işlediğini mi?” “Marifetin nasıl işlediğini.” “Senin marifetin nasıl işliyor, ne işe yarıyor o zaman?” diye sordu Emmon, alay ederek değil merakla dopdolu bir sesle. “Avlanmakla ilgili bir şey mi?” “Barre’ların marifeti çağırmaktır,” dedi Gry. “Çağırmak mı? Ne çağırıyorsunuz?” “Hayvanları.” “Geyikleri mi?” Her sorudan sonra kısa bir sessizlik oluyordu, başıyla onaylamasına yetecek kadar bir süre. Başıyla onaylarken Gry’ın yüzünü hayal ediyordum, dikkatli ama anlaşılmaz. “Tavşanları?. Yabandomuzlarını?. Ayıları?. Peki bir ayı çağırdığın zaman, yanına gelirse ne yaparsın?” “Avcılar onu öldürür.” Gry duraksadı, sonra, “Ben av için çağırmıyorum,” dedi. Bunu söylerken sesi yapraklar arasındaki rüzgâr değil, kaya üzerindeki yeldi.

Arkadaşımız büyük ihtimalle ne demek istediğini anlamamıştı, ama Gry’ın ses tonu onu biraz ürpertmiş olabilir. Gry’la devam etmedi, bana döndü. “Ya sen Orrec, senin marifetin?.” “Babamınkiyle aynı,” dedim. “Caspro marifetine çözmek denir. Ama bu konuda sana hiçbir şey anlatmayacağım Emmon. Affedersin.” “Densizliği için af dilemesi gereken benim Orrec,” dedi Emmon, kısa bir süre hayretle duraksadıktan sonra; konuşması tıpkı annemin konuşması gibiydi, ovaların kibarlık ve yumuşaklığıyla öyle sıcaktı ki, gözlerim onları kapatan mühürlerinin altında yaşlarla karıncalanmıştı. Ya Emmon ya da Gry ateşin bizim tarafımızda olan kısmını canlandırdı. Ateşin sıcaklığı yeniden bacaklarıma ulaştı, bu pek hoşuma gitmişti. Kocaman ocağın başında, taştan sıraların bacanın yan tarafına derinlemesine gömülmüş olduğu güney köşesinde oturuyorduk. Ocak ayının son günlerinde soğuk bir akşamdı. Rüzgâr bacada koca baykuşlar gibi ötüyordu. Yün eğiren kadınlar ocağın diğer tarafına, ışığın daha iyi olduğu yere toplanmıştı. Ya ara sıra üç-beş kelime ediyor, ya da uzun, yumuşak, tekdüze yün eğirme türkülerini monoton sesleriyle söylüyorlardı; biz üçümüz kendi köşemizde konuşmaya devam ettik.

“Peki ya öbürleri?” diye sordu Emmon, susmak nedir bilmiyordu. “Onları anlatabilir misin ki? Diğer brantorları, bütün şu dağlardakileri, hani buna benzer taş kulelerinde yaşayanları? Kendi arazilerinde… Onların nasıl güçleri var? Onların marifetleri neler? Onlardan korkulmasının sebebi ne?” Sesinde her zaman, benim kendimi tutamayıp cevap verdiğim, o yarı inanmazlıktan doğan meydan okuma vardı. “Cordemant soyundan gelen kadınlarda kör etme gücü vardır,” dedim, “ya da sağır etme, ya da dil bağlama.” “Bak bu çirkin,” dedi, bir an için etkilenmiş gibi çıkmıştı sesi. “Cordemant erkeklerinin bir kısmında da aynı marifet vardır,” dedi Gry. “Baban Gry, Rodd Brantoru… onun da marifeti var mı, yoksa sadece annenin mi marifeti var?” “Roddlarda bıçak marifeti vardır,” dedi Gry. “Bunun anlamı da…” “Görüş alanı içindeki bir adamın kalbine tılsımbıçağını yollamak, boğazını kesmek, onu öldürmek ya da istediği gibi sakatlamak.” “Chorm’un bütün oğulları adına, bu güzel bir numara! Harika bir marifet! Annene çektiğine sevindim.” “Ben de,” dedi Gry. Emmon öyle tatlılıkla ikna ediyordu ki, ona güçlerimizi anlatmanın verdiği güçlülük hissine karşı koyamıyordum. Böylece ona gördükleri ve işaret edebildikleri her yeri tutuşturabilen Olm soyunu anlattım; tek sözle ve tek hareketle eşyaları, hatta evleri, hatta tepeleri bile hareket ettirebilen Callemleri; ve içgörü sahibi oldukları için insanın düşüncelerini okuyabilen Morga soyunu -gerçi Gry onların insanın içinde olabilecek hastalıkları ve zayıflıkları gördüklerini söyledi. Bu durumda Morgaların tehlikeli olmasalar bile insanı rahatsız edecek cinsten komşular olabileceği konusunda hemfikir olduk, zaten o yüzden ayak altında değillerdi, kuzeydeki dar vadilerin ötesinde uzanan yoksul topraklarda yaşıyorlardı ve güzel atlar yetiştirdikleri dışında onlar hakkında pek bir şey bilinmiyordu. Sonra ona bütün hayatım boyunca, kuzeydoğudaki dağların tepesindeki geniş topraklarda yaşayan soylar hakkında, yani Helvarmant, Tibromant ve Borremant ile Carrantage’ın savaşçı beyleri hakkında duyduklarımı anlattım. Helvarların marifetine temizlemek deniyordu ve benim soyumun marifetine benziyordu, o yüzden bu konuda daha fazla konuşmadım. Tibrolar ile Borrelerin marifetlerine dizgin ve süpürge deniyordu.

Bir Tibromant erkeği insanın iradesini ele geçirip, kendi istediğini yaptırabilirdi; buna dizgin deniyordu. Bir Borremant kadını insanın aklını alıp, boş kafalı bir ahmak haline getirebilir, beyinsiz, dilsiz biri olarak bırakabilirdi; buna da süpürge deniyordu. Tüm diğer güçlerde olduğu gibi bunlar da tek bir bakış, tek hareket, tek sözle yapılıyordu. Fakat bu güçler bizim için de, Emmon için olduğu gibi söylentiden ibaretti. Dağların bu kısmında o büyük soyların hiçbiri yoktu, Carrantage brantorları zaman zaman toprak kölesi toplamak için akına gelseler de, aşağı arazilerin insanlarına karışmazlardı. “Siz de bıçaklarınızla, ateşlerle falan onlara karşı savaşıyorsunuz,” dedi Emmon. “Neden bu kadar dağınık yaşadığınızı anlayabiliyorum!. Buranın batısında yaşayan, sözünü ettiğiniz o insanlar, o büyük arazi, Drummant mıydı? Oranın brantoru ne yapıyor da sizi rahatsız ediyor? Adamla tanışmadan önce bunları bilmek isterim doğrusu.” Ben konuşmadım. “Brantor Ogge’nin marifeti ağır ağır eritmektir,” dedi Gry. Emmon güldü. Böyle şeylere gülünmeyeceğini bilemezdi. “Daha kötüsü de olabilirdi!” dedi. “Eh ben de hani o içgörü, öyleydi değil mi, içgörü sahibi insanlara giderdim onlar da beni rahatsız eden şeyi söylerlerdi. Neticede, onlarınki işe yarayan bir marifet sayılır.

” “Bir saldırıya karşı değil,” dedim. “Yani sürekli birbirinizle savaşıyor musunuz, yani araziler arasında hep savaş mı var?” “Tabii ki.” “Neden?” “Eğer savaşmazsan ele geçirilirsin, soyun sona erer.” Cahilliğini pek mağrurca karşılıyordum. “Marifetler bu işe yarar, verdiği güçler sayesinde… insan arazisini koruyabilir, soyunu temiz tutabilir. Eğer kendini koruyamazsan, marifetini kaybedersin. Başka soylar bize baskın çıkar, sıradan insanlar, hatta kalluklar bile…” hemen sustum. Ağzıma geliveren söz, ovalılar için, marifeti olmayan insanlar için söylenen, hayatımda hiç yüksek sesle söylememiş olduğum bu aşağılayıcı söz beni durdurmuştu. Annem de bir kalluktu. Drummant’ta ona öyle demişlerdi. Emmon’un bir çomakla külleri karıştırdığını duyuyordum; bir süre sonra, “Yani bu güçler, bu marifetler aileden geliyor, babadan oğula geçiyor, asillerin unvanları gibi ha?” dedi. “Ve anneden kıza,” dedi Gry, ben bir şey söylemeyince. “Böylece bu marifeti aile içinde tutabilmek için hep aile içinden evlenmek zorunda kalıyorsunuz. Bunu anlayabiliyorum. Eğer evlenecek bir kuzin bulamazsanız marifetler yok mu oluyor?” “Bu Carrantage’da bir sorun değil,” dedim.

“Orada toprak daha zengin, araziler daha büyük, üzerinde daha çok insan var. Brantorun kendi soyundan gelen bir düzine aile vardır arazisinde. Burada ise, sülaleler daha küçük. Eğer sülale dışından çok evlilik olursa marifetler zayıflıyor. Ama güçlü marifetler hiç şaşmaz. Anneden kıza, babadan oğula.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir