Veronica Roth – Uyumsuz #3 – Yandaş

BİLGELİK MERKEZİ’NDEKİ HÜCREMİZDE HIZLI ADI MLARLA volta atarken, kulaklarımda onun sözleri yankılanıyor: Benim adım Edith Prior. Ve bu adı unutmaktan mutlu olmak için birçok nedenim var. “Yani onu daha önce hiç görmemiş miydin? Resmini bile mi?” diyor Christina. Uzattığı yaralı bacağı bir yastığın üzerinde duruyor. Umutsuz bir girişimle Edith Prior’un videosunu şehrimize göstermek isterken vuruldu. O sırada bunun ne anlama gelebileceği, temellerimizi, topluluklarımızı, kimliklerimizi nasıl parçalayacağı hakkında en ufak bir fikrimiz bile yoktu. “Büyükanne, teyze ya da öyle biri mi?” “Sana görmediğimi söyledim,” diyorum, duvara vardığımda dönüyorum. “Prior, benim babamın adı -adıydı yani. Demek onun ailesinden olmalı. Ama Edith bir Fedakârlık ismi ve babamın akrabaları Bilgelik’ten olmalı, öyleyse…” “Öyleyse daha yaşlı olmalı,” diyor Cara, başını duvara yaslarken. Bu açıdan tıpkı ağabeyi Will’e, ateş ederek vurduğum arkadaşıma benziyor. Sonra doğruluyor ve Will’in hayaleti kayboluyor. “Birkaç nesil öncesi. Atalardan biri.” “Ata.


” Bu kelimenin ufalanan bir tuğla gibi eskiliğini içimde hissediyorum. Dönerken hücrenin duvarlarından birine dokunuyorum. Panel soğuk ve beyaz. Benim atam ve bana miras bıraktıkları: Topluluklardan bağımsız olmak ve Uyumsuz kimliğimin, tahmin edebileceğimden çok daha önemli olduğu bilgisi. Varlığım, bu şehirden ayrılmamız ve dışarıda kim varsa yardımımızı esirgememiz gerektiğinin bir işareti. “Bilmek istiyorum,” diyor Cara, eliyle yüzünü sıvazlarken. “Ne zamandır burada olduğumuzu bilmek istiyorum. Bir dakikalığına volta atmayı keser misin?” Hücrenin ortasında durup kaşlarımı kaldırarak ona bakıyorum. “Kusura bakma,” diye geveliyor ağzının içinde. “Sorun değil,” diyor Christina. “Burada fazla kaldık.” Evelyn’in birkaç küçük emirle Bilgelik Merkezi’nin lobisinde kaos yaratarak bütün tutsakların üçüncü kaĴaki hücrelerine kaçışmasını sağlamasının üzerinden günler geçti. Yaralarımızı tedavi etmek ve ağrı kesici dağıtmak için Topluluksuz bir kadın geldi. Karnımızı doyurduk, birçok kez duş aldık ama dı- şarıda neler olduğuna dair kimse bize bir şey söylemedi. Kimse inatçı sorularımı yanıtlamadı.

“Tobias şimdiye kadar gelir sanıyordum,” diyorum, karyolamın kenarına çökerek. “Nerede kaldı?” “Belki yalan söylediğin ve babasıyla arkasından iş çevirdiğin için hâlâ sana kızgındır,” diyor Cara. Ateş saçan gözlerle ona bakıyorum. “Dört, o kadar da dar kafalı biri değil,” diyor Christina. Ya Cara’yı azarlıyor ya da beni rahatlatmaya çalışıyor, emin olamıyorum. “Muhtemelen gelmesini engelleyen bir şeyler vardır. Ona güvenmeni söylemişti.” Herkes bağırıp çağırırken ve Topluluksuzlar bizi merdivenlere doğru iĴirirken yaşanan kaosta, onu kaybetmemek için parmağımı tişörtüne dolamıştım. Bileğimi tutmuş, beni itmiş ve gerçekten de bu kelimeleri söylemişti. Güven bana. Sana söyledikleri yere git. “Güvenmeye çalışıyorum,” derken ciddiyim. Ona güvenmeye çalışıyorum. Ama her bir parçam, her bir kasım, her bir sinir ucum özgürlük için karıncalanıyor. Sadece bu hücreden değil, bizi tutsak eden şehirden kurtulmak istiyorum.

 Çitin dışında ne olduğunu görmem lazım. İKİNCİ BÖLÜM TOBIAS Bu KORİDORLARDA YÜRÜRKEN, BİR TUTSAK OLARAK YALI N AYAK aĴığım her adımda acının her yerimde zonkladığı günleri hatırlamadan edemiyorum. Ve bu anılara, başka anılar eşlik ediyor. Ölüme giderken Beatrice Prior’u beklemek, kapıyı döven yumruklarım, sadece uyuşturucuyla bayıltıldığını söyleyen Peter’ın kucağındayken Tris’in jöle gibi sarkan bacakları… Buradan nefret ediyorum. Bilgelik yerleşkesi olduğu günlerdeki kadar temiz değil. Duvarlardaki kurşun delikleri, her yere yayılmış kırık ampul parçalarıyla tam bir savaş harabesine dönüşmüş durumda. Çamurlu ayakkabı izleri üzerinden hücresine doğru yürürken üzerimdeki ışıklar göz kırpıp duruyor. Ve sorgusuz sualsiz içeri alındım, çünkü kolumdaki siyah renkli banĴa Topluluksuzlar’ın sembolü -boş bir daire- yüzümdeyse Evelyrnin yüz hatları var. Tobias Eaton, bir zamanlar utancın ismiydi, şimdiyse alabildiğine güçlü bir isim. Tris içeride. Cara’nın karşısında Christina’yla omuz omuza vermiş yerde oturuyor. Sevgili Tris’im solgun ve küçük görünmeliydi -ki zaten solgun ve küçük bir kız- ama sanki bütün odayı dolduruyor. Koca gözleri beni bulduğunda ayağa kalkıyor, kollarıyla sımsıkı belime sarılıyor, yüzünü göğsüme yaslıyor. Bir elimle omzunu sıkıp diğeriyle saçlarını okşuyorum. Saçları beline kadar inecekken ensesinde bitince hâlâ şaşırıyorum.

Saçlarını kestiğinde mutlu olmuştum, çünkü bu saç kesimi cici kızlar için değil, savaşçı kızlar içindi ve buna ihtiyacı olduğundan emindim. “İçeri nasıl girdin?” diye soruyor yumuşacık, berrak sesiyle. “Benim adım Tobias Eaton,” dediğimde gülüyor. “Doğru. Sürekli unutuyorum.” Bana bakmak için biraz geriliyor. Rüzgârda dağılabilecek bir yaprak yığınıymış gibi bana bakarken gözlerinde bocalayan bir ifade var. “Neler oluyor? Neden bu kadar geç kaldın?” Çaresizce, yakarırcasına soruyor. Burada, bende bıraktığı korkunç anılar, onunkilerin yanında hiç kalır. İdamına yürüyüşü, ağabeyinin ihaneti, korku serumu… Onu buradan çıkarmalıyım. Cara başını kaldırıp merakla bakıyor. Artık derime sığamıyormuşum gibi rahatsız hissediyorum. Birinin bana bakmasından nefret ediyorum. “Evelyn, şehri kontrolü altına aldı,” diyorum. “Kimse ondan izin almadan adımını atamıyor.

Birkaç gün önce, zalimlere karşı birleşmemiz gerektiğine dair bir konuşma yaptı. Dışarıdaki insanlardan bahsediyor.” “Zalimler mi?” diyor Christina. Cebinden küçük bir şişe çıkarıp içindekini ağzına boşaltıyor -sanırım bacağındaki kurşun yarası için ağrı kesici yutuyor. Ellerimi cebime kaydırıyorum. “Evelyn -ve aslında birçok insan- daha sonra kullanmak üzere bizi buraya tıkan bir avuç insan için şehri terk etmememiz gerektiğini düşünüyor. Çözümü başkalarına bırakmaktansa, şehri iyileştirip sorunlarımızı kendi kendimize çözmemizden yanalar. Tabii bu benim yorumum,” diyorum. “Annemin bu fikirden çok hoşlandığı konusunda şüphelerim var, çünkü burada kapalı kaldığımız sürece ipler onun elinde olacak. Buradan çıktığımız anda, ipler elinden kaçar.” “Harika.” Tris gözlerini deviriyor. “Tabii ki en bencilce yolu seçecekti.” “Haklı olabilir.” Christina, parmaklarıyla şişeyi kavrıyor.

“Şehirden gitmek istemediğimi, dışarıda ne olduğunu merak etmediğimi söylemiyorum, ama burada yeterince derdimiz var. Daha önce hiç tanışmadığımız bir avuç insana nasıl yardım edebiliriz?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir