Amit Chaudhuri – Akşamüstü Ezgisi

Kapı çalıyor. Müzik öğretmeni içeri giriyor. Her zamanki gibi gülümsüyor. Tüm bedeni gülümsüyor. Karmaşık bir melodi mırıldanıyor dışarıda rüzgâr, ışık ve yağmur, toprağı gölgelerden oluşan bir değirmen gibi öğütüyor. İçeride, serin odada, annem ve müzik öğretmeni halının üzerine oturmuş, her zamanki gibi, misafir odasındaki sedirlerle, masalarla, tablolarla ve biblolarla çevrelenmişler. Annem harmonyum çalıyor; şarkı söylemeye başlıyor. Siyah beyaz tuşların üzerindeki parmakları, çok kapalı bir tapınağın anahtarlarına benziyor. Müzik öğretmeni şarkıya katıldığında, insan sesinin, gırtlaktaki o küçük enstrümanın, saklı notalar evreniyle, narin ve esrarlı kurallarıyla, ne kadar tuhaf bir şey olduğunu gösteriyor. Yağmurun inşa ettiği malikâne kadar ferah bir raag etrafı sarmalıyor, ve dört ana unsurdan biri gibi iç çekiyor. Raag’ın müthiş mimarisinin içinde, notalardan oluşan insansız dünyadaki berrak kemerin ardında, iki kişi oturuyor, ikisi de yalnız -annem ve müzik öğretmeni- sedirlerle tablolarla ve biblolarla çevrelenmiş. Müzik öğretmeni bugün kayıtsız. Tepki vermiyor. Annem, şarkı söylerken bir parça sıkıntılı, bir yandan da kaynağını bilmediği bir korku duyuyor. Müzik öğretmeni, sırtını dayadığı sedirle, mobilyalara has, rahatsız edici bir sabır ve boş vermişlik içinde birleşmiş, bir an için sedirin yumuşak, kaygısız hatlarından ayırt edilemez hale gelmiş. Karısı, dul annesi, erkek kardeşi, kayınbiraderi, kız kardeşi, dört çocuğu, doğumu sırasında ortaya çıkan, pırlanta gibi parlayan takımyıldız kendisinden uzaklaşıyor. Halının üzerinde, sırtı sedire dayalı, tek başına oturuyor. Berrak, serin havası kayıtsızlıkla dalgalanan küçük, sakin odadaki bu huzur anının arkasında akıcı ve kederli, kendi ışıltılı varlığına katlanamayan, ama yağmurdan ya da gözyaşlarından ya da başka bir maddeden yapılmış dev duvarlar gibi, sürekli eriyerek kendisinden uzaklaşan bir şey var. Müzik öğretmeni ölmekte. Bundan haberi yok, ama bir yıla varmaz ölmüş olacak. Yağmuru bir daha görmeyecek. Bundan haberi yok. Öleceğinden bihaber oluşu, onu bir hale gibi çevreliyor, Tanrı’ya yakınlaştırıyor. Annemin bundan haberi yok. Yağmurun bundan haberi yok. Yağmur, dünyayı temizliyor. İçimizdeki; insani, ama mevsimlerle değişen bir şey de temizleniyor, sessiz bir sağanak halinde yağan her gözyaşıyla.


Oxford’a her yıl yeni öğrenciler gelir ve eski öğrenciler ortadan kaybolur; insan bir süre sonra, hepsi birbirine bağlanan cadde ve sokakları avcunun içi gibi bilir. Kuzeyde, kimse Summertown’ın ötesine gitmez, Londra’ya ise Headington üzerinden gidilir. Michaelmas’ın ilk gününde, kara cüppeler giymiş öğrenciler yürüyerek okullara, açılış törenlerine giderler. Yıl sonunda, aynı kara cüppeleri bu kez sınavlara girmek için, asık suratla üzerlerine geçirirler; sınavlardan sonraysa şehir bomboştur ve günler, İngilizlere özgü, yaz saati uygulaması denilen büyüden dolayı, bir saat daha uzundur; ve akşamları Oxford, bir savaşın ortasındaymış gibi görünür. Savaş zamanı İngiliz şehirleri nasıl görünüyordu acaba? Küçük esnaf çalışır çalışmasına, ama pek müşterileri yoktur. Sokaklarda cıvıl cıvıl, fakat hüzünlü, ender rastlanan türden bir huzur vardır; insan bunu görünce hem şaşırır hem de keyiflenir. Kol kola gezen bir çift, ya da kapı önünde genç bir adamla laflayan bir kadın; erken vedalar… Savaşın ortasında bir şehir dendiğinde gözümde işte böyle şeyler canlanıyor, çünkü aylak aylak dolaşan, kaldırımdan kaldırıma seslenen, nefesleri bira kokan, itişip kakışan gençler, eski bir yaşam tarzının inatçı alışkanlıklarını, sabahları açılıp akşamları indirilen kepenkleri olduğu gibi bırakarak ortadan kaybolunca, geriye medeniyet ve vatandaşlık bilinciyle dolup taşan, bomboş bir kale kalır. Oxford bir rüya gibidir; sürekli kendini tekrarlayan, bir dolup bir boşalan, küçücük bir dünya. Odamın penceresinden bakınca kütüphaneyi, fakülte binasını ve hafifçe kıvrılarak başka bir fakülteye uzanan yaya yolunu görebiliyordum. Öğrenciler üzerlerinde en tuhaf kıyafetlerle, etekleri uçuşan paltolarla, uzun, siyah, kaba eteklerle, erkekler küpeli, kızlar çingene kılıklı, her sabah derse girmek için toplanır ya da göğüslerine bastırdıkları kitaplarla kayıtsızca binalara girip çıkar ya da ne yapacaklarını şaşırıp boş verir, merdivenlerde otururlardı. İki yanında sonbaharda kıpkırmızı kesilen çalılar uzanan yaya yolunun büyük bir kısmını görebiliyordum; yol, ileride, bir kanalın üzerinden geçiyordu, orada su olduğunu hissediyordum. Suyu hissetme yeteneği, Worchester Üniversitesi’ni ziyaret ettiğimde yeniden canlanmıştı; keyifsiz bir gündü, çünkü o dönemde Mandira ve Shehnaz arasında kalmıştım. Gece biriyle yatıyor, gündüz ötekiyle geziyordum, ancak bir süreliğine buraya gelip Lawrence üzerine bir seminere katılmam gerekiyordu. Üniversite avlusuna girince, karşı duvarın arkasındaki ışığın -akşam vaktiydi- farklı olduğunu gördüm, sanki güneş oradan batmıştı, bu yüzden duvarın arkasında bir deniz ve ufuk çizgisi olduğunu hayal ettim. Sonradan, orada bir göl olduğunu öğrendim.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir