Panait Istrati – Minka Abla

Sereth Irmağının yatağı, doymak bilmez Tuna’ya yaşamını bağışladığı yere varmadan biraz önce, İbrail’le Galatz arasında uzanan geniş ve verimli bir ovaya dönüşür. «Irmakağızlar» denen yöre halkının, burayı bir baştan bir başa geçmek için, arabayla iki saat yol alması gerekir, öylesine geniştir işte. Bu ırmak yatağının alışılmamış genişliğini ve cömertliğini, bölgenin yaşlıları kendilerince açıklarlar. Derler ki, eskiden Sereth’in de biz insanlar gibi bir ruhu, tutkulu bir ruhu varmış. Gururlu Sereth, Bukovina’dan yola çıktıktan sonra geçtiği yollarda, gönül verdiği bir genç kızı ayartmış ve kendi olanaklarıyla onu Karadeniz’e dek götürmeye karar vermiş. Ona, yeryüzünün en güzel şeyleri olan nar ve portakalların yetiştiği ülkeleri göstermek istiyormuş. Nar ve portakallar, adı Bistritsa olan sevgilisinin güzelliği önünde kıskançlıktan sararıp solacaklarmış. Hoppa ve ateşli bir ırmak olan Bistritsa, sevgilisinin önerisini kabul etmiş, onunla birleşmiş ve birlikte, ta bizim oralara dek inmişler, ama Tuna birden onlara: «Hey! Ancak yollar kesişebilir, sular asla. Hele bir ırmak, kocaman bir nehrin bedenini kesmeye nasıl cesaret gösterirmiş.» diye bağırmış. Ve Tuna, görüldüğü gibi, yollarını kesmiş. İşte o zaman öfkelenen Sereth, yatağını genişletmeye hazırlanmış. Sevgilisini, kıyıları altın sarısı meyvelerle yıkanan denize ulaştırabilme arzusuyla, Tuna’nın genişliğine ulaşıp onu geçmiş bile. Ancak yarış çok orantısızmış, yaşlı nehrin boyu çok uzunmuş. Sereth’le Bistritsa, tek vücut olmalarına karşın, yenilmişler.


Tuna, ikisini de yutmuş. Ne de olsa, onluna tutkulu oynaşmaları sayesinde, biz «Irmakağızlılar» eşi ender bulunur bir topraktan yararlanıyoruz, çünkü onlar, yolunun üstünde rastladığı her şeyi silip süpüren o suratsız Tuna’ya genç ruhlarını tealim etmeden önce, en çok bumda sevişmişler. Gerçi, bizlere bıraktıkları bolluğu bazen pahalıya ödüyoruz. Çünkü iki sevgili kesin bir yenilgiye razı olmadılar. On yılda bir eski düşlerini anımsarlar, hiçbir şeyin durduramayacağı bir kasırga gibi coşup taşarlar. O zaman biz, pılıpırtımız, hayvanlarımız, kümeslerimiz, köpeklerimiz, kedilerimiz, domuz yavrularımız ve yoksulluğumuzla işe yaramaz insanlar gibi silinip süpürülürüz. Ekinlerimizden iz bile kalmaz. Kulübelerimizin yalnızca çatıları görünür. Irmakağzı’mız İbrail Yaylası ve Galatz Yaylası arasında kaim bir su tabakası altında kaybolur, biz de bu yaylalar üstünde saz kulübelerimizi kurar ve bizim sevdalıların öfkesinin yatışmasını bekleriz. Sonra, her şey düzene girince, her yan yalnızca yıkıntıdır, ama her şey eskisinden daha yeni, daha tazedir, çünkü aşkın öfkesi her zaman verimlidir. * * * İbrail Yaylası’ndan Galatz Yaylası’na dek, Sereth Vadisi içinizi arzuyla doldurur. Burası, tutku öğelerini sürüp arzu tohumlarını bıraktığı bir toprak karnıdır. Onlar insana her şeyi vaadetmişler, ama arzuyla, yani doyumu azaltan ve karayazıyla savaşarak yaşama karşı çıkma gücünün dışında hiçbir şey vermemişlerdir. Bükreş-Tuna Ekspresi, bu iki yaylayı birleştiren ve Irmakağzı’nı kuşbakışı gören o kocaman bende girince, göğsümüzü, değerini bilmediğimiz, belli belirsiz bir ölümsüzlük duygusu doldurur. Bu, uzun zamandır gözden düşmüş bir sevginin anımsanması gibidir.

Büyük bir boşluğu dolduran yaygın bir ışık sizi öldürücü kayıtsızlıktan uyandırır. Pencereden, kompartımanların içini meraklı bakışlarla süzen birkaç ulu bataklık kuşundan, ya da demiryolu geçidinde hükümet güçleri korkusuyla bütün treni selamlamak için şapkasını çıkaran yaşlı bir köylüden başka bir şey yoktur. Uzaktan uzağa, gelişigüzel serpilmiş kulübe kümeleri, kolay mutluluğa meydan okurmuş gibi belirir. Mevsimine göre, orada ekilmiş toprakla karışan insanlar ve hayvanlar da görülür. Hepsi bu kadardır. Göz kamaştırıcı bir doğa olmadığı gibi, uygarlık da bulunmaz. Irmakağzı’nda, toprağın, insanı Tanrı’yla boy ölçüşmeye zorlamaktan başka amacı yoktur. Toprak, özsuyuyla dolu olarak kendini insana sunar, bütün terini uğrunda harcamaya iter, ama iş hasada gelince, görünmeyen bir el, sonucu vaadedici olduğu kadar tehdit edici bir şekilde tartar. Burada Tanrı, insana dev gibi ağzıyla gülümser ve şunları söyler: «İşte, bolluk içinde yaşaman için hafifçe kazımanın yeterli olduğu eliaçık bir toprak. Bu yüzden seni, iki devin, Seretıh’le Tuna’nın insafına bırakıyorum kuraklıktan korkmayıp fazla semirmeye başladığın an, ikisi ya da ikisinden biri tepene çoksun. Böylece en sevdiğim güçle, yani arzu ile beni anımsayacaksın.» Arzu, Imıakağızlılar için, yaşadıkları bataklık çukurunun yarattığı belirsizliğe karşın, sürekli duyulan daha iyiye inanma özlemidir. Topraklarının Sereth’den çalınmış olduğunu düşündükçe, büyük sevinç duyarlar. Baharda ve güzün, homurdanan nehre kulak verirken, suların az sonra yoksul kulübelerinin üstüne çıkıp çıkmayacağını düşünürken, İnsan, onların şehvet dolu bir mutluluk duyduklarını sanır. Bu tehlike onlara dokunmayacakmış gibi gelir.

Babadan oğula, topraklarının Tanrı tarafından kutsanmış olduğunu, «verince iyi verdiğini» bildikleri için, pulluk demirlerini Sereth’in burnunun dibine dek götürerek alabildiğince tohum ekerler, ama ürünlerinin yarısından fazlasını ona bırakırlar. Hepsi de onu ve evlerini bırakıp canlarını kurtarmak için yaylalarda kulübeler kurmadıkları zamanlarda elbet. Hayvanları ve kümesleri için de durum böyledir. Var güçleriyle yetiştirirler, çünkü «otlak ve su yanımızda, onları kullanmaktan başka iş kalmıyor» derler. Gerçektir bu. Ancak bu hayvanların yarısından çoğu fidye olur, çünkü oturdukları yerden bir kurşun atımı ötede hırsızı, kurdu ve tilkisi bol, binlerce hektarlık bir bataklık uzanır ve hayvanları kendi öz mallarıymış gibi kullanır. Farketmez: «insan çileler için yaratılmıştır» der, Irmakağzı köylüsü. Verimin tam olmayacağını bildiklerinden, aldıkları az ürünü Tanrı’nın bir lûtufu sayarlar. Sahibi Sereth olan topraktan, bütün varlıkları olan zavallı hayvanlarına kadar, hiçbir şeyin kendilerinin olmadığına inanırlar. Toprakla savaşa girişmek, ondan en fazlasını istemek ve ummak ama ancak ölmeyecek kadarını, hatta bazen bunu bile elde edememek, kimi zaman da hiçbir şey alamamak; işte Sereth vadisi insanını insanlaştıran şey budur; Romanya’nın bu bölgesinde, bahçe çitleri hayvanlar için çekilir, kapılara yalnızca ev sahibinin evde olmadığını göstermek için kilit konur; burada genç kızlar, kış gecelerinin binlerce yalnız ve ateşli saatini, evlendikleri gün canyoldaşlarının en sevgilisine vereceği bir gecelik gömleğini işlemeye harcarlar. Orada ufuk, insana daha yakındır; gökkubbe daha yüksek ve daha yuvarlaktır. Ve bakışlarınızı nereye çevirirseniz çevirin, umutla tehlike dirsek dirseğedir. Bu da Irmakağzı köylülerinde-ki ortak düşünceyi haklı çıkarır: «Nereye başvuracağımı bilmediğim zaman, kollarımı gökyüzüne kaldırır ve başka şey düşünürüm.» Bu, umutsuzluk değildir. Bu, insana: «Her şey senin için.

Senden bir şey esirgenebileceği hiçbir yerde yazdı değildir,» diye bağıran arzunun apansız uyanışıdır. Böylece o, sahip oluşun doyuruştan gelmediğini anlar; sahip olma duygusunun, uğrunda çetin bir savaşa girdiği o heyecan veren doyumda olduğunu, ama asıl tümüyle dolu arzuda, yaşama çağrısında – bulunduğunu anlar. Nisan sabahı, güneş doğduğu ve yüzünü taze bir ışıkla yıkadığı zaman, yeşil ve gür tüylü tarlalar, insanın göğsünü sınırsız bir sevinçle şişirir. Arabasında, ayakta durup köyünü seyreder ve yüksek sesle haykırır; — Tanrım, ne güzel! İşte tam o anda, daha sonra değil, emeğinin karşılığını alır. Hatta haftalar boyu, arpa ya da mısır unundan yapılmış çorbasını büyük bir keyifle yutar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir