Şebnem İşigüzel – Sarmaşık

O kış hayatlarımız sarmaşık dalları gibi birbirine geçecek, bütün felaketler ve kötülükler bizi bulacaktı. Birbirimizin varlığından haberimiz yokken, hayatlarımızı var eden tesadüfler birleştirecekti bizi. Sarmaşıkların sırnaşık cılız gövdeleri gibi aşklarımız, kederlerimiz, kayıplarımız ve arzularımız birbirine dolanacaktı. Tesadüflerin hayatın atomları olduğunu, böyle saçmalıkları düşündüğüm için değil de, kafamı üç gün önce traş ettiğimden, o sert kır saçlar, şeffaf gibi görünen kafa derimi delip çıkmaya çalıştığından kafam kaşınıyor şimdi. Sakallarım da çıkmaya yakın böyle kaşınır benim. Yüzümü duvarlara, pencere pervazlarına, merdiven trabzanlarına sürterek kaşımak isteyeceğim kadar çok kaşınır. Böyle, kaşınırken değil ama, kafamı tepedeki kelim gibi traşladığımda kendimi Picasso’ya benzetiyorum. Picasso’ya benzemek için onun gibi bakmak da gerekir tabii. Bendeyse nerede o bakışlar? Oysa bizzat tanışmıştım Picasso’yla; işte, pencereye düşen aksimle göz gözeyim şimdi: Bakabiliyor muyum Picasso gibi? Boşverin, geçelim. Hayatımın en sakin son günü olduğunu bilmediğim bugün, bir haftadır karşı pencerede beliren, karnı burnunda kadının adının Sedef olduğunu öğrenmiştim. Elinde çirkin poşetlerle ağır aksak yürürken, “Sedef” diye seslenilmişti arkasından. “Sedef, bu ne hal?” Hamileliğine, doğurmasına yakından tanık bir arkadaşı olmalıydı. Daha o sabah, karşı pencereleri seyrederken, Sedef ve onun kocası olduğunu tahmin ettiğim adamı görmüştüm. İkisi de benim gibi pencerede dikilmişlerdi. Ama ne beni, ne diğer pencereleri izliyorlardı.


Evlerinin önündeki çirkin bahçeyle de ilgileri yoktu. Kocası, pencere camı üzerinde bir şeyleri gösteriyordu. Bunu yaparken bağırıyordu sanırım; şiddetle açılıp kapanıyordu ağzı. İlk defa daha göbekli ve daha kel görünmüştü gözüme. Böyle görünen kocasıydı elbette. Sedef, Jan Van Eyck’in en meşhur tablosundaki; hani, şu solgun yüzlü bir adamla el ele tutuşmuş poz veren, arkalarındaki yuvarlak aynada da tabloyu yapan ressamı gördüğümüz, perspektif ve işçilik harikası resimdeki o mahcup kadın gibiydi. Resmin adı, ‘Arnolfini ve Karısı’dır. Arnolfini, Brugge’ye yerleşmiş İtalyan bir tüccardır ve bu tablo, resim tarihine özel hayatı konu alan ilk örnek olarak geçmiştir. Bu resmi bana Sedefin yeşil olduğunu düşündüğüm elbisesi ve gebeliği hatırlattı. Hoş, bizim Arnolfini bağırıp çağırmasa, karısıyla el ele tutuşup bana doğru, karşı apartmanın penceresinden onları izleyen portre ressamına doğru gülümseyerek baksa, o mutluluk resmindeki gibi görüneceklerdi. Uzun zamandır işsiz -haliyle sadece kendi zevki için çalışan- bir portre ressamı olarak canım sıkılıyordu. Sedefi, yeşil olduğunu düşündüğüm elbisesiyle karnı burnunda, kendisine bağırdığı aşikâr olan kocasının karşısında gördüğümde, zavallı gebe ev kadınının kaderini tersine çevirecek bir portresini yapmayı arzu ettim. Bu portresinde, genç kadının ağzından çıkan ateşler, kocasını korkudan tir tir titretecekti. Önümüzdeki dar caddeden arabalar geçiyordu, sonra insanlar. Evlerinin önündeki bahçede ilk defa gördüğüm bir adam, boş süs havuzun içine girmiş dolanıyordu.

Onlarca serçe bahçe kapısının üzerine dizilmişti. Bir tek o, çok çaresiz ve mutsuz görünüyordu. Bütün bunlar olurken kız kardeşim Hayal atölyemde, yanımdaydı ve sessizce oturmuş çayını içiyordu. Her gün aynı saatlerde, birlikte oturduğumuz bu yüz yıllık üç katlı evin atölye olarak kullandığım üçüncü katına çıkar, sessizce çayını içer, kuşların, böceklerin, kedimin ve tuvalimin içindekilerin neler konuştuğunu fısıldardı bana. Katatonik şizofrendi ve takılırsa bütün bir gün, elinde çay fincanıyla karşımda donakalırdı. Yaklaşık on yıldır hasta. Hastalığının ilk yıllarında kendisini telaşla tıktığımız akıl hastanesinden çıktıktan sonra burada, atölyemde, elinde çay fincanıyla girdiği her donup kalma anının, yani krizin, bir resmi var. Geçen gün üşenmeyip saydım, tam 386 tane böyle tablosu var Hayal’in. On yılın üç yılını akıl hastanesinde geçirdiğini düşünürsek, kalan yedi yılın her birine 55 tablo düşüyor. Her aya yaklaşık dört, her haftaya bir. Demek ki Hayal, haftada bir, burada benimle çay içerken katatonik şizofreni marifetini göstermiş. Hiç kuşkunuz olmasın, Hayal’e de aynı oyunu oynuyor, portresini yaparken kaderini de değiştiriyorum. 386 portresinde de kız kardeşim mutlu, huzurlu, sağlıklı bir kadın olarak çayını yudumluyor. Yeryüzündeki bütün fısıltıları işiten Hayal, “Pencere camları çizilmiş, o yüzden kavga ediyorlar,” dedi. Kedi gerinerek ve Hayal’in ayaklarına sürünerek aramızdan geçip gitti.

“Aslında,” diye devam etti, “kavga ediyorlar denilemez. Kadın sesini çıkarmıyor. Adam ona bağırıyor. Temizlikçi kadın yapmış, camlara sıçrayan boyaları jiletle kazırken camlar çizilmiş. Kocası ona defalarca tembihlemiş, temizlikçi kadın pencere camlarını çizmesin diye. Ama onun dikkatinden kaçmış. Bir şey söyleyemiyor. Bebek, kadının karnında dönmeye çalışıyor.” Görüyorum. Yeşil olduğunu düşündüğüm elbise, içine rüzgâr dolmuş gibi hareket ediyor. Bir anda oluyor bu. “Kadın ağlıyor,” diyor Hayal. Bir felaketi haber verir gibi daha yüksek sesle tekrarlıyor bunu: “Ağlıyor kadın.” Telaşla yerinden kalkıp pencereye, benim yanıma geliyor. Altın yaldızlı ve lacivert olduğunu bildiğim porselen fincandaki çayın bir kısmı şiddetle dalgalanıp dökülüyor.

Hayal’in uzun kadife eteği, yere dökülen çayların üzerinden geçiyor. Artık bir deliye ait olduğu her halinden belli olan yüzünü pencereye dayıyor. Başının tepesinde topladığı mısır püskülü saçları pervaza değiyor. Gözbebekleri nasıl bu kadar büyüyebilip gözaklarının ortasında delice dönüp yuvarlanabiliyorlar? Aklını yitirmiş bir kadına ait oldukları için mi? Şükür, o gözler benim elimden çıkan portrelerinde cin gibi bakıyorlar. “Gözyaşları masanın üzerine damlıyor. Pıt pıt pıt. Onların sesini duyabiliyorum.” Hayal’in üzüntüyle kıvrılmış, halsiz işaret parmağı, aramızdaki boşlukta durmuş, Sedefi işaret ediyor. “Kalbini dinlemeye çalışıyorum,” diyor Hayal. Sonra çok üzülmüş, kahrolmuş gibi başını sallıyor: “Çocukluğu, ergenliği hep böyle üzüntülerle geçmiş. Zavallı, zavallı.” O gün Hayal, bunları söyledikten sonra, pencerenin önünde çok üzülmüş bir halde dondu kaldı. Ben biraz daha, kocaman karnıyla masa başında oturmuş, ağlayan Sedefi seyrettim. Süs havuzunun içinde dolanan adam çekti gitti, bizim evin önüne park eden bir araba arkadakinin park lambalarını tuzla buz etti. Çayın rengini göremediğim -artık istesem de çayın rengini bilemem ya- o çirkin fincanlarla bir tane daha çay içtim.

Sonra çalışmaya oturdum. Söylemiştim, ben portre ressamıyım. Ölmüş annelerin, babaların, yaranılmak istenen patronların, kendini çok sevenlerin, can sıkıntısından patlayan zengin hanımların, saygıdeğer piyano hocalarının portrelerini yapıyorum. Kimsenin, karşımda oturup poz vermeye sabrı yok. Ekonomik krizden sonra parası da yok. Aslında var, ama artık böyle bir şeye harcayamayacak kadar değerli o para. Portrelerini yaptırmak isteyenler çoğunlukla sevdikleri bir fotoğraflarını getirirler yanlarında. Ben de o ruhsuz fotoğraflara baka baka portrelerini yaparım. Çoğunluk daha genç, daha güzel, daha başka görünmek ister, asla oldukları gibi görünmek istemezler. Aralarında bir günden bir güne bütün kalbiyle aynaya, bir su birikintisine, vitrine düşen aksine bakan yoktur. Şuursuzluk; bu illet hepsinin yakasına yapışmış. Şu pencere önünde donup kalmış zavallı katatonik şizofrenin bile onlardan daha derin bir şuuru var. Şimdi doktorumun portresini yapıyorum. Prostat ya da bir mide rahatsızlığından mustarip değilim; nörolojik bir hastalık benimki. Üstelik tam bir ressama yakışır cinsten; achromatopsi, renkleri tanıyamama, bir tür renkkörlüğü.

Kısa bir süre önce ortaya çıktı. Bebek’te oturan, şişmanlıktan yatağa mahkûm, elinde olmadan bol bol osuran ve tarafımdan kendisine “Osuruk Kraliçesi” unvanı verilen kadının portresini bitirmek üzereyken ciddi biçimde ilerledi hastalığım. İlk o zaman renkleri karıştırmaya başladım. Tarif etmemin imkânsız olduğu bir biçimde renkleri görüyor ama ayırt edemiyorum. Yediğinizin ne olduğunu bilip tad alamamak gibi. Hastalığıma karşı duramayacağımı fark edişimin utanç verici bir hikâyesi de var: Aile avukatımızın portresini yaparken adamın yüzünü mora boyamışım. Hayal’in söylediğine bakılırsa, gözleri kırmızı. Portrede, aslında göründüğü gibi kepçe yapmamaya özen gösterdiğim kulakları ise eflatuna. Bu ortaya çıktığında, “Önemli değil,” demişti avukatımız defalarca, “Hiç önemi yok.” Sonra, yıllardır bizim gibi bir aileye bakmasına neden olan o malum dengesizlik -belki gizli delilikortaya çıkıp, bir anda bunu ciddi ciddi yaptığıma inanmış, annem tarafından evimizden kovulmasına yol açan şu lafı etmişti: “Nasıl olsa bu evde yaşayan herkes deli.” “Delilik onurlu bir şeydir,” diye bağırmıştı annem. Doğru, delilik ailemizin onuruydu. Babam da kırk yıl önce bu onurla ölmüştü. Akciğer kanserinden ölmüştü ama annemin onu zehirlediğine inanıyordu. İlaçlarını içmeyi reddetmesi bu yüzdendi.

Belki onu öldüren ve kan kusturan, aklından çıkaramadığı bu şüpheydi. Ölümü beklediği o karanlık odada kan kusarken, yanı başında dikilen annem, “Benim kanımı kusuyorsun,” diye mırıldanıyordu. Babam, pelte pelte ciğerlerini kustukça, “Kanım, benim kanım,” diyordu annem. “Beni zorla bozduğun o gün apış aramdan fışkıran kan şimdi senin ağzından akıyor.” Bütün bunlara bir iki haftadan fazla tahammül edemeyen hemşirelerin, hastabakıcıların, babamın kan fışkıran ağzını sildikleri ıslak havluları ellerinden alan annem, artık kandan kurumuş ve rengi seçilmez olmuş bir çocuk elbisesini bu kan kusan ağza tutuyordu: “Buna kus kanını. Senin parçaladığın kızlığımın kanı da bu elbisemin eteklerine akmıştı. Daha on iki yaşındaydım. Bahçedeydim, oynuyordum. Hatırladın mı?” Babam hatırlamak istemiyordu, biz duymak istemiyorduk. Annemin çocuk çığlıkları evin karanlık kilerinden taşıp oda oda dolaşıyordu: “Beni kurtarın!” “Duyuyorlardı ama gelmiyorlardı.” Annem, o korkunç günün hikâyesini hep bu cümleyle noktalıyordu. Anlattığına göre, o yıllarda evin hizmetçisi olan annesi ve benim babaannem üst katta bu odadaymış ve kilerde tecavüze uğrayan annemin çığlıklarını duyuyorlarmış. Annesi koşup onu kurtarmak istediği halde babaannem kapıya dikilmiş: “Bırak, çocuklar eğleniyor. Eğlenirler, eğlenirler, bir bakarsın büyüyüp evlenmişler.” “O gün defalarca oldu,” diyordu annem.

Bu korkunç, her sözcüğü midemin üzerine yumruk gibi inen bu hikâyeyi dinlemek istemiyor, odadan koşarak çıkmak, kaçmak istiyordum. Ama annem, tıpkı babaannem gibi yolumu kesiyordu: “Acıma ortak olun, beni dinleyin!” Sonunda, bu hikâyeyi hiçbir şey hissetmeden dinlemeyi öğrendim. Öğrendim yanlış kelime, bunu başardım. Londra’da resim okuduğum yıllarda, üç hafta okul atölyesine kapanıp bu hikâyenin resmini yaptım. Yıl sonu sergisinde -tesadüfün böylesi- kimsesizler yurdu müdiresinin aldığı o resmi hatırlarım. Annem ne zaman hikâyesini anlatmaya başlasa, yirmi altı yaşındayken yaptığım o resim kafamda canlanır ve her ayrıntıyı hiç atlamadan resmetmiş olmama şaşar kalırım. Loş bir kiler, çığlıklar atan bir kız çocuğu, onun üzerinde dizlerine kadar sıyrılmış pantolonu yüzünden kocaman poposunu gördüğümüz adam, devrilmiş ve içindekiler ortalığa saçılmış pirinç çuvalları, kız çocuğunun, yani annemin daha kabarmamış göğüslerindeki kanlı parmak izleri. Rus resim hocamızın ısrarla resmimizde olmasını şart koştuğu şey; hareket. Bakın, bunu da hatırladım, o hocamızın adı da Vladimir Starov’du. “Bu korkunç tabloda hareket nerede?” diye sormuştu. O tabloda durgun hareket vardı. Yani, resmedilmesi en zor hareket. Tecavüz edilen kız çocuğu -yani, annem- bir ayağıyla yerden güç alıp, -tıpkı bir kaldıraç gibi- cılız vücudunu yükseltip, üzerindeki gövdeyi – yani babamı- atmaya çalışıyordu. Üzerine abanan o gövdeyi kan içinde kalmış gövdesinden uzaklaştırmaya çalışıyordu ki bunu da o an için başarmış görünüyordu. Evet, kız çocuğunun bir ayağının yerden aldığı kuvvet olmasa, tecavüz eden o koca gövdenin altındaki çocuğun gövdesinden bir anlık ayrılışını, bu sayede kız çocuğunun kanlı apışarasını, kanlı el izlerinin donattığı göğüslerini görebilmemiz imkânsızdı.

İşte, resimdeki o durağan hareket buydu. Bay Starov’a resmimdeki durağan hareketimi anlatırken yanılmıyorsam -o da heyecandan olsa gerektecavüz edenin babam, tecavüze uğrayanın da o zaman on iki yaşında olan annem olduğunu söylemiş olmalıyım. Starov’un alnını “Geçelim,” demesi sanırım bu yüzdendi. Bende, fırça tutan parmaklarımda, resmettiğim şeylerin kaderini değiştirme arzusu daha o yıllarda uyanmıştı. Tabloda, on iki yaşındaki annemin un çuvallarının üzerine doğru baktığı yerde, elinde balyoz olan tombul bir melek vardı. Tahmin edersiniz ki annem, o tombul meleğin bir kanat çırpışıyla yanına gelip balyozu uzatacağını, kendisinin de bununla babamın kafasını patlatacağını umuyordu. Tombul melek ise hayretle, belki biraz da ilgiyle, tecavüzü seyretmekteydi. Bana kalırsa, elindeki balyozu anneme vermeye niyeti yoktu. Çünkü o, kız kardeşimin ve benim kaderimizdi. O an için sadece bir umuttu. Un çuvallarının üzerine kondurduğum balyozlu tombul meleğin üzerini kapamam bir haftamı almıştı. Ödev gereği, gerçekçi olması istenen bir resimde sürrealist bir imgeyi açıkça ortaya koymak, okulu uzatıp bir yıl daha Londra’da sürünmeme neden olabilirdi. Sınıf arkadaşım, aşkım Celine de, resmin Balyozlu Tombul Melek olan adıyla ne çok dalga geçmişti. Ona kalırsa tombul melek, resimde kıçını gördüğümüz adam, yani babamdı; balyoz da onun şişkin taşaklı siki. Konuyu uzatarak belki canınızı sıkıyorum ama annem korkunç hikâyesine her zaman şu sözlerle başlardı: “O güne kadar Allah beni korumuş, ne bir yerim kesilmiş, ne bir yerim patlamış, dizlerim bile yaralanmadan, hiçbir yerimden irin sızmadan on iki yaşıma kadar tertemiz, melek gibi gelmiştim.

” Sonrası da şöyle bir şeydi: “Babanız, o şeytan, o gün beni öldürmekten beter etti. O kilerdeki bütün nimetler apış aramdan fışkıran kanla boyandı. Boğuştuk önce, uzun uzun boğuştuk. Ben çocuk gücüme şaştım. Tekmelerimden, boşa giden yumruklarımdan pirinç, un çuvalları dağıldı. Yere saçılan pirinç tanelerinin üzerinde sivri, yakıcı bir hançer içimi boşalttı. Çığlıklarıma kimsenin yetişmeyeceğine inandığımda bile sesimi kesmedim. ‘Sus artık, kimse gelip seni kurtarmayacak nasıl olsa,’, diyordu bana. Yine de çığlıklarımı kesmedim. Yoksa o sessizlik anında, onun soluk alıp verişlerini duyacaktım; hırıltılarını, o hayvani nefesinin sesini işitecektim. Çığlıklarım hâlâ gücüm olduğunu, acıya dayanabileceğimi ispatlıyordu. İşte, şeytanın bir kulağının zarını, benim o çığlıklarım patlatmış. Hep öyle derdi: ‘O gün hakladın sen sağ kulağımı.'” Kovulan avukatımızın mor yüzlü, kırmızı gözbebekli tuhaf portresi salonun bir köşesine asılıp da, mirasımızı yönetecek, hanların kiraları ve kiracılarıyla uğraşıp belli dönemlerde bazı malları satmamızı sağlayacak yeni avukat adayı geldiğinde, stajyerliğini yeni bitiren çaylağın ilk sorusu, “Uzun yıllardır bu evde mi oturuyorsunuz?” oldu. Bu soru bile anneme korkunç hikâyesini anlattırmaya yeterdi: “Evet, on iki yaşında kocamın ırzıma geçtiği günden beri bu evde yaşıyorum.

Öncesinde annem evin hizmetçisiydi. Onun yanında gidip geliyordum. Sonra, o talihsiz olaydan sonra…” “Çay içer misiniz?” Bu soru annemi susturmaya yetmezdi elbette. “Sus, bölme hikâyemi!” “Bu senin hayatının tek hikâyesi değil, anne!” “Hayır, benim hayatım bu korkunç hikâyeden ibaret. Hepimizin hayatı korkunç bir hikâyeden ibarettir. Tek bir andan. Benim hayatım da on iki yaşımda o kilerde kanlar içinde kalmamdan ibaret. Buna karışma.” “Hanlarının kiralarını her ay sana vermekten başka bir vazifesi olmayacak adama, sonradan kocan olacak bir adamın nasıl tecavüz ettiğini anlatarak eline ne geçiyor!” “Bu benim hayatım. Hiçbir hatıradan kaçış yoktur. Görmemek için gözleri kapamaya benzemez unutmak.” Yüz yıldır eşyaların yeri bile değişmeyen, halıları, perdeleri, döşemeleri, tabloları yılların tozuyla duran İstanbul’un göbeğinde, Cihangir’deki bu üç katlı kaotik evde yaşayan bizlere karşı başkalarının düşüncelerinden elbette haberdardım. Yarı deli bir anne, katatonik şizofren bir kız kardeş. Benim için ne dediklerini de tahmin edebiliyorum: Deli ressam, hasta ressam, çatlak. Ah biliyorum, elbette delilik bulaşıcıdır.

Üstelik herkes için delirme olasılığı vardır. Delirmenin kolaylığı ve rahatlığı, hatıralarımıza, zihnimizden temizleyemediğimiz gerçeklere ve tabii genlerimize, eksik proteinlerimize bağlıdır. Tuvalime nasıl hâkimsem, yaptığım portrelere, aklıma da öyle hâkimim işte. Ama, artık renklere hâkim değilim. Ancak numaralandırarak ayırabiliyorum onları. Peki, karşı penceremdeki Sedef, o, hayatının farkında mı? Ben nasıl fark ettim bu mutsuz, gebe kadını? Garip bir biçimde, bir müzik eşliğinde, bir ritimle hareket ediyormuş gibi salınan Sedefi. Londra’da edindiğim bir alışkanlık pencereleri gözlemek. Sadece pencereleri değil, insanları da. Londra’da utangaç bir yabancı olduğum için yapıyordum bunu. Yalnızlıktan. Okul yıllarındaki aşkım Celine’i, bugün bile, yaşadığı şehre, Paris’e gidip uzaktan uzağa izlemem ise yalnızlıkla ve alışkanlıkla ilgisi olmayan, başka bir hikâye. Emin olun, İstanbul’daki penceremden çok da eğlenceli bir şey görünmez. Buna röntgencilik denemez; amatörce, çıplak gözle yaparım bu işi çünkü. Nedense ilk günden beri Sedefi, o apartman katma kapatılmış gebe bir hayvan gibi gördüm. O geniş ve kişiliksiz salonda, mutsuz, huzursuz, garip bir ritimle dolaşan gebe bir hayvan.

Buradan, atölyemin penceresinden, Sedefin zavallılığını, çaresizliğini hissedebiliyordum. Taşındıkları ilk gün, sarı çiçekli bir berjerin üzerinde saatlerce oturmuştu. Hamallar geniş salona eşyaları yığarlarken o hiç kıpırdamadı. Neredeyse, Hayal’in kriz anlarındaki kadar kıpırtısızdı. Besbelli uzunca bir süre salonlarının perdesi olmayacak, duvara dayanmış bekleyen o korkunç röprodüksiyonlar asılmayacak. Adını öğrendiğim bugün, onu ilk defa dışarıda gördüm. Kocasıyla yaptığı o kavgadan saatler sonra caddenin başında, elinde o çirkin poşetlerle, mutsuzlukla, karnındaki o ağırlıkla ağır aksak yürürken. Arkasından arkadaşı seslenmeseydi eğer, paketlerini taşıyacak, evinin önüne geldiğimizde kendi penceremi işaret edecektim. Ama hiç değilse adını öğrenmiş olduğumu düşünerek yürüdüm gittim. O, arkadaşıyla, caddenin başında durup sohbete daldı. Biraz ilerideki Savoy Pastanesi’ne girdim ben de. Kedim için badem şekeri almak istedim. Kasadaki albinonun ne düşündüğünü biliyorum: “O delilerin kedisi de deli. Bu yüzden badem şekeri yiyebiliyor.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir