Sue Miller – Aşağıdaki Dünya

Gözünüzün önüne geƟrin bir: Kuru bir hava, serin bir gün, yükseklerde birikmiş kümülüs bulutları kuzeybaƨdan güneydoğuya süzülürken, gölgeleri de peşleri sıra, bu yıl içinde son kez biçilecek olan saman tarlaları boyunca ilerliyor. Aşağıda, tarlalar arasındaki toprak yolda bir at arabası, içinde yan yana oturan iki ihƟyar, yıpranmış pazar giysileriyle yeƟşkin kızlarının cenazesine doğru kasabanın yolunu tutmuşlar, ikisinin de ağzını bıçak açmıyor, ama onlara bakan, yaşlı kadının durmaksızın dudaklarını oynaƴğını görebilir, arka arkaya sürekli aynı sözcükleri mırıldandığını duyabilir. Kızı hasta yatağında haŌalar boyu ölümü beklerken, kadıncağızın tek dileği torunlarını içine düştükleri bu durumdan, annesiz kalmaktan kurtarmak olmuştu. Onları çiŌliğe, yanına alacakƨ. Şimdi de bunu nasıl açıklayacağının provasını yapıyordu, farkında olmaksızın dökülüyordu sözcükler dudaklarından; kocası da fark etmemişti. Bir de şunu geƟrin gözünüzün önüne: Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen aynı gün ikindi saatlerinde üç torundan ikisi, büyük olanlar, kızlar, kahkahalarla gülüyor. Nasıl oldu da böyle yanlış bir fikre kapıldı diye yaşlı kadınla, anneanneleriyle alay ediyorlar saygısızca. Pek kaba sayılmazlar aslında. Ne de olsa ikisi de çocuk daha. Bütün çocuklar gibi düşüncesiz onlar da. Ama daha önemlisi, bu tuhaf günün büyük bölümünü, annelerinin gömüldüğü günü kahkahalarla geçirmeleri. Kahkahalarına engel olamıyorlar bir türlü; gülmeleri biraz da histeri nöbeƟni andırıyor, ne düşüneceklerini, ne hissedeceklerini bilememelerinden kaynaklanıyor. En kolayı kahkaha atmak. Kendilerini bekleyen bütün karanlık duygularla baş etmenin tek yolu. Gün ağarmadan kalkmışlardı yataklarından, babalarıyla küçük kardeşleri daha uyanmadan, anneanneleriyle dedeleri daha kasabaya doğru yola koyulmadan, üstlerine düşecek onca tatsız işin ağırlığından neredeyse sersemlemiş olarak.


Kilisedeki törenin ardından yenecek yemeğin kusursuz olması gerekiyordu -yumurta ezmesi, jambon, ķrında patates, top ekmek, üç çeşit salata, tatlı ve kurabiye-, ikisinin de elinde yerine geƟrilecek uzun bir görev listesi vardı. Geceliklerini çıkarmadan, yalınayak, muƞakta çalışırlarken gökyüzünden süzülen sabahın ilk ışıkları yavaşça içeriye doluyordu. Evin kâhyası Bayan Beston geldiğinde, giyinsinler diye hemen odalarına gönderdi onları. Bayan Beston’ın yapacak çok işi olduğundan bir gün önceden kendileri ütülemişlerdi elbiselerini. Yatak odasında kapının arkasına asƨkları giysiler buram buram kola kokuyordu, kızgın ütünün kokusu bile duyuluyordu belli belirsiz, hani o tatlı, yakıcı koku. Elbiselerini giyerlerken, uzun saçlarını örmek için birbirlerine yardım ederlerken gülmekten kaƨlıyorlardı, hapşırık gibi bir geldi mi insanın hiç kurtulamadığı türden bulaşıcı bir kahkaha tufanıydı bu. Arada sırada böğürürcesine sesler bile çıkarƴlar, saygısızca. Dinmedi bir türlü. Birbirlerine ya da saçları dimdik, pijamalarıyla onların odasına gelip yataklarına oturarak ablalarını seyretmeye koyulan erkek kardeşleri Freddie’ye bakmaları bile yetiyordu kahkahaları koyvermelerine. Belki şimdi anlamışsınızdır, günün daha sonraki saatlerinde babaları, anneannelerinin fikrinden söz edince neden makaraları salıverdiklerini: neden gene aynı isteri nöbeƟne tutulduklarını. Kadınla alay ettiler düpedüz. Dedesiyle birlikte at arabasına atlayıp gelmelerine güldüler; babalarının ezelden beri bir otomobili vardı çünkü, öyle geliyordu onlara (yedi yıl olmuştu otomobil alınalı). Anneannelerinin ağzında topu topu sekiz dişi kalmasına, bundan ötürü gülümserken elini ağzına götürmesine güldüler, bu tuhaf, çekingen harekeƟ güzelce taklit edebiliyordu ikisi de. Başında kabarmamış bir pandispanya gibi duran hasır şapkasına, bütün önemli günlerde giydiği eski moda elbisesine güldüler. Bir de babalarının gitmelerine razı geleceğini düşünmesine.

*** “Onlar daha çocuk,” diyordu yaşlı kadın damadına. “Çocukluklarını yaşamaları gerek.” Selâmlaşƨktan sonra birlikte salona gitmişlerdi; ihƟyar, konuşacaklarının gizli olduğunu söyleyince babaları sürgülü kapıları kapaƴ. Kapılar öyle uzun zaman açılmamışƨ ki üstleri bir parmak tozla kaplıydı. Dul kalan erkekle ölen kadının annesi içeride gözlerini birbirlerinden kaçırarak oturdular, kadın konuşmak için zorluyordu kendini, damadına planını anlatmaya çalışıyordu. İyi bir konuşmacı değildi, bırakın böyle güç bir konuda konuşmayı, daha kolay koşullar alƨnda bile beceremezdi bunu. Hoş, ilk sözlerinin ardından neler söyleyeceğini düşünmemişti. Aslında başka diyeceği de yoktu. Üstüne üstlük damadının yanında utanır, sıkılırdı. İriyarı cüssesi, dümdüz parlak saçlarıyla yakışıklı sayılırdı damadı, kırk beşine yaklaşırken çenesi düşmüştü biraz. Mesleği saƨcılıkƨ, kauçuk eşyalar pazarlıyordu, işinde edindiği alışkanlıklar bütün yaşamına yansırdı: karşısındakini eğlendirmek, etkilemek isterdi. Kızıyla -Fanny’yle- flört ederken anneanneye de kur yapmışƨ, bunun sonucunda onun bulunduğu ortamlarda kadıncağızın dili tutulur, ağzını açamaz olurdu. Bir keresinde, ikram eƫği yabanmersinli pastayı çok beğenmiş, kadının kollarından tuƩuğu gibi çiŌlik evinin muƞağında, ahşap döşemelerin üstünde vals yapƨrmışƨ ona. Bundan öyle rahatsız olmuştu ki -adamın güçlü kolları karşısında çaresiz kalmaktan- utancından başlamıştı hüngür hüngür ağlamaya. İşte şimdi de aynısını yapmak geliyordu içinden, ağlamak; ağzındaki baklayı çıkarana dek nasıl da ezilip büzülmüştü.

Kızının ölüme yaklaşƨğı günlerde ve daha sonra tek başına kaldığında çok kararlı görünüyordu. Çocukların kendisine ihƟyacı vardı. HaŌa içinde tek başlarına bırakılmamalıydılar arƨk. Kızlardan böyle bir sorumluluk -birbirlerine ve bir de küçük kardeşlerine bakmaları- beklenemezdi. Fazla olurdu bu. Çok fazla. Onlara bir yuva, kendilerine bakacak biri gerekliydi. HaŌa sonunu babalarıyla geçirsinler diye torunlarını cuma gününden kasabaya geƟrirdi. Ya da o gelip çiŌlikte kalırdı onlarla birlikte. Babalarını görünce nasıl sevinirlerdi kim bilir! Bütün bu planlar kızını gözünün önüne geƟrmekten alıkoyuyordu yaşlı kadını-eriyip tükenmiş, bir köşede iki büklüm, yalnızca acıyla haykırırken bilinci yerine gelen kızını- gene de hazırlıklarını yaparken sık sık konuşmuştu Fanny’yle, Fanny’nin bir başka kılığa girmiş hayaliyle. Kızlara vereceği yatakları havalandırırken, onlar için hazırladığı odalara Fanny’nin çerçeveli resimlerini koyarken. “Ah, sevgili kızım,” diye mırıldanmışƨ. “Hiç merak etme sen, kızların afiyeƩe olacak. Onlara tek gereken kendilerine bakacak birisi, o kadar, bunu yapacak kişi de benim.” Damadı yanıt vermeden önce bir süre sustu, biraz nezakeƩen, biraz kederden.

Sonra boğazını temizleyerek olan biteni biraz daha farklı değerlendirdiğini söyledi. Büyük kızı neredeyse on alƨsındaydı, küçüğü de on üç -arƨk onlara çocuk denemezdi pek. YeƟşkin, iyi kızlardı. Kızlarının yardımına ihtiyacı vardı. Yaşlı kadının asıl korkusu buydu işte. Ama açıkça dile geƟrmekten kaçmıyordu. Sessizce oturdu, başını, peki anlamında, salladı, yalnızca bir kere; kendine öŅelenmişƟ. Teslim oluyordu. Bu kadar kolaydı demek pes etmek. Üstelik, diye sürdürdü damadı sevecen bir ses tonuyla (pek cana yakın konuşuyordu: Kaynanasını, bir deri bir kemik kalmış bu sert ihtiyarı severdi), onlar benim çocuklarım. Kadın ayağa kalkıp sırƨnı döndü, ama daha önce üzüntü ve yenilginin etkisiyle dudaklarını sarkıttığı adamın gözünden kaçmamıştı. *** Fanny’nin ölmesi uzun yıllar almışƨ, ne evde ne de çocukların önünde ağza alınmışƨ, ama kanserdi. Tuhaf bir kadındı Fanny, hem gençken hem de orta yaşlarındayken. Daha kimse hasta olduğunu aklına bile geƟrmeden çok önce, ev işlerinin yükünü kızlarına yıkmışƨ zaten. Kendileri bakıma ihƟyaç duyan çocuklar için çok ağır bir yüktü bu.

İhƟyar kadının da bildiği bir gerçekƟ bu aslında, ama suçluluk duygusuna dönüşen acısı bunu unutturmuştu. Georgia ile Ada’ydı adları. Büyükleri Georgia, annesinin sağlığının yerinde olduğu yılları anımsıyordu; kasabada yaşayan bütün çocuklar gibi öğle taƟlinde yemek yemeğe okuldan geldiklerinde evde çıt çıkmazdı. Fanny, sabahlığını bile çıkarmamış olurdu daha, salondaki koltukta uzanmış kitap okurdu, ƨpkı Georgia evden çıkarken yapƨğı gibi. Başını kaldırır, şaşkın ve uykulu gözlerle bakardı ona. Yuvarlak yüzü, şişkin yanakları vardı, dolgun dudakları, bebeksi mavi gözleri, çocuksu bakışlarıyla sevimli genç bir kadındı. “Nasıl oluyor bu Georgia,” derdi her defasında, “nasıl bu kadar çabuk döndün eve?” Arkasından kalkar, kızının saçını okşar ya da elbisesine dokunurdu beceriksizce. Çoğu zaman yalınayak dolaşırdı, kışın bile. “Peki, haydi gidip siz kızlara yiyecek bir şeyler ayarlayalım, ne dersiniz?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir