Virginia Woolf – Dalgalar

Güneş daha doğmamıştı. Deniz, gökyüzünden yalnızca, kumaşın kıvrımlarını andıran belirsiz kıpırdanmalarla ayrılıyordu. Yavaş yavaş tanyeri ağardıkça ufukta denizle göğün arasına, kara bir çizgi yayıldı; yol yol oldu gri kumaş yoğun çırpınmalarla birbiri ardından, derinden, birbirini izleyen, birbirini kovalayan, sürekli… Kıyıya yaklaştıkça yükseldi her çizgi, topladı kendisine, dağıldı, ak damlacıklardan ince bir örtü serdi kumlara. Uykusunda bilinçsizce soluk alıp veren birinin iç çekmesi gibi durakladı dalga, sonra yeniden yayıldı. Eski bir şarap şişesindeki tortu dibe çökmüş, camı yeşile keşmişçesine ufuktaki kara çizgi yavaş yavaş belirginleşti. Ardından da gökyüzü açıldı; oradaki beyaz tortu çökelmiş ya da ufkun altına uzanmış bir kadının kolu bir lambayı kaldırmış gibi ak, yeşil, sıradan kalın çizgiler, yelpaze kanatları denli yayıldı gökyüzüne. Sonra kadın lambasını yükseltti, yükseltti: Tel tel oldu sanki hava; şenlik ateşinden kükreyerek yükselen dumanlı yalımlara benzer kızıl, sarı dillerde titreyerek, yanarak yeşil yüzeyden koptu. Şen lik ateşinin dilleri, gri gökyüzünün ağırlığını üzerinde yükselten, onu yumuşak maviden milyonlarca atoma dönüştüren bir tek buğuda, akkorda eridi ağır ağır. Denizin yüzeyi saydamlaştı usulca, koyu çizgiler silininceye kadar küçük küçük dalgalanarak, parıldayarak uzandı. Lambayı tutan kol onu yavaş yavaş yükseltti, yükseltti geniş bir yalım dilimi iyice belirgin oluncaya dek; ateşten bir yay ufkun kıyısında tutuşuyordu, çevresinde deniz altın ışıklarla donandı. İşık, bahçedeki ağaçlara vurdu, bir yaprağı saydamlaştırarak sonra bir başkasını. Bir kuş cıvıltılarla yükseldi, duraklama oldu, bir başkası cıvıldayarak indi yere. Evin duvarlarını keskinleştirdi güneş, beyaz perdenin üzerine yayıldı yelpaze püskülü gibi, yatak odası penceresindeki yaprağın altına gölgeden mavi bir parmak izi bıraktı. Usulca titredi perde, ama içeride her şey loştu, düşseldi. Dışarıda kuşlar, anlamsız şarkılarını söylüyorlardı.


“Bir halka görüyorum,” dedi Bernard, “üzerimde asılı, titriyor, asılı bir ışık ilmeği.” “Uçuk sarı bir dilim görüyorum,” dedi Susan; “mor şerite ulaşana dek yayılan.” “Bir ses duyuyorum,” dedi Rhoda; “cik cik, cik cik; bir aşağı bir yukarı.” “Bir küre görüyorum,” dedi Neville, “bir tepenin kocaman kanatlanna karşı damlacık olarak asılı.” “Kızıl bir püskül görüyorum,” dedi Jinny, “altın ipliklerle bükülmüş.” “Ağır ayak sesleri duyuyorum,” dedi Louis; “Koskoca canavarın ayakları zincire vurulmuş. Eziyor, eziyor, eziyor.” “Balkonun köşesindeki örümcek ağına bak,” dedi Bernard. “Sudan baloncuklar var üzerinde, ak ışık damlacıkları.” “Yapraklar, pencereyi çevirmiş sivri kulaklar gibi,” dedi Susan. “Yola bir gölge düşüyor,” dedi Louis, “dirseğin kıvrılması gibi,” “Işık adacıkları yüzüyor çimenlerde,” dedi Rhoda “Ağaçlardan dökülmüşler.” “Yapraklar arasındaki tünellerde kuşların gözleri pınl pırıl,” dedi Neville. “Saplar sert kısa tüylerle kaplı,” dedi Jinny, “su damlacıkları yapışmış üzerlerine.” “Tırtıl, kıvrılıp yeşil bir halka olmuş,” dedi Susan, “boğum boğum küt ayaklarıyla.” “Gri kabuklu salyangoz patikayı geçiyor, çimenleri dümdüz ederek ardında,” dedi Rhoda.

“Pencere camlarından alev alev ışıklar dökülüyor içeri dışarı, çimenlere,” dedi Louis. “Taşlar soğuk ayaklarımda,” dedi Neville; “tek tek duyuyorum her birini yuvarlak ya da pürüzlü.” “Elimin üstü yanıyor,” dedi Jinny; “ama avuçlarım nemli, yapış yapış çiğden.” “Şimdi horoz ötüyor, tıpkı deniz bembeyaz yükselirken suyun kızıl, katı sıçrayışı gibi,” dedi Bernard. “Kuşlar şakıyor, aşağı yukarı, içeri dışarı, her yanımızda,” dedi Susan. “Canavar eziyor; ayakları zincire vurulmuş fil; kıyıdaki kocaman canavar eziyor,” dedi Louis. “Eve bak,” dedi Jinny, “perdelerden bembeyaz pencereleriyle.” “Bulaşık musluğundan soğuk su akmaya başlıyor, tastaki uskumrunun üzerine,” dedi Rhoda. “Duvarlar altın çatlaklarla çatlamış,” dedi Bernard, “yaprakların mavi, parmak biçimi gölgeleri var pencerelerin altında.” “Şimdi Bn. Constable kalın kara çoraplarını çekiyor ayaklarına,” dedi Susan. “Duman tütmeye başlayınca uyku tavana doğru kıvrılıyor, sis gibi,” dedi Louis. “Kuşlar hep birden ötüyordu ilkin,” dedi Rhoda. “Şimdi bulaşık odasının sürgüsü çekiliyor. Uçup gidiyorlar.

Uçup gidiyorlar saçılıvermiş tohumlar gibi. Ama bir tanesi yatak odası penceresinde ötüyor tek başına.” “Baloncuklar oluşuyor tencerenin dibinde,” dedi Jinny. “Sonra yükseliyorlar daha çabuk, daha çabuk, gümüş bir zincirde yukarı doğru.” “Şimdi Biddy, balığın pullarını kazıyor sivri bir bıçakla tahtanın üzerine,” dedi Neville. “Yemek odasının penceresi koyu mavi şimdi,” dedi Ber-nard, “hava dalgalanıyor bacaların üzerinde.” “Bir kırlangıç tünemiş paratonere,” dedi Susan. “Ve Biddy kovayı mutfak taşlarının üzerine gürültüyle bıraktı.” “Kilise çanının ilk vuruşu bu,” dedi Louis. “Sonra, ardından ötekiler: Bir, iki. Bir, iki. Bir, iki…” “Masanın üstünde uçuşan beyaz örtüye bak,” dedi Rhoda; “Şimdi beyaz porselenden yuvarlaklar, her tabağın yanında gümüş çubuklar var.” “Ansızın bir arı vızıldıyor kulağımda,” dedi Neville. “işte burada, işte gitti.” “Yanıyorum, titriyorum,” dedi Jinny, “bu güneşten, bu gölgede.

” “işte hepsi gitti,” dedi Louis. “Yalnızım. Eve gittiler, kahvaltıya, duvarın dibinde kaldım ben öylece, çiçeklerin arasında. Derslere çok var daha. Çiçekler, çiçekler benek benek yeşilin derinliklerinde. Taç yaprakları birer soytarı. Alttaki kara deliklerden saplar yükseliyor. Çiçekler yüzüyor ışıktan balıklar gibi karanlık, yeşil sularda. Bir sap alıyorum elime. Ben sap oldum. Köklerim yeryüzünün derinliklerine iniyor, tuğlalardan kupkuru toprağı; kurşun, gümüş damarlarından nemli toprağı geçerek. Lif lifim. Bütün sarsıntılar titretiyor beni, toprağın ağırlığı çökmüş kaburgalarıma. Yukarıda, yeşil yapraklar gözlerim benim, görmeyen. Gri fanila pantolonlu bir çocuğum ben, pirinçten yılan tokalı kemeriyle işte burada.

Orada, aşağıda, gözlerim Nıl çöllerindeki taş heykellerin gözkapaksız gözleri. Kadınları görüyorum kırmızı testilerle ırmağa inen. Salınan develer görüyorum, sarıklı adamlar. Ayak sesleri duyuyorum, titreyişleri, kaynaşmaları her yanımda. “Yukarıda, Bernard, Neville, Jinny ve Susan (ama Rhoda değil), kelebek ağlarıyla çiçek tarhlarını tarıyorlar. Başlannı sallayan çiçeklerin üzerindeki kelebekleri topluyorlar. Yeryüzünü silip süpürüyorlar. Ağları çırpman kanatlarla dolu. Haykırıyorlar: ‘Louis! Louis! Louis!’ Ama onlar beni göremez. Ben çitin öte yanındayım. Yalnızca, küçücük göz delikleri var yapraklar arasında. Ah Tanrım, ne olur çekilip gitsinler. Tanrım, kelebekleri yaysınlar mendillerine, çakılların üzerine. Kaplumbağa kabuklarını saysınlar, kırmızı kelebeklerini, beyaz kelebeklerini. Ama beni görünmez yap.

Porsuk ağacı gibi yeşilim ben çitin gölgesinde. Saçlarım yapraklardan. Yeryüzünün merkezine salmışım köklerimi. Gövdem bir sap. Sapı sıkıyorum. Ağzındaki delikten koyu bir damla sızıyor usulca, büyüyor, büyüyor. Şimdi göz deliğinden pembe bir şey geçiyor. Bir bakış kayıyor şimdi yarıktan, çarpıyor bana. Gri fanila takımlı bir çocuğum ben. Buldu beni. Ensemden yakalandım. Beni öptü, her şey paramparça oldu.” “Koşuyordum,” dedi Jinny, “kahvaltıdan sonra. Kımıldayan yapraklar gördüm çitteki delikte. ‘Yuvasında bir kuş’ dedim.

Araladım yapraklan, baktım; ne yuva vardı ne kuş. Yapraklar hâlâ kımıldıyordu. Korktum. Susan’ın önünden koştum, Rhoda’nın önünden; alet odasında konuşan Neville’in, Bernard’ın. Haykırıyordum koşarken daha hızlı, daha hızlı. Yaprakları kımıldatan neydi? Yüreğimi, bacaklarımı? Ve buraya attım kendimi, görerek seni yeşil bir dal gibi, çalı gibi kıpırtısız, Louis, gözlerin bir noktaya dikilmiş. ‘Ölü mü?’ dedim, öptüm seni; pembe giysilerimin altında yüreğim, tıpkı durup dururken kendi kendine kımıldayan yapraklar gibi küt küt atarak. Itırların kokusunu duyuyorum şimdi; incecik toprağın küf kokusunu. Dans ediyorum. Dalgalanıyorum. Işık ağı gibi sana serpildim. Üzerine savruldum, titreyerek uzanıyorum.” “Çitteki yarıktan,” dedi Susan, “onu öptüğünü gördüm. Saksıdan başımı kaldırdım, çitteki yarıktan içeri baktım. Onu öptüğünü gördüm.

Onları gördüm, Jinny’le Louis’i öpüşürken. Şimdi acımı mendilime saracağım. Sımsıkı düğüm olacak. Ders başlamadan kayın ormanına gideceğim tek başıma. Masaya oturup toplama-çıkarma yapmayacağım. Oturmayacağım Jinny’nin yanına, Louis’in yanına. Acımı alarak kayın ağaçlannın altında, köklerin üstüne sereceğim. İnceleyeceğim onu, parmaklarımın arasına alacağım. Beni bulamayacaklar. Yerfıstığı yiyeceğim, böğürtlenlerin arasında yumurta arayacağım, saçlanm keçeleşecek, çalıların altında uyuyacağım, hendeklerden su içeceğim, orada öleceğim.” “Önümüzden geçip gitti Susan,” dedi Bernard; “Alet odasının önünden geçti düğümlü mendili elinde. Ağlamıyordu, ama gözleri, o güzelim gözleri kısılmıştı, tıpkı sıçramaya hazırlanan kedinin gözleri gibi. Arkasından gideceğim Neville. Yavaşça gideceğim, ilgiyle yanında olmak için, öfkeyle kıvranıp Yapayalnızım’ diye düşündüğü zaman onu yatıştırmak için. “İşte şimdi çayırı geçiyor, umursamazlıkla salınarak bizi kandırmaya çalışıyor.

İşte yokuşa geldi, görünmediğini sanıyor; yumruklan önünde sıkılı, koşmaya başlıyor. Mendilinin düğümüne batıyor tırnakları. Kayın ormanının kuytuluğuna yöneliyor. Kollarını açıyor yaklaştıkça, gölgeliklere dalıyor yüzücü gibi. Koşmaktan, gölgelerden göremez oluyor, ağaçların altına, köklerin içine atıyor kendisini, ışığın içeri dışarı, içeri dışarı çırpındığı yere. Dallar sallanıyor. Kışkırtma var burada, sıkıntı var. Üzünç var. Işık kırık dökük. Acı var burada. Kökler iskelet olmuş yerde, köşelerine yığılı ölü yapraklarla. Susan acısını yere yaydı. Kayın ağaçlarının kökleri üzerine serili mendili; hıçkırıyor, düştüğü yerde iki büklüm oturmuş.” “Onu öptüğünü gördüm,” dedi Susan. “Yaprakların arasından baktım, onu gördüm.

Dans ediyordu elmaslarla benek benek, tüy gibi hafif. Ben bodurum Bernard, kısa boyluyum. Toprağa yakından bakan gözlerim var, çimenlerin içindeki böcekleri gören gözlerim. Jinny’nin Louis’i öptüğünü gördüğümde, içimdeki sapsarı sıcaklık taşlaştı. Ot yiyeceğim, öleceğim hendeğin içinde, ölü yaprakların çürüdüğü kahverengi suda.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir