John Fowles – Mantissa

Göz kamaştırıcı, uçsuz bucaksız bir pusun bilincindeydi, sanki bir buhar denizinin üzerinde yüzerken, aşağıya bakan, Tanrısal alfayla omegaydı bu; derken, belli belirsiz bir zaman aralığının ardından, aynı keyiϐle olmasa da sınırsız uzay ve imparatorluk izlenimini son derece büzülmüş ve intibaksız bir şeye indirgeyen mırıltıları ve çevrede gezinen gölgeleri seçebildi. Odžlümcül bir düşüş hızıyla mırıtılar seslere, gölgeler yüzlere dönüştü. Ne olduğu anlaşılmayan yabancı ϐilmlerdeki gibi hiçbir şey tanıdık değildi; ne dil, ne yer, ne de oyuncular. Imǚ geler ve niteleme sözcükleri, gölcüğe doluşan amip sürüleri gibi, görünüşte bir iş yaparcasına, gerçekte amaçsızca, kâh bir araya gelerek, kâh dağılarak yüzmeye başladılar. Şekillerin ve duyguların, biçim ve sesbilimlerle çağrıştırıldığı bu benzetmeler, çok eskilere ait alışılmış bir yöntemi izleyerek, okul çağlarında belleğe yerleşip kalan cebir formülleri gibi birer birer geri geliyordu. Fakat bu formüllerin nerede kullanıldığı, neden var oldukları tamamen unutulmuştu. Bilincindeydi, evet, bu açıktı; ama ne bir zamiri, ne bir kişiyi diğerinden ayıran bir özelliği, ne şimdiki anı, ne geçmişi, ne de geleceği vardı bu bilincin. Bir süre için, yığınların tepesine çıkmayı başarmış ama yine de kişileştirilmemiş olmaktan doğan o keyiϐli üstünlük duygusunu duyabildi. Fakat bu bile o acımasız, şeytani gerçeklikle vahşice darmadağın ediliverdi. Bir tür beyin taklasıyla stratosferdeki o aziz uçuştan sıyrılarak beşli vezinle yazılmış bir ifade gibi indirildi ve yatakta, sırtüstü uzanır halde, o kaçınılmaz sonuca ulaşmaya zorlandı. Göz hizasının yukarısında bir aplik vardı, karşısında da dikdörtgen şeklinde, düzgün, beyaz plastik bir panel. Işık… Gece… Küçük gri bir oda, soluk gri renkte, martı kanadının grisi gibi. Ruhların ebediyete dek hapsedildiği bir zindan, en azından olaysız, dayanabilecek kadar hiçlik. Hiçliği bozan tek şey aşağı doğru bakmakta olan iki kadındı. Giderek yaklaşan ve bir şey istercesine bakan o surat yüzünden belli belirsiz bir sitemle isteksizce yeni bir çıkarım daha yaptı: Her nedense, gösterilen dikkatin odak noktası oydu, bir tür ben.


Kendisine bakan yüz gülümsüyor, ona doğru eğiliyordu, biraz meraklı, biraz kuşkulu; muhtemelen, istemeden iftira etme şüphesiyle lekelenen bir ilgiyle. “Sevgilim?” Acı veren bir hızla ve azalan bir sezgi gücüyle bunun yalnızca bir ben değil, bir erkek olduğunu da fark etti. Işǚ te birdenbire dolan o aşağılara inme, aciz olma hissinin geldiği yer de burası olmalıydı. O, ben, muhtemelen erkek olan ben, paraşütçü gibi aşağı doğru süzülerek alnına inen o ağzı izledi. Dokunma ve koku, bu ϐilm ya da düş olamazdı. Şimdiyse o yüz kendi yüzünün üzerinde asılı kalmıştı. Kırmızı delikten sözcükler dökülüyordu: “Sevgilim, benim kim olduğumu biliyor musun?” Adam bakıyordu. “Ben Claire.” Bir şey ifade etse bari. “Karın, sevgilim. Hatırlıyor musun?” “Karım mı?” Son derece tuhaf bir dehşet duygusu: Yalnızca sesin kaynağına yakın olma nedeniyle birinin konuştuğunu bilmek. Kahverengi gözler, evliliğe ihanetin şaşırtıcı derinliklerini gösteriyordu. Adam, sözcüğü kişiye, kişiyi benliğe iliştirmeye çalıştı; başaramadı ve sonunda yatağın öteki tarafında duran, daha mesafeli ve daha genç görünen kadına kaydı gözleri –o kadın da gülümsemekteydi ama daha profesyonelce ve kayıtsızca. Elleri cebinde, gözlem vaziyeti almış bu kişinin üzerinde beyaz doktor gömleği vardı. Artık onun ağzı da kelime yumurtlamaya başlamıştı.

“Bana isminizi söyleyebilir misiniz?” Tabii. Isǚ im! Isǚ im yok. Hiçbir şey yok. Ne geçmiş, ne gelinen yer ne de zaman biliniyor. Uçurumun algılanışı ve neredeyse aynı anda algılanan çaresizliği. Udžmitsizce gerildi, düşen bir adam, ama neye uzanırsa ya da neyi yakalamak isterse istesin o şey orada yoktu. Beyaz gömlekli kadının gözlerine yapıştı, ani ve yoğun bir korkuyla dolmuştu. Kadın bir iki adım yaklaştı. “Ben doktorum. Bu sizin karınız. Ona bakın lütfen. Onu hatırlıyor musunuz? Onu daha önce gördüğünüzü hatırlıyor musunuz? Onunla ilgili aklınıza gelen bir şeyler var mı?” Adam baktı. Karısının yüzünde bir şey beklediğini belirten bir ifade vardı, ama incinmişti de, neredeyse küs duruyordu, sanki bu yüzün sahibi hem bu işlemin aptallığına, hem de adamın sessiz bakışlarına kızıyor gibiydi. Her şeyden öte, kadın adamın veremediği bir şeyler talep ediyordu. Kadın isimler saymaya başladı, insan isimleri, sokak isimleri, yer isimleri, birbiriyle ilgisiz cümlecikler.

Bazıları tekrarlanıyordu. Adam bazı isimleri duymuştu belki, sözcük olarak; ama bunların neyle bağlantısı olabileceği ya da neden, işlemiş olduğu bir suçun kanıtları gibi söylenip durduğu hakkında en ufak bir ϐikri yoktu. Sonunda başını iki yana salladı. Gözlerini kapamak, yeniden unutmak için huzur bulmayı ne kadar isterdi; unutmuşluğun boş sayfasıyla yine bütünleşebilseydi. Ancak, kadın ona daha da yaklaşıyor, dikkatle kendisini inceliyordu. “Sevgilim, bir dene lütfen. Olur mu? Hatırım için?” Bir iki dakika bekledi, sonra bakışlarını uzaklaştırdı. “Korkarım bir faydası yok.” Şimdi de doktor ona doğru eğilmişti. Doktorun nazik parmaklarının göz kapaklarını kaldırdığını hissetti, gözbebekleriyle ilgili bir şeyleri inceliyordu. Karşısında bir çocuk varmış gibi ona bakarak gülümsedi. “Burası bir hastanenin özel odası. Burada güvenlikte sayılırsın.” “Hastane mi?” “Hastanenin ne olduğunu biliyor musun?” “Kaza mı oldu?” “Bir güç kesintisi.” Kuru bir ipucu siyah gözlerini parlattı, merhametli bir mizah kırıntısı.

“Sizi tekrar çalışır hale getireceğiz.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir