Harry Potter ve Felsefe Taşı – J. K. Rowling

Privet Drive dört numarada oturan Mr ve Mrs Dursley, son derece normal olduklarını söylemekten gurur duyarlardı, sağ olun efendim. Garip ya da gizemli işlere bulaşacak son kişilerdi, böyle saçmalıklara kafa yormazlardı çünkü. Mr Dursley matkap yapan Grunnings adlı bir şirketin yöneticisiydi. Đri yarı, kalıplı bir adamdı, boynu yok gibiydi, ama koskoca bir bıyığı vardı. Mrs Dursley zayıftı, şansındı, olağanın iki katı uzunluğunda bir boynu vardı; bu da bahçe çitlerinin üstünden kafasını uzatıp komşuları gözetlemekte pek işine yarıyordu. Dudley adında küçük bir oğulları vardı Dursley’lerin, kendilerine bakılırsa dünyada ondan kusursuz bir çocuk bulunamazdı. Dursley’ler istedikleri her şeye sahiptiler, ama bir gizleri vardı, biri kalkıp da bunu anlayacak diye ödleri kopardı. Potterların ortaya çıkarılmasına katlanabileceklerini hiç sanmıyorlardı. Mrs Potter, Mrs Dursley’nin kardeşiydi, ama birkaç yıldır görüşmemişlerdi; aslına bakılırsa, Mrs Dursley hiç kardeşi yokmuş gibi davranıyordu, çünkü kardeşi de, onun beş para etmez kocası da Dursley’lere hiç mi hiç benzemiyorlardı. Potter’lar sokakta boy gösterirse, komşuların ne diyeceğini düşünmek bile tüylerini ürpertiyordu. Potter’ların küçük bir oğullan olduğunu biliyorlardı, ama hiç görmemişlerdi onu. Bu oğlan da Potter’ları yanlarına yaklaştırmamak için bir başka geçerli nedendi; Dudley’nin öyle bir çocukla içli dışlı olmasını istemiyorlardı. Mr ve Mrs Dursley, öykümüzün başladığı o kasvetli, kurşuni sah sabahı uyandıklarında, yakında bütün ülkeyi saracak garip, gizemli şeylerin habercisi olabilecek hiçbir şey yoktu bulutlu gökte. Mr Dursley, işe giderken taktığı en tatsız kravatı seçerken bir şarkı mırıldanıyor, Mrs Dursley de çığlıklar atan Dudleyi yüksek iskemlesine oturtmak için boğuşurken keyifli keyifli dedikodu ediyordu. Hiçbiri, kahverengi bir baykuşun pencerenin önünden kanat çırparak geçtiğini fark etmedi.


Sekiz buçukta, Mr Dursley çantasını aldı, Mrs Dursley’nin yanağını şöyle bir gagaladı, Dudley’ye de bir hoşça kal öpücüğü vermeye çabaladı, ama ıskaladı, Dudley bir bunalım geçirmekteydi çünkü, mamasını duvara fırlatıyordu. Evden ayrılırken, “Küçük yumurcak,” diye kıkırdadı Mr Dursley. Arabasına bindi, dört numaranın bahçesinden geri geri çıktı. Garip bir şeyin ilk belirtisini fark etti sokağın köşesinde haritaya bakan bir kediyi. Mr Dursley, bir an ne gördüğünü kavrayamadı. Sonra, bakmak için başını arkaya çevirdi. Privet Drive’ın köşesinde bir tekir kedi duruyordu, ama görünürlerde harita filan yoktu. Zaten olacak iş miydi bu? Bir ışık oyunuydu olsa olsa. Kirpiklerini kırpıştırdı Mr Dursley, gözlerini kediye dikti. Kedi de ona dikti gözlerini. Mr Dursley köşeyi dönüp yolda ilerlerken boyuna kediye baktı dikiz aynasında. Şimdi de Privet Drive yazılı tabelayı okuyordu – hayır, tabelaya bakıyordu; kediler ne harita inceleyebilir, ne de tabela okuyabilirlerdi. Hafifçe silkindi Mr Dursley, kediyi kafasından çıkardı. Kente doğru ilerlerken o gün almayı umduğu büyük bir matkap siparişinden başka bir şey düşünmemeye koyuldu. Ama kente girerken kafasındaki matkapların yerini başka bir şey alıverdi.

Sabahın olağan trafik sıkışıklığında beklerken, çevrede garip giyimli bir sürü insan fark etti. Pelerinli insanlar. Mr Dursley, gençlerin sırtında görülen o tuhaf elbiseleri giyenlerden hiç hoşlanmazdı! Bu da saçma sapan yeni modalardan biriydi herhalde. Direksiyona vurmaya başladı parmaklarıyla, gözleri bu manyakların az ötede oluşturduğu bir topluluğa takıldı. Heyecanlı heyecanlı bir şeyler fısıldaşıyorlardı. Mr Dursley, bazılarının hiç de genç olmadığını görünce küplere bindi; işte şu adam kendisinden çok daha yaşlıydı, üstelik zümrüt yeşili bir pelerin atmıştı omuzlarına! Cesarete bak! Derken kafasına dank etti Mr Dursley’nin, bu olsa olsa uyduruk bir gösteriydi – bir şey için para topluyorlardı… evet, mutlaka öyleydi. Trafik açıldı, Mr Dursley birkaç dakika sonra Grunnings oto-parkındaydı, aklında matkaplar vardı sadece. Mr Dursley dokuzuncu kattaki odasında sırtım pencereye vererek otururdu hep. Öyle yapmasa, o sabah aklını matkaplara vermesi biraz güç olacaktı. Baykuşların güpegündüz süzülerek geçtiğini görmedi, ama aşağıda, sokaktaki insanlar gördüler bunu, ağızlan açık, birbiri ardı sıra tepelerinde süzülen baykuşlara baktılar, onları parmaklarıyla gösterdiler. Çoğu geceleyin bile baykuş görmemişti. Ama Mr Dursley, son derece olağan, baykuşsuz bir sabah geçirdi. Beş ayrı kişiye bağırdı. Önemli birkaç telefon görüşmesi yaptı, biraz daha bağırdı. Öğle yemeğine kadar keyfi yerine gelmişti, bacaklarını çalıştırmak, sokağın karşısına yürüyüp fırından bir çörek almak istedi.

Pelerinli insanlar aklından bütün bütüne çıkmıştı ki, içlerinden bazılarına rastladı fırının orada. Yanlarından geçerken öfkeyle baktı. Nedenini bilmiyordu, ama tedirgin oluyordu onlardan. Bunlar da heyecanlı heyecanlı fısıldaşıyorlardı, ortalıkta bir tek para tası bile görünmüyordu. Elindeki kesekâğıdında koca bir çörekle dönüp yanlarından geçerken, konuşmalarından birkaç sözcük çalındı kulağına. “Potter’lar, doğru, ben de öyle duydum -” “- evet, oğullan, Harry -” Kaskatı kesiliverdi Mr Dursley. Her yanını korku sardı. Bir şey söyleyecekmiş gibi, fısıldaşanlara baktı, ama vazgeçti. Yolun karşısına geçti hızla, bürosuna koştu, sekreterine rahatsız edilmemesini söyledi, telefona sarıldı, evinin numarasını tam çevirmişti ki, kararını değiştirdi. Telefonu yerine bıraktı, bıyıklarını sıvazlayarak düşündü… hayır, düpedüz aptallık ediyordu. Potter öyle pek alışılmadık bir ad değildi ki. Harry diye oğulları olan Potter adında kim bilir kaç kişi vardı. Üstelik yeğeninin adının Harry olup olmadığından da emin değildi. Çocuğu görmemişti bile. Belki de Harvey’ydi.

Ya da Harold. Mrs Dursley’yi telaşlandırmanın anlamı yoktu, kardeşinin adını söyleyince bile tedirgin olurdu karısı. Onu suçlamıyordu – kendisinin de öyle bir kardeşi olsaydı… ama ya o kişiler, o pelerinli insanlar… O ikindi kafasını matkaplara veremedi, olanaksızdı bu, saat beşte binadan ayrılırken öylesine dalgındı ki, kapının tam önünde birine çarptı. Sendeleyip az kalsın yere düşecek sıska ihtiyara, “Özür dilerim,” diye homurdandı. Onun menekşe rengi bir pelerin giydiğini kavraması için birkaç saniye yetti Mr Dursley’ye. Adam bu çarpmaya pek aldırmışa benzemiyordu. Aksine, koca bir gülümseme yayıldı yüzüne, yoldan geçenleri dönüp baktıracak kadar ince bir sesle, “Özür dilemeyin, efendim,” dedi, “bugün hiçbir şey keyfimi kaçıramaz! Sevinin, o Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen sonunda gitti! Sizin gibi bir Muggle bile bunu, bu mutlu, mutlu günü kutlamalı!” Đhtiyar, Mr Dursley’yi karnına sarılıp kucakladı, sonra uzaklaştı. Mr Dursley olduğu yerde kalakaldı. Bütün bütüne bir yabana tarafından kucaklanmıştı. Üstelik Muggle olarak nitelenmişti, artık ne demekse bu. Đyice karışmıştı kafası. Arabasına koştu, eve yollandı, hayal gördüğünü umuyordu, daha önce hiç ummamıştı bunu, çünkü hayal gücü denilen şeye hiç inanmazdı. Arabasını dört numaranın park yerine çekerken, ilk gördüğü -bu da hiç keyiflendirmedi onu- o sabah gözüne ilişen tekir kedi oldu. Bahçe duvarında oturuyordu şimdi. Aynı kedi olduğuna emindi; gözlerinin çevresinde aynı çizgiler vardı.

“Şişşşt!” diye bağırdı Mr Dursley. Kedi kıpırdamadı. Sadece sert sert baktı ona. Mr Dursley, bunun olağan bir kedi davranışı olup olmadığını düşündü. Toparlanmaya çalışarak eve girdi. Karısına hâlâ bir şey söylememekte kararlıydı. Mrs Dursley güzel, sıradan bir gün geçirmişti. Yemekte komşu kadının kızıyla sorunlarını, Dudley’nin de yeni bir sözcük (“olabilemez”) öğrendiğini anlattı boyuna. Mr Dursley olağan davranmaya çalıştı. Dudley yatırıldıktan sonra salona gidip son akşam haberlerini yakaladı: “Her yerdeki kuş meraklıları, ülkedeki bütün baykuşların bugün hiç alışılmadık şeyler yaptığını belirtmektedir. Baykuşlar genellikle geceleri avlanırlar, gün ışığında pek görülmezler, ama sabahtan beri bu kuşların her yöne uçuştuklarına yüzlerce kere tanık olunmuştur. Uzmanlar, baykuşların uyku alışkanlıklarını birdenbire neden değiştirdiklerini açıklayamamaktadırlar.” Spiker sırıtmadan edemedi. “Son derece esrarengiz. Şimdi de Jim McGuffin’den hava raporu.

Ne dersin, bu gece yine baykuş sağanağı olacak mı, Jim?” “Eee, Ted,” dedi hava tahmincisi, “onu bilemem, ama bugün garip davranışlarda bulunanlar sadece baykuşlar değildi. Kent, Yorkshire, Dundee gibi ayrı ayrı yerlerden arayan seyirciler, dün söylediğim yağmur yerine, kayan yıldızlar sağanağına tutulmuşlar! Şenlik Gecesi önümüzdeki hafta gerçi, ama belki de şimdiden kutluyorlardır! Ama bu gece kesinlikle yağmurlu olacak.” Mr Dursley koltuğunda donakalmıştı. Bütün Đngiltere göklerinde kayan yıldızlar? Gün ışığında uçuşan baykuşlar? Her yerde pelerinli esrarengiz insanlar? Potter’lar hakkında fısıltılar, fısıltılar… Mrs Dursley iki fincan çayla salona geldi. Yaran yoktu. Bir şeyler söylemeliydi karısına. Gergin gergin boğazını temizledi. “Şey Petunia, sevgilim son günlerde kardeşinden bir haber almadın, değil mi?” Beklediği gibi, Mrs Dursley şaşkınlıkla, öfkeyle baktı. Ne de olsa, sanki onun bur kardeşi yokmuş gibi davranmaya alışıktılar. Sertçe, “Hayır,” dedi Mrs Dursley. “Niye?” “Garip şeyler söylediler haberlerde,” diye mırıldandı Mr Dursley. “Baykuşlar… kayan yıldızlar… şehirde de bir sürü tuhaf insan vardı bugün…” Mrs Dursley sözünü kesti onun: “Yani?” “Şey, düşündüm de… belki… bütün bunların… biliyorsun işte… onlarla bir ilgisi vardır.” Mrs Dursley kenetlenmiş dudaklarının arasından bir yudum çay aldı. Mr Dursley “Potter” adını işittiğini söyleyip söylememeyi düşündü. Bunu göze alamayacağına karar verdi.

Sanki laf olsun diye soruyormuş gibi, “Oğulları,” dedi, “şimdi aşağı yukarı Dudley’nin yaşındadır, öyle değil mi?” Mrs Dursley, kaskatı, “Herhalde,” dedi. “Sahi, neydi adı? Howard’dı, değil mi?” “Harry. Bana sorarsan, berbat, sıradan bir ad.” Ansızın yüreğine bir ağırlık çöktü Mr Dursley’nin, “Ha, sahi,” dedi. “Evet, bence de öyle.” Yukarı yatmaya çıkarlarken bu konuda başka tek söz söylemedi. Mrs Dursley banyodayken, Mr Dursley yatak odasının penceresine uzandı, ön bahçeye baktı. Kedi hâlâ oradaydı. Sanki bir şey bekliyormuş gibi Privet Drive’a bakıyordu boyuna. Hayal mi görüyordu yoksa? Bütün bunların Potter’larla bir ilgisi olabilir miydi? Eğer varsa… eğer o karıkocayla akrabalıkları ortaya çıkarsa – eh, buna da katlanamazdı doğrusu. Yattılar. Mrs Dursley hemen uyudu, ama gözlerine uyku girmiyordu Mr Dursley’nin, kafası karmakarışıktı. Uykuya dalmadan önce, Potterların bu işle bir ilgileri olsa bile, ne kendisine ne de Mrs Dursley’ye yanaşamayacaklarını düşündü de rahatladı. Potter’lar onun da, Petunia’nın da kendileri için, kendilerine benzeyenler için ne düşündüklerini pekâlâ biliyorlardı… Bu olanlara onun da, Petunia’nın da bulaşması olanaksızdı. Esnedi, yan döndü.

Kendilerini etkilemezdi bu… Nasıl da yanılıyordu. Mr Dursley tedirgin bir uykuya dalıyordu belki, ama dışarıda, duvarın üstündeki kedinin uykusu hiçmi hiç gelmemişti. Heykel gibi oturuyordu orada; gözlerini, hiç kırpmadan Privet Drive’ın uç köşesine dikmişti. Yan sokakta bir arabanın kapısı çarpıldığında da, tepesinden iki baykuş süzüldüğünde de titremedi bile. Hiç kıpırdamadan öylece durdu, gece yarısına kadar. Kedinin baktığı köşede bir adam belirdi; öylesine ansızın, öylesine sessizce belirmişti ki, sanki yerden fışkırmış gibiydi. Kedinin kuyruğu titredi, gözleri kısıldı. Böyle bir adamın benzeri Privet Drive’da daha önce hiç görülmemişti. Uzun boyluydu, zayıftı; saçının sakalının kırlarına bakılırsa çok yaşlıydı; saçı da sakalı da kemerine sıkıştıracak kadar uzundu. Uzun giysiler vardı üstünde, yerleri süpüren mor bir pelerin, uzun topuklu, tokalı çizmeler giymişti. Açık mavi gözleri, dar çerçeveli gözlüğünün arkasından ışıl ışıl parlıyordu; upuzun, kemerli burnu sanki en az iki kere kırılmışa benziyordu. Bu adamın adı Albus Dumbledore’du. Albus Dumbledore, adından çizmelerine kadar hiçbir şeyinin hoş karşılanmadığı bir sokağa geldiğinin farkında değildi. Pelerinini karıştırmaktaydı boyuna, bir şey arıyordu. Ama gözetlendiğinin farkına vardı, başını kaldırdı ansızın, sokağın öteki ucundan kendisine gözlerini dikmiş kediye baktı.

Nedense, kedinin varlığı onu pek eğlendirmişti. Kıkırdayarak, “Bilmeliydim bunu,” diye mırıldandı. Aradığı şeyi iç cebinde buldu. Gümüş bir çakmaktı bu. Kapağını açtı, havaya kaldırdı, çaktı. En yakındaki sokak lambası püf diye sönüverdi. Yine çaktı – bir sonraki lamba da karanlığa gömüldü. On iki kere çaktı Püfür’ü, sokakta sadece iki ışıltı kalıncaya kadar – kendisini gözetleyen kedinin gözleriydi bunlar. Şimdi pencereden kim bakarsa baksın, isterse boncuk gözlü Mrs Dursley, aşağıda kaldırımda neler olup bittiğini göremezdi. Dumbledore, Püfür’ü pelerininin iç cebine koydu; dört numaraya yollandı, duvara, kedinin yanına oturdu. Bakmadı ona, ama bir süre sonra konuştu. “Sizi burada görmek ne güzel, Profesör McGonagall.” Tekire döndü gülümseyerek, ama kedi gitmişti. Tıpkı onun gözlerinin çevresindeki çizgileri andıran dört köşe bir gözlük takmış asıkça suratlı bir kadına gülümsediğini fark etti. Kadının da bir pelerin vardı sırtında, zümrüt yeşili bir pelerin.

Siyah saçları sımsıkı toplanmıştı. Belirgin bir tedirginlik vardı üstünde. “Ben olduğumu nereden anladınız?” diye sordu. “Sevgili Profesör, hiçbir kedinin bu kadar kaskatı oturduğunu görmemiştim.” Profesör McGonagall, “Bütün gün siz de bir tuğla duvarın üstünde otursaydınız, siz de kaskatı kesilirdiniz,” dedi. “Bütün gün mü? Kutlamalara katılmadan mı? Ben buraya gelirken en az bir düzine şölene, eğlenceye rastladım.” Profesör McGonagall öfkeyle burnunu çekti. Sabırsızca, “Evet, doğru, herkes kutluyor,” dedi. “Biraz daha dikkatli olmaları gerekirdi, ama hayır – Muggle’lar bile bir şeyler döndüğünü fark ettiler. Haberlerinde verdiler.” Başını Dursley’lerin karanlık salon pencerelerine çevirdi. “Duydum. Baykuş sürüleri… kayan yıldızlar… Eee, o kadar da aptal değiller. Nasıl olsa bir şeylerin farkına varacaklardı. Kent’te kayan yıldızlar – mutlaka Dedalus Diggle’dır.

Hiç akıllanmadı.” Dumbledore, incelikle, “Onları suçlayamazsınız,” dedi. “On bir yıldır pek bir şey kutladığımız yok.” Profesör McGonagall, “Biliyorum,” dedi tedirgince. “Ama dağıtmamız için bir neden değil bu. Đnsanlar düpedüz dikkatsizlik ediyorlar, sokaklara fırlamışlar güpegündüz, sırtlarında Muggle giysileri bile yok, boyuna dedikodu ediyorlar.” Dumbledore’a yan yan baktı sertçe, bir şey söylemesini bekliyor gibiydi, ama bir şey söylemedi Dumbledore, Profesör de devam etti: “Sonunda Kim-Olduğu-nu-Bilirsin-Sen’in kayıplara karıştığı gün, tam o gün Muggle’ların bizi öğrenmeleri ne de güzel ya. Gerçekten kayıplara karıştı mı dersiniz, Dumbledore?” “Öyle görünüyor,” dedi Dumbledore. “Sevinmemiz gerek. Limon şerbeti içer miydiniz?” “Ne içer miydim?” “Limon şerbeti. Muggle’ların bir çeşit tatlı içeceği. Hoşuma gidiyor.” Şimdi limon şerbetinin sırası olmadığım düşünen Profesör McGonagall, “Hayır, teşekkür ederim,” dedi soğukça. “Söylediğim gibi, Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen gittiyse bile -” “Sevgili Profesör, sizin gibi mantıklı biri onu gerçek adıyla anabilir, öyle değil mi? Bütün bu ‘KimOlduğu-nu-Bilirsin-Sen’ saçmalığı – on bir yıldır söylüyorum herkese, onu gerçek adıyla anın diye, Voldemort deyin.” Profesör McGonagall ürktü, ama o sırada iki limon şerbeti açan Dumbledore farkına varma iı bunun.

“Boyuna ‘Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen’ deyip durmanın ne anlamı var? Voldemort adından korkmak için bir neden göremiyorum.” Yarı bitkinlik, yarı hayranlıkla, “Sanıyorum, sizin için yok,” dedi Profesör McGonagall. “Ama siz başkasınız. Herkes biliyor, Kim-Olduğunu-bilirsin-sen peki peki, Voldermort’un korktuğu tek kişi sizdiniz.” Dumbledore, “Beni şımartıyorsunuz,” dedi usulca. “Voldemort’da benim hiç edinemeyeceğim güçler vardı.” “Bunun nedeni sizin o güçleri kullanmayacak kadar – şey – soylu olmanız.” “Đyi ki karanlıktayız. Madam Pomfrey yeni kulaklıklarımı sevdiğini söylediğinden beri bu kadar kızarmamıştım.” Profesör McGonagall, Dumbledore’a şöyle bir baktı sertçe, “Uçuşan söylentilerin yanında baykuşların sözü bile edilmez,” dedi. “Herkes ne diyor, biliyor musunuz? Niye kayıplara karışmış? Sonunda niye vazgeçmiş?” Anlaşılan Profesör McGonagall konuşmanın en can alıcı noktasına gelmişti, bütün gün soğuk sert bir duvarda bekleyip durmasının gerçek nedeniydi bu, yoksa ne kedi ne de kadın olarak Dumbledore’a gözlerini böyle yırtıcı bakışlar fırlatarak dikemezdi şimdi. “Herkes” ne söylerse söylesin, Dumbledore bunların gerçek olduğunu belirtinceye kadar hiçbir şeye inanmayacağı apaçık ortadaydı. Ama o sırada bir başka limon şerbeti seçmekteydi Dumbledore, yanıt vermedi. “Anlatılanlara göre,” diye üsteledi Profesör McGonagall, “Voldemort dün gece Godric’s Hollovv’da görülmüş. Potter’ları bulmaya gitmiş oraya.

Söylentilere bakılırsa, Lily ile James Potter galiba – galiba ölmüşler ” Dumbledore başını önüne eğdi. Profesör McGonagall derin bir soluk aldı. “Lily ile James… Đnanamıyorum Đnanmak istemedim buna… Ah, Albus…” Dumbledore elini uzatıp omzuna vurdu onun Acılı bir sesle, “Biliyorum… Biliyorum…” dedi. Konuşmayı sürdürürken Profesör McGonall’ın sesi titriyordu. “Hepsi bu kadar değil Potter’ların oğlunu, Harry’yi de öldürmeye kalkmış, kim-olduğunu-bilirsin-sen. Ama öldürememiş. O küçük çocuğu öldürememesinin Nedenini, nasılını kimse bilmiyor, ama söylentilere bakılırsa, Harry Potter’ı öldüremeyince Voldermorth’un gücü de yok oluvermiş – bu yüzden kayıplara karışmış işte.” Dumbledore kederle baş sallayarak onu onayladı. Profesör McGonagall, “Acaba – acaba doğru mü?” diye kekeledi. “Bütün o yaptıklarından sonra… o kadar insanı öldürdükten sonra… küçük bir çocuğu öldüremez miydi? Akıl almayacak bir şey… böyle bir şeyi yapamaz mıydı… Tanrı aşkına, nasıl oldu da Harry sağ kaldı?” “Sadece tahmin yürütebilirim,” dedi. “Belki aslını hiç öğrenemeyeceğiz.” Profesör McGonagall bir dantel mendil çıkarıp gözlüğünün altından gözlerini kuruladı. Dumbledore da burnunu çekerek cebinden bir altın saat çıkardı, onu inceledi. Çok garip bir saatti bu. On iki yelkovanı vardı, ama hiç rakam yoktu üstünde; rakamlar yerine, çevresinde küçük gezegenler hareket ediyordu.

Bunların herhalde bir anlamı vardı Dumbledore için, çünkü yeniden yerine koydu saati, “Hagrid gecikti,” dedi. “Sahi, burada olacağımı sanırım o söylemiştir size, öyle değil mi?” “Evet,” dedi Profesör McGonagall. “O kadar yer dururken kalkıp neden buraya geldiğinizi sanırım anlatmayacaksınız bana.” “Harry’yi teyzesiyle eniştesine getirmeye geldim. Ailesinden sadece onlar kaldı şimdi.” Profesör McGonagall, ayağa fırlayıp dört numarayı göstererek, “Yani – burada oturan insanlardan mı söz ediyorsun yoksa?” diye bağırdı. “Dumbledore – bunu yapamazsın. Bütün gün onları gözetledim. Onlar kadar bize hiç mi hiç benzemeyen başka iki kişi yoktur. Bir de oğullan var – gördüm onu, şeker alsın diye çığlıklar atarak annesini sokak boyunca tekmeledi durdu. Harry Potter gelip burada mı oturacak!” Dumbledore, kesin bir sesle, “Burası onun için en iyi yer,” dedi. “Büyüyünce teyzesiyle eniştesi ona her şeyi anlatırlar. Onlara bir de mektup yazdım.” Profesör McGonagall, yeniden duvara oturarak, cılız bir sesle, “Mektup mu?” diye tekrarladı. “Gerçekten, Dumbledore, bütün bunları bir mektupla açıklayabileceğini mi sanıyorsun? Bu insanlar onu hiç anlamayacak! Ünlü olacak ileride – bir efsane olacak – gelecekte bugün Harry Potter Günü olarak anılırsa hiç şaşmam – Harry üstüne kitaplar yazılacak – dünyamızdaki bütün çocuklar onun adını öğrenecek!” Dar çerçeveli gözlüğünün üstünden son derece ciddi bakarak, “Tastamam öyle,” dedi Dumbledore.

“Her çocuğun başını döndürebilir bu. Daha yürümeden, konuşmadan üne kavuşmak! Hiç hatırlamayacağı bir şey yüzünden ünlü olmak! Anlamıyor musunuz, böylesi çok daha iyi, hiç olmazsa anlayacağı zamana kadar bütün bunlardan uzak kalır.” Profesör McGonagall ağzını açtı, fikrini değiştirdi, yutkundu, sonra, “Evet – evet, haklısınız, elbette,” dedi. “Ama çocuk nasıl geliyor buraya, Dumbledore?” Sanki Harry altında saklanıyormuş gibi onun pelerinine bir göz attı ansızın. “Hagrid getiriyor onu.” “Hagrid’e böylesine önemli bir şey için güvenmek -akıllıca mı sizce?” “Hagrid’e canımı bile emanet ederim,” dedi Dumbledore. Profesör McGonagall, hasetle, “Yüreği bizimle birliktedir, ben de biliyorum bunu,” dedi, “ama dikkatsiz olduğunu da göz ardı edemezsiniz. Birazcık – neydi o?” Çevrelerindeki sessizliği uzaklardan bir motor sesi bozmuştu. Sokağın iki başına bakarak bir taşıt ışığı aramaya başladılar, ses gittikçe yükseldi, kafalarını gökyüzüne çevirdikleri sırada gümbürtüye dönüştü – havadan koca bir motosiklet inip yola, tam önlerine kondu. Motosiklet kocamandı gerçi, ama onu kullanan adamın yanında hiç kalıyordu. Sıradan bir adamın yaklaşık iki katı kadar uzun, en az beş katı kadar da şişmandı. Dudak uçuklatacak kadar iri ve yabaniydi – çalıya benzer siyah uzun saçlarıyla sakalı yüzünün büyük bölümünü örtüyordu, çöp bidonu kapakları büyüklüğünde elleri vardı, deri çizmeli ayakları yunus yavrularına benziyordu. Uçsuz bucaksız, kaslı kollarında battaniyeden bir bohça tutuyordu. “Hagrid,” dedi Dumbledore, rahatlamışa benziyordu. “Sonunda! O motosikleti nereden buldun?” “Ödünç aldım, Profesör Dumbledore, efendim,” dedi dev; konuşurken dikkatle motosikletten indi.

“Genç Sirius Black ödünç verdi. Onu getirdim, efendim.” “Bir sorun çıkmadı, değil mi?” “Hayır, efendim – ev neredeyse yerle bir olmuştu, ama Muggle’lar üşüşmeden onu çıkarmayı başardım. Bristol üstünde uçarken uykuya daldı.” Dumbledore ile Profesör McGonagall bohçaya eğildiler. Đçinde, belli belirsiz, mışıl mışıl uyuyan bir bebek, bir oğlan çocuğu vardı. Alnındaki simsiyah saç buklesinin altında şimşeğe benzer garip biçimli bir kesik görülüyordu. “Yoksa oraya mı?” diye fısıldadı Profesör McGonagall. “Evet,” dedi Dumbledore. “O iz yaşamı boyunca kalacak.” “Siz bu konuda bir şey yapamaz mıydınız, Dumbledore?” “Yapabilecek olsaydım bile yapmazdım. Đzler yararlı olabilir bazen. Benim sol dizimde de bir tane var, Londra Metrosunun kusursuz bir haritası. Neyse – ver onu bana, Hagrid – şu işi bitirelim.” Dumbledore, Harry’yi kollarına alıp Dursley’lerin evine yöneldi.

“Acaba – acaba ona hoşça kal diyebilir miyim, efendim?” diye sordu Hagrid. Kocaman, kıllı kafasını Harry’nin üstüne eğdi, ona saçlı sakallı bir öpücük kondurdu. Sonra, birdenbire, yaralı bir köpek gibi ulumaya başladı. “Şşş!” diye fısıldadı Profesör McGonagall. “Muggle’ları uyandıracaksın!” Hagrid, “Ö-ö-özür dilerim,” diye hıçkırdı; benekli, büyük bir mendil çıkarıp yüzünü içine gömdü. “Ama da-da-dayanamıyorum – Lily ile James öldüler – zavallı minik Harry de Muggle’larla yaşayacak – ” Profesör McGonagall, çekinerek koluna dokundu Hagrid’in, “Evet, evet, çok acı bir şey bu, ama kendini toparla, Hagrid, yoksa bizi fark ederler,” diye fısıldadı; o orada Dumbledore alçak bahçe duvarını aşmış, ön kapıya varmıştı. Usulca eşiğe bıraktı Harry’yi, pelerininden bir mektup çıkarıp bohçaya tıkıştırdı, sonra da ötekilerin yanına döndü. Bir dakika boyunca üçü de orada durup küçük bohçaya baktılar; omuzları sarsılıyordu Hagrid’in, Profesör McGonagall öfkeyle gözlerini kırpıştırıyordu, Dumbledore’un gözlerinden fışkıran o parlak ışık ise bütün bütüne sönmüş gibiydi. Sonunda, “Eh,” dedi Dumbledore, “bu kadar. Artık burada işimiz yok. Gidip kutlamalara katılalım bari.” Boğuk mu boğuk bir sesle, “Yaa,” dedi Hagrid. “Ben önce şu motosikletten kurtulayım. Đyi geceler, Profesör McGonagall – Profesör Dumbledore, efendim.” Hagrid, sırılsıklam gözlerini ceketinin koluna silerek kendini motosiklete attı, motoru çalıştırdı; gürültüyle havalandı motosiklet, geceye karıştı.

Dumbledore, “Umarım yakında yine görüşürüz, Profesör McGonagall,” dedi, onu başıyla selamladı. Profesör McGonagall da karşılık olarak burnunu çekti. Dumbledore dönüp sokak boyunca yürümeye başladı. Köşeye varınca durdu, gümüş Püfür’ü çıkardı. Bir kere çaktı onu, on iki ışık topu sokak lambalarına yerleşti hemen, Privet Drive bir anda turuncu oluverdi; Dumbledore, sokağın öteki ucunda tekir bir kedinin süzülerek köşeyi döndüğünü gördü. Dört numaranın basamaklarında battaniyeden bohçayı da seçebiliyordu. “Talihin açık olsun, Harry,” diye mırıldandı. Topuklarının üstünde döndü, pelerininin bir hışırtısıyla yok oluverdi. Bir meltem çıktı, mürekkep rengi göğün alanda sessizce, düzenli bir biçimde uzanan, şaşırtıcı şeylerin en son olabileceği bu sokağın, Privet Drive’in tertemiz çalılıklarını titretti. Harry Potter, uyanmadan, battaniyenin içinde bir yandan bir yana döndü. Minicik eliyle yanındaki mektubu kavramıştı; uykudaydı, özel biri olduğunu bilmiyordu, ünlü biri olduğunu bilmiyordu, birkaç saat sonra süt şişelerini koymak için kapıyı açacak olan Mrs Dursley’in çığlığıyla uyanacağını bilmiyordu, önündeki birkaç haftayı kuzeni Dudley tarafından itilip kakılarak, çimdiklenerek geçireceğini de bilmiyordu… Nereden bilsin, o anda ülke boyunca gizlice toplanıp kadeh kaldırıyordu insanlar, “Harry Potter’a,” diyorlardı fısıltıyla, “sağ kalan çocuğa!” ĐKĐNCĐ BOLUM Yok Olan Cam Dursley’lerin uyanıp da evlerinin önündeki basamaklarda yeğenlerini bulmalarından bu yana yaklaşık on yıl geçmişti, ama Privet Drive pek değişmemişti. Güneş yine o düzenli bahçelerde yükseliyor, Dursley’lerin sokak kapısındaki pirinç dört numarayı ışıl ışıl parlatıyordu; salonlarına süzülüyordu sonra; salon, Mr Dursley’nin baykuşlar üstüne o kara haberleri izlediği gece nasılsa, şimdi de öyle sayılırdı Aradan ne kadar zaman geçtiğini sadece şöminenin rafındaki fotoğraflar belirtiyordu. On yıl önce, değişik renklerde tostoparlak şapkalar giymiş kocaman, pembe bir deniz topunu gösteren sürüyle fotoğraf vardı orada – ama Dudley Dursley bebek değildi artık, şimdi fotoğraflarda iriyarı sarışın bir çocuk vardı, ilk bisikletine binerken, lunaparkta atlıkarıncada, babasıyla bilgisayar oyunu oynarken, annesi tarafından kucaklanmış öpülürken Artı evde bir başka çocuğun da yaşadığını gösteren hiç bir belirti yoktu odada. Ama h”1″ ivdi Harry Potter, o sırada uyukluyordu, uzun sürmeyecekti uykusu. Petunia Teyzesi uyanıktı, günün ilk gürültüsü de onun tiz sesiyle oluştu.

“Kalk! Kalksana! Hadi!” Harry irkilerek uyandı. Teyzesi kapıyı tıklattı yine. “Kalk!” diye bağırdı. Harry onun mutfağa doğru yürüdüğünü duydu, sonra da fırının üstüne konulan tavanın sesini. Dönüp sırtüstü yattı, gördüğü düşü hatırlamaya çalıştı. Çok güzel bir düştü. Uçan bir motosiklet vardı düşte. Sanki aynı düşü daha önce de görmüş gibi garip bir duyguya kapıldı. Teyzesi kapının önüne geldi yine. “Daha kalkmadın mı?” diye seslendi. “Kalkıyorum,” dedi Harry. “Hadi, kıpırdan artık. Pastırmalara göz kulak ol. Sakın yakayım deme, Duddy’nin doğum gününde her şey kusursuz olmalı. Harry homurdandı.

Teyzesi, “Ne dedin sen?” diye seslendi kapının arkasından. “Hiçbir şey, hiçbir şey…” Dudley’nin doğum günü – nasıl olmuştu da unutmuştu? Ağır ağır yataktan çıktı Harry, çorap aramaya koyuldu. Yatağının altında bir çift buldu, teklerden birinin üstündeki örümceği çekip aldıktan sonra ayaklarına geçirdi. Örümceklere alışıktı, merdivenin altındaki dolap örümceklerle doluydu çünkü, kendisi de orada yatıyordu. Giyinince hole inip mutfağa geçti. Masa, Dudley’nin doğum günü armağanlarından görünmüyordu sanki. Anlaşılan, istediği o yeni bilgisayara kavuşmuştu Dudley, ikinci televizyonla yarış bisikleti de cabası. Dudley’nin neden bir yarış bisikleti istediğine akıl erdiremiyordu Harry, Dudley çok şişmandı çünkü, bedenini çalıştırmaktan da nefret ederdi – tabii bir başkasını yumruklamak dışında. Dudley’nin en sevdiği kum torbası Harry’ydi, ama kovalarken onu bir türlü yakalayamazdı. Görünüşünden pek belli değildi, ama Harry çok hızlıydı. Belki de karanlık bir dolapta yaşamakla ilgisi vardı bunun, ama Harry yaşına göre çok uf aktı, çok da cılızdı. Dudley’nin eski elbiselerini giymek zorunda kaldığı için, olduğundan da ufak ve cılız gösteriyordu; Dudley ise ondan yaklaşık dört kat iriydi. Đncecik bir yüzü vardı Harry’nin, kemikleri fırlamış dizleri, siyah saçları, yemyeşil gözleri vardı. Taktığı yusyuvarlak gözlük dünyanın seloteyp’iyle tutturulmuştu, Dudley yumruğu hep burnuna yapıştırırdı çünkü. Harry’nin görünüşünde hoşuna giden tek şey, alnındaki şimşek biçimindeki yara iziydi.

Kendini bildi bileli vardı bu; hatırlıyordu, Petunia Teyze’ye sorduğu ilk soru, bu izin nasıl olduğuydu. “Annenle babanın öldüğü otomobil kazasında,” demişti teyzesi. “Başka soru sorma.” Soru sorma – Dursley’lerle huzur içinde yaşamanın ilk kuralı buydu. Harry pastırmaları çevirirken mutfağa Venon Enişte girdi. Günaydın yerine, “Saçlarını tarasana!” diye kükredi. Vernon Enişte haftada ortalama bir kere gazetesinin tepesinden bakıp Harry’nin berbere gitmesi gerektiğini söylerdi. Harry saçlarını sınıf arkadaşlarının toplamından daha sık kestiriyordu, ama fark etmiyordu, saçları boyuna büyüyordu işte, fışkrırcasına. Dudley annesiyle mutfağa geldiğinde Harry tavada yumurta yapmaktaydı. Vernon Enişte’ye çok benziyordu Dudley. Kocaman, pembe bir yüzü vardı; boynu yok gibiydi; gözleri ufacıktı, suluydu, maviydi; sarı saçları tostoparlak kafasına yapışıyordu. Petunia Teyze onun bir bebek meleğe benzediğini söylerdi hep – Harry ise peruk takmış bir domuza benzediğini söylerdi. Harry pastırmalı yumurta tabaklarım masaya koydu, pek yer olmadığı için güç bir şeydi bu. Bu arada Dudley armağanlarını sayıyordu. Suratı asıldı.

Annesiyle babasına bakarak, “Otuz altı,” dedi. “Geçen yıldan iki eksik.” “Şekerim, Marge Hala’nın armağanını saymadın; bak, burada, annenle babanın koca armağanının altında.” Dudley, kıpkırmızı kesilerek, “Peki, otuz yedi öyleyse,” dedi. Dudley kasırgasının yaklaşmakta olduğunu sezen Harry, ne olur ne olmaz, belki Dudley masayı devirir diye, kurt gibi pastırmaya saldırdı. Petunia Teyze de tehlikeyi sezinlemişti besbelli, çabucak, “Bugün çıkınca sana iki armağan daha alacağız,” diye atıldı. “Buna ne dersin, kuşum? iki armağan daha. Oldu mu?” Bir an düşündü Dudley. Çetin bir soruydu bu. Sonunda, ağır ağır, “Öyleyse,” dedi, “otuz… otuz…” “Otuz dokuz, bir tanem,” dedi Petunia Teyze. “Haa.” Đskemlesine çöktü Dudley, en yakındaki pakete uzandı. “Đyi öyleyse.” Vernon Enişte kıkırdadı. “Küçük yumurcak parasının karşılığını istiyor, tıpkı babası gibi.

Yaşa, Dudley!” Dudley’nin saçlarını karıştırdı. Telefon çaldı o anda, Petunia Teyze açmaya gitti, Harry’yle Vernon Enişte de Dudley’nin yarış bisikleti, sinema kamerası, uzaktan kumandalı uçak, on altı yeni bilgisayar oyunu ve video paketlerini açmasını seyrettiler. Dudley tam altın saat paketini açıyordu ki, Petunia Teyze döndü telefondan, hem öfkeli, hem endişeliydi. “Haberler kötü, Vernon,” dedi. “Mrs Figg’in bacağı kırılmış. Onu alamıyor.” Başıyla Harry’yi işaret etti. Dudley’nin ağzı dehşetle açıldı, ama Harry’nin yüreği hopladı. Dudley’nin her doğum gününde annesiyle babası onunla bir arkadaşını gezmeye götürürlerdi, lunaparka, hamburgerciye ya da sinemaya. Her yıl da, iki sokak ötede oturan o deli kocakarıyla, Mrs Figg’le kalırdı Harry. Nefret ederdi oradan. Bütün ev lahana kokardı; Mrs Figg de gelmiş geçmiş ne kadar kedisi varsa, hepsinin fotoğrafını gösterirdi. “Ne olacak şimdi?” dedi Petunia Teyze, bu işi sanki o tasarlamış gibi, öfkeyle Harry’ye baktı. Harry, Mrs Figg’in bacağının kırılmasına üzülmesi gerektiğini düşünüyordu, ama kolay değildi bu; öyle ya, Tibbles’ı, Snowy’yi, Mr Paws’u, Tufty’yi koskoca bir yıl görmeyecekti. Vernon Enişte, “Marge’ı arasak,” diye önerdi.

“Saçmalama, Vernon, nefret ediyor o çocuktan.” Dursley’ler Harry’den hep böyle söz ederlerdi, sanki kendisi orada yokmuş gibi – ya da söylenenlerin zaten farkına varamayacak iğrenç bir şeymiş, bir sümüklüböcekmiş gibi. “Ya şeye ne dersin?. Neydi adı, arkadaşın Yvonne? Petunia Teyze, “Majorca’da tatilde,” diye kestirip attı. Harry umutla, “Beni burada da bırakabilirsiniz,” diye söze karıştı (bir değişiklik olur, televizyonda istediğini seyreder, belki de Dudley’nin bilgisayarını karıştırabilirdi). Petunia Teyze sanki bir limon yutmuş gibi baktı. Homurdandı: “Dönüp de evi alt üst olmuş bulalım diye mi?” “Evi yıkmam,” dedi Harry, ama dinleyen yoktu ki. Petunia Teyze, ağır ağır, “Onu da hayvanat bahçesine götürebiliriz,” dedi, “… arabada kalır…” “Araba yepyeni, tek başına bırakamayız…” Dudley bağıra bağıra ağlamaya başladı. Pek ağladığı yoktu aslında, bunu yıllar önce bırakmıştı, ama suratını buruşturup inlerse, annesinden ne isterse alabileceğini biliyordu. “Agucuk gugucuğum, ağlama, anneciğin o çocuğun en güzel gününü berbat ekmesine izin vermeyecek!” diye bağırdı Petunia Teyze, Dudley’ye sarıldı. Dudley, yapmacık hıçkırıklarla sarsılarak, “Onun…gelmesini… is-is-istemiyorum!” diye bağırdı. “Her şeyin tadını ka-kaçırıyor hep!” Annesinin kollan arasındaki boşluktan Harry’ye pis pis sırıttı. Ama o sırada kapı çalındı – “Aman, Tanrım, geldiler!” dedi Petunia Teyze çılgıncasına – bir an sonra da Dudley’nin en iyi arkadaşı Piers Polkiss, annesiyle girdi. Sıska bir çocuktu Piers, suratı sıçana benziyordu. Dudley’nin yumrukladığı çocukların ellerini arkalarından o tutardı genellikle.

Dudley yapmacık ağlamasını hemen kesti. Harry yarım saat sonra Dursley’lerin arabasının arka koltuğunda Piers ve Dudley’yle birlikte ömründe ilk kere hayvanat bahçesine giderken şansına inanamıyordu. Teyzesiyle eniştesi başka bir çare bulamamışlardı, ama yola çıkmadan önce Vernon Enişte, Harry’yi bir kenara çekmişti. Kocaman mosmor suratım Harry’nin yüzüne yaklaştırarak, “Seni uyarıyorum,” demişti, “bak, çocuk, seni şimdiden uyarıyorum – bir numara yapmaya kalkarsan, herhangi bir şey yaparsan – Noel’e kadar o dolabın içinde kalırsın.” “Ben bir şey yapmayacağım ki,” demişti Harry, “yeminle…” Ama Vernon Enişte inanmamıştı ona. Zaten kimse inanmıyordu. Sorun Harry’nin bulunduğu yerlerde garip şeyler olmasından kaynaklanıyordu, Dursley’lere bu olaylarda kendisinin parmağı olmadığını söylemek boşunaydı. Bir keresinde, Harry’nin berbere gittiği gibi gelmesinden bıkan Petunia Teyze, mutfaktaki makası alıp saçlarını kesmiş, onu damdazlak bırakmıştı, “o korkunç izi örtmek için” perçemine dokunmamıştı sadece. Dudley, Harry’yi Öyle gömünce gülmekten kırılmıştı; Harry’nin de ertesi gün okulu düşünmekten gözüne uyku girmemişti, zaten o çuval gibi pantolonuyla, seloteypli gözlüğüyle dalga geçen geçeneydi. Ama ertesi sabah kalkınca saçlarını Petunia Teyze kırkmadan nasılsa, öyle bulmuştu. Saçlarımı o kadar çabuk nasıl çıktığını açıklamasına olanak yoktu, ne söylediyse dinletememiş, bir hafta dolap cezasına çarptırılmıştı. Bir başka keresinde, Poturda Teyze ona Dudley’nin berbat mı berbat eski bir kazağını (turuncu benekli, kahverengi) giydirmeye çalışıyordu. Kafasından geçirmeye zorladıkça, kazak küçüldükçe küçülüyordu, sonunda el kadar bir kuklanın giyebileceği kadar oldu, ama Harry’ye uyması olanaksızdı. Petunia Teyze, kazağın yıkarken çektiğine karar verdi, Harry de cezalandırılmadığı için derin bir soluk aldı. Öte yandan, okul mutfaklarının damında yakalandığı için başı adamakıllı derde girmişti.

Dudley’nin çetesi her zamanki gibi onu kovalamaktaydı, Harry kendini birdenbire bacanın üstünde otururken buluvermişti, başkaları gibi o da şaşırmıştı buna. Dursley’ler, okul müdiresinden, Harry’nin damlara tırmandığını bildiren pek öfkeli bir mektup almışlardı. Harry’nin bütün yapmaya çalıştığı (kilitli dolap kapısının arkasından Vernon Enişte’ye bağırarak söylediği gibi) mutfakların önündeki çöp bidonlarının üstünden atlamaktı. Tam atlarken rüzgârın onu kaldırıp uçurduğunu düşünüyordu Harry. Ama bugün hiçbir terslik olmayacaktı. Günü okul, dolap ya da Mrs Figgs’in lahana kokan salonu dışında bir yerde geçirmek, Dudley ve Piers’la birlikte olmaya değerdi. Vernon Enişte, arabayı kullanırken Petunia Teyze’ye boyuna yakınıyordu. Her şeyden yakınmak hoşuna giderdi; işçiler, Harry, kurul, Harry, banka ve Harry en çok yakındığı konulardan birkaçıydı. Bu sabah motosikletlerden yakınıyordu. Yanlarından bir motosiklet hızla geçerken, “… genç serseriler, deli gibi sürüyorlar,” dedi. Ansızın hatırladı Harry. “Düşümde bir motosiklet gördüm,” dedi. “Uçuyordu.” Vernon Enişte az kalsın önündeki arabaya toslayacaktı. Arkaya dönerek Harry’ye bağırdı, suratı bıyıklı dev bir pancara dönmüştü: “MOTOSĐKLETLER UÇMAZ!” Dudley ile Piers kıkırdadılar.

“Biliyorum uçmadıklarını,” dedi Harry. “Sadece bir düştü bu.” Keşke bir şey söylemeseydim diye geçirdi içinden. Dursley’leri onun soru sormasından daha çok sinirlendiren bir şey varsa, o da herhangi bir şeyin olağandışı davranışlarıyla ilgili konuşmasıydı; konu ister düş, ister çizgi film olsun, fark etmezdi – böylece onun sakıncalı düşüncelere kapılabileceğini düşünüyorlardı herhalde. Pırıl pırıl bir cumartesiydi, hayvanat bahçesi ailelerle doluydu. Dursley’ler Dudley ile Piers’a kocaman çikolatalı dondurmalar aldılar kapıda; ama çabuk davranıp hemen uzaklaşamadılar oradan, satıcı kadın Harry’ye ne istediğini sorduğu için, ona da ucuzundan bir limonlu almak zorunda kaldılar. Pek de fena değilmiş diye düşündü Harry, bir yandan dondurmasını yalıyor, bir yandan da kafasını kaşıyan, inanılmaz derecede Dudley’ye benzeyen bir gorili seyrediyordu, bir de sarışın olsaydı tamamdı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

89 Yorum

Yorum Ekle
  1. Güzel seri fakat bana kitapların tamamı aktarılmamış olabilir mi, diye düşündürttü

  2. Filmi gibide kitspı da cok iyidi
    🙁 fake

  3. Dosya nasıl yükleniyor?

  4. Hayranıyım malfoy olmasa okumam belki

  5. Gerçekten çok güzel bir kitap

  6. Çok beğendim