Jamie McGuire – Providence #1 – Araf

Her kız babasına saygı duyar. Onu kahramanı olarak görür ya da onu hayatında o kadar önemli bir yere koyar ki hiçbir şey ona olan sevgisiyle yarışamaz. Benim için babam saygıdan, bağlılıktan ve hatta sevgiden çok daha fazlasını hak ediyordu. Ona hayrandım. Superman’den çok daha fazlasıydı; o, Tanrı’ydı. Hatırlayabildiğim en eski anılardan birinde, babam ofisinde anlamadığım bir şeyler söylerken iki adam da onun önünde korkudan iki büklüm olmuştu. Her zaman son karar onundu ve kimse bunu tartışmazdı. Ölüm bile dokunamazdı ona. 14 Aralık’ta çalan telefonuma cevap verdiğimde, bu gerçek sona ermişti. “Nina,” dedi annem içini çekerek, “çok fazla vakti yok, şimdi gelmelisin.” Telefon yatakta, yanı başımda duruyordu, ellerim o kadar titriyordu ki telefonun düşmesine engel olamamıştım. Geçen haftalar benim için sanki değişik bir evrende yaşıyormuşum gibi çok garipti; sürekli korkunç telefonlar alıyordum. ilkinde hastaneden bir hemşire, babamın kaza geçirdiğini haber vermek için aramıştı. En son aranan numara benimkiydi ve bu korkunç haberi anneme verecek olan kişi de bendim. Babamın son günlerinde doktorlar, durumunda hiçbir gelişmenin olmadığını, bize de kaçınılmaz olanla yüzleşin demeye başladığında, bu telefonlar son bulacağı için minnettardım.


Odanın içinde yürüyüp montumla anahtarlarımı almak çok garipti. Babama elveda demek için yola koyulurken yaptıklarım çok sıradan geliyordu bana. Arabama yürüyüp kontağı çalıştırırken, şimdi çok geride kalmış hayatım için yas tutuyordum. Çok sıkı yönettiği filo şirketinin başındaydı, ama onun içinde yumuşak ve hoşgörülü bir taraf olduğunu biliyordum. Önemli iş toplantılarından sıradan telefonlarımı açmak için çıkar, sıyrıklarımı öper, prenses her zaman prensi kurtarabilsin diye peri masallarını yeniden yazardı. Şimdiyse yatağında öylece uzanmış yatıyor ve annemle paylaştığı bu koca odada solup gidiyordu. Kâhyamız Agatha beni giriş kapısında karşıladı. “Annen seni bekliyor canım, en iyisi yukarı çık.” Agatha montumu aldı ve her adımımla birlikte içimde artan bir öfkeyle merdivenleri çıkmaya başladım. Ben odaya girerken özel hemşiresi yanımdan geçip gitti ve babamın görüntüsü karşısında irkildim. Yüzü terden parlamasına rağmen solgun görünüyordu ve her zaman düzgünce tıraş ettiği yüzü sakallarla kaplıydı. Annem yumuşacık bir tonda, aldığı her nefesle beraber göğsü ağırlaşan babama rahatlatıcı bir şeyler söylüyordu. Sessiz biplemeler, tüm o makinelerin uğultusu ve monitörden gelen sesler en kötü kâbusumun fon müziğiydi. Kazadan beri babamı her ziyaret edişimde olduğu gibi, sanki olduğum yerde çivilenip kalmıştım. Ne ileri gidebiliyor ne de geri çekilebiliyordum.

Hareketsiz kalmıştım. Annem gözlerindeki acıyla yorgunluk içinde bakıyordu, “Nina, gel canım.” Ellerini kaldırmış, beni çağırıyordu, ama ayaklarım hareket etmiyordu. Anladığını belli ederek iç çekip bana doğru yürüdü, kolları bana ulaşmak istercesine hala önündeydi. Parmaklarıyla omuzlarımı kavrayıp beni rahatlatmaya çalışırken, bakışlarımı babamın güçsüz nefes alma çabalarından ayıramadım. Birkaç isteksiz adım attıktan sonra yeniden durdum. “Biliyorum,” diye fısıldadı kulağıma. Ayaklarımı sürüyerek beni yatağın başucuna götürmesine izin verdim. Aklıma ilk gelen şey ona yardım etmekti, ama yapılabilecek tek şey acısının geçmesini beklemekti. “Jack, sevgilim,” dedi annem teselli edercesine bir ses tonuyla. “Nina burada.” Düzenli nefes alabilmek için çabalamasını izledikten sonra, kulağına bir şeyler söylemek için aşağı eğildim. “Buradayım babacığım.” Nefesi hızlandı ve duyamadığım bir şeyler mırıldandı. “Konuşmaya çalışma.

Yalnızca dinlen.” Titreyen parmaklarımla elini tuttum. “Seninle kalacağım.” “Cynthia?” Babamın avukatı ve arkadaşı olan Thomas, odanın uzak bir köşesinden anneme seslendi. Annem yüzünde acı dolu bir ifadeyle babama baktı, beni bir an için sıkıca göğsüne bastırdıktan sonra Thomas’ın yanına gitti. Babamın bir uğultuyu andıran sesleri, bağlı olduğu makinelerden gelen seslerden yüksek değildi. Ben nazikçe ter içinde kalmış saçlarını alnından çekerken, babam da yeniden, bir kez daha nefes aldı. “Niiinn.” Yutkundu. “Nina.” Son bir umut ışığı görebilmek için sessizce konuşan anneme baktım. Gözlerindeki acıyla kederi görünce, kafamı babama çevirerek ona veda etmeye hazırlandım. “Babacığım.” Konuşmaya çalıştım, fakat kelimeler yetersizdi. Acısını dindirme arzum büyürken gözlerimi kapattım.

Düzensiz bir nefes daha alıp sözlerime devam ettim. “Sana her şeyin yolunda olduğunu… benim için kalmana gerek olmadığını söylemeliyim, ama yapamıyorum.” Yavaşça nefes alıyordu. Beni dinliyordu. “Gitmene izin veren kişi olmak istemiyorum baba, iyileşmeni istiyorum. Ama yorgun olduğunu biliyorum. Ve eğer uyumak istersen… iyi olacağım.” Konuşmak için dudaklarını araladığında, ağzının kenarları titremeye başladı. Tüm suratımın kasılmasına rağmen gülümsedim. “Seni özleyeceğim babacığım. Seni çok fazla özleyeceğim.” Bir kez daha nefes aldım, o da aynısını yaptı, ama bu seferki farklıydı. Savaşacak gücü kalmamıştı. Ağırlaşmış yorgun gözleriyle beni seyreden anneme baktım. Babam derin bir nefes daha alıp yavaşça geri verdi.

Son oksijen de ciğerlerini terk ederken, hayata veda etti. Bu ses bana, geriye hiçbir şey kalmayana kadar yavaş yavaş hava kaçıran bir lastiği anımsattı. Bedeni gevşedi; gözleri ifadesiz ve boş bakıyordu. Hemşire kalp monitörünün kesintisiz sesini sustururken, ben de babamın huzur içindeki yüzünü inceledim. Babamın gittiğini anlamamla içimi dalgalar halinde büyük bir sıkıntı kapladı. içim burkuldu, kollarımla bacaklarım, sanki artık bana değil de bir yabancıya aitlermiş gibi hissediyordum. Yanaklarımdan süzülen yaşları görmezden gelerek başımı sallayıp gülümsüyordum. Söylediklerime inandı ve gitti. Thomas omzuma dokunup yatağın başına gitti. Parmaklarıyla babamın gözlerini kapayıp İbranice hoş bir şeyler mırıldandı. Babamın göğsüne yaslanıp ona sarıldım. O ise hayatımda ilk defa bana sarılmamıştı. *** Ellerime baktım, tutmakta olduğum cenazeden kalma ölüm ilanını inceledim. Bir tireyle ayrılan babamın doğum ve ölüm tarihi çok zarif bir fontla ön tarafa yazılmıştı. Bu kadar kısa bir yazının tüm hayatını anlatması gerçeğiyle yüzümü buruşturdum.

Tam ilam montumun iç cebine rahatça yerleştirdiğim sırada bir otobüs etrafa çamur sıçratarak yavaşça önümde durdu. Kapı açıldı, ama kafamı kaldırıp bakmadım. Kaldırıma ayak basan yolcuların sesleri de gelmiyordu. Komşularım toplu taşıma araçlarına pek fazla ihtiyaç duymuyorlardı, özellikle de akşamın bu saatinde. Yolcular civardaki devasa evlerde çalışan hizmetlilerdi. “Bayan?” Otobüs şoförü dikkatimi çekmek için boğazını temizledi, fakat onu tanıyamayınca otobüsün kapısı kapandı. Hava freni boşaldı ve otobüs yavaşça uzaklaştı. Bütün gün olup biten hiçbir şeyi düşünmemeye çalışıyordum, ama yaşananlar beni ele geçirmişti. Aynen küçük bir çocukken yaptığım gibi, rahatlamak için öne arkaya sallandım. Tabutunda kıvrılan elleriyle yatan babamı hatırlatan sıcak şeftali rengi parmaklarımdan çoktan çıkmıştı. Buz gibi soğuk havanın ciğerlerimi doldurmasıyla göğsümün ağırlaştığını hissettim. Beklemekte olan hıçkırıklarım kendilerini göstermek için bir yol bulmuş gibiydiler. Kısa süre önce daha fazla ağlayamayacağımı düşünmüş ve bedenim devam edemeyecek kadar yorgun düşmeden önce, daha ne kadar acıya dayanmam gerektiğini merak etmiştim.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir