Karin Tidbeck – Zeplin

Doktor Franz Hiller bir zepline âşık oldu. Berlin’de modern çağın harikalarının sergilendiği bir fuarı dolaşıyordu: otomobiller, pervaneli uçaklar, mekanik uşaklar, fark makineleri ve gelecekte insanlığa eşlik edecek diğer şeyler. Zeplin halatlarla havacılık sergisinin ortasına bağlanmıştı. Kordonun yanındaki küçük tabelaya göre adı Beatrice’ti. Franz’ın daha önce zeplinlere karşı hiçbir ilgisi olmamıştı. Zeplinle seyahat etmek şöyle dursun, yakından bile görmemişti. Aşk meraklısı da değildi. Otuz yaşında hâlâ bekârdı; geleceği parlaktı ama anne babasının ona gösterdiği potansiyel eşlerin hepsine karşı son derece ilgisizdi. Annesi gittikçe daha da ısrarcı olmaya başlamıştı ve Franz’ın er ya da geç kararını vermesi gerekecekti. Ama işte kendini burada, Berlin’de, bu zepline bakarken bulmuştu: Beatrice ismi çan gibi çınlıyordu. Franz ona bakmaktan kendini alamıyordu. Bedeni şehvetli bir elipsti, mat derisi güzel yuvarlak iskeletini sıkıca sarmıştı. Kenarlarda yuvarlanan kalın cam pencereleri ile küçük gondolu, koyu renk ahşaptan () yapılmış ve pirinç detaylarla (süslenmişti. İçinde, gıcır gıcır cilalanmış bir konsolun önünde, Fransız zambakları işlenmiş pelüş bir koltuk vardı. Beatrice mükemmeldi.


Uyuyan bir balina gibi, bir aşağı bir yukarı yavaş yavaş sallanıyordu. Ama son derece uyanıktı. Franz, onun dikkatini kendisine yöneltip öylece kaldığını, görmez bakışının sıcaklığını hissediyordu. Sadece Beatrice’e bakmak ve onun bakışını üstünde hissetmek için ertesi gün tekrar geldi; ondan sonraki gün de… Birbirlerine hiç dokunamadılar; bir kez kordonu aşmaya çalıştı ama güvenlik görevlilerinden fena bir azar yedi. Franz içini dolduran dokunulma arzusunun aynısını onda da hissediyordu. Lefleur et Fils mümessilini arayıp buldu; daha doğrusu genç Lefleur’ü: Takım elbisesi içinde rahatsız görünen, parmakları yağ lekeleriyle kaplı zayıf bir adamdı. Franz, Beatrice’i hemen oracıkta satın almayı teklif etti; derhal bir çek yazabilir veya gerekiyorsa nakit ödeyebilirdi. Genç Lefleur, bunun söz konusu olamayacağı yanıtını verdi. Bu zeplin bir prototipti. Bir istisna olamaz mıydı? Hiçbir istisna olamazdı. Prototip olmadan üretime nasıl başlayabilirlerdi? Elbette, Mösyö Hiller bir zeplin siparişi verebilirdi, sadece bu olmazdı. Franz, bu prototipi neden bu denli istediğini açıklamaya cesaret edemedi. Ona verdikleri kataloğu alıp eve döndü. Katalogdaki resmini okşarken Beatrice’i düşündü. Pürüzsüz cildini, küçük gondolunu… Onun küçük gondoluna binmeyi öyle çok istiyordu ki.

İki hafta sonra, fuar kapandı. Beatrice Paris’teki yuvasına, Lefleur et Fils fabrikasına götürüldü. Franz o fabrikaya gidip geceleyin gizlice içeri girerek onu çalmanın; ya da yalvar yakar durumunu anlatmanın ve hikâyesinden çok etkilenen sahiplerinin onu serbest bırakmasının hayalini kurdu. Franz bunların hiçbirini yapmadı. Bunun yerine, anne babasını hayretler içinde bırakarak onlarla birlikte yaşadığı evden taşındı, Berlin’e gidip orada yeni bir iş buldu ve Stahlwerkstrasse’de bir ambar kiraladı. Ardından siparişini verdi. İki ay sonra, Stahlwerkstrasse’deki ambara bir nakliye aracı geldi. Tek kelime Almanca bilmeyen dört irikıyım adam dört devasa kutu indirdi ve küçük bir zeplinin çeşitli parçalarını çıkarmaya başladı. Gittiklerinde, Beatrice’in tamamen aynısı ambarda halatlarla tutturulmuş halde duruyordu. Frank ambarda tek başına dikilmiş zeplinini incelerken yavaş yavaş fark etti. Bu yeni Beatrice ilgisizdi. Hiçbir sıcaklık belirtisi göstermeden havada sakince asılı duruyordu. Franz, Beatrice’in bir ucundan diğerine yürüdü. Tenini eliyle okşadı. Serindi.

Pürüzsüz, cilalı maun gondolunda parmaklarını gezdirdi, taze ahşap ve verniğin aromasını içine çekti. Daha sonra küçük kapıyı açtı ve nazikçe içine oturdu, hafif misk kokusuna bakır ve taze kauçuk kokusu karışmıştı. Onun Beatrice olduğunu hayal etti. Kendisini kavrayan sıcak yastıkların verdiği hissi, Beatrice’in onun ağırlığı altında gömülüşünü nasıl kafasında canlandırdığını hatırladı. Ama bu Beatrice’in, Beatrice II’nin koltuğunun formunu kaybetmeyen sert bir dolgusu vardı. “Başaracağız,” dedi Franz konsola. “Başaracağız. Sen benim Beatrice’im olabilirsin. Birbirimize alışacağız.” Matbaacı asistanı Anna Goldberg bir buhar makinesine âşık oldu. Hamburg’ta hali vakti yerinde bir ailenin en küçük ve en çirkin kızıydı; babası ülkenin en büyük matbaalarından birinin sahibiydi. Anna zihinsel yeteneğini belli ettiğinden eğitim görmesine ve babasının sekreteri olarak çalışmasına izin verilmişti. Böylece en azından kendi masraflarını karşılayabiliyordu. Anna işinden memnundu ama bunun sebebi matbaacılığı ya da sekreterliği sevmesi değildi. Sebep matbaa makineleriydi.

Onun yaşındaki diğer kızlar oğlanların hayalini kurarken, o bir Koenig & Bauer’e delice âşıktı. Ama babasının önünde açıkça bir aşk ilişkisi yaşayabilmesi mümkün değildi. Maaşının her feniğini biriktirdi, böylece günü geldiğinde aşkının peşinden gidebilecekti. Yirmi sekiz yaşındaydı ve hâlâ doğru zamanı bekliyordu. Nihayet Berlin fuarında Hercules’le tanıştığında o gün geldi. Hercules yarı-portatif bir buhar makinesiydi: Yuvarlak karınlı bir fırın dik, geniş omuzlu bir motorla birleştirilmişti. Keskin bir kömür dumanı notası da içeren sıcak demir aroması yayıyor, bu koku Anna’nın kalçalarını ürpertiyordu. Üstelik satılıktı. Anna onu daha yakından tanıyabilmek için fuara her gün gelmiş olsa da aslında ilk günden kararını vermişti. Hercules’ü almaya parası neredeyse tam denk geliyordu. Anna annesiyle babasına Berlin’de oturan bir arkadaşı ile kocasını ziyaret etmek ve muhtemelen orada bir talip bulmak niyetinde olduğunu bildirdi. Annesiyle babası hiç direnmedi, Anna da onlara kalış süresinin belli olmadığından bahsetmedi. Stahlwerkstrasse’de bir ambar kiralayıp eşyalarını oraya taşıdı. Hercules ile ambara vardığında, Anna’yı şaşkın bir beyefendi ile mekânı çoktan işgal etmiş minyatür bir zeplin karşıladı. Beyefendi kendini Dr.

Hiller olarak tanıttı, Anna’nın yüzüne doğru dürüst bakmadan ona bir belge gösterdi. Görünüşe bakılırsa Stahlwerkstrasse’deki ambar için yapılmış birbirinin aynısı kontratları vardı. Anna ile Franz mülk sahibinin ofisine gitti, oradaki yağ bezeleriyle kaplı minyon bir kadın bu karışıklığa çok üzüldü. Maalesef, şu an tüm ambarlar dolu olduğundan bu durumu düzeltmek için çok geçti. Ama Dr. Hiller ile Fräulein Goldberg’in bu sorunu aralarında çözebileceklerine emindi. Kira her ay ödendiği sürece, bunun nasıl olduğu pek de önemli değildi. Çektikleri sıkıntıdan dolayı bir indirim bile alacaklardı. Bunun ardından, geldikleri için onlara teşekkür etti ve gidebileceklerini söyledi. Sokağa çıkar çıkmaz, “Ambarda bir şey yakılmasına izin veremem,” dedi Franz. “Zeplin son derece yanıcı.” “Dr. Hiller bununla ne demeye çalışıyor?” dedi Anna. “Fräulein Goldberg hiç düşünmüyor galiba,” dedi Franz. “Fräulein Goldberg buhar makinesini neyle besleyecek acaba?” Anna, boynundan başlayıp yanaklarına dek kızararak ona baktı.

“Onun adı Hercules,” dedi yavaşça. Franz durup ona baktı. “Ah,” dedi biraz sonra, bakışları yumuşadı. “Özür dilerim. Aynı kaderi paylaşıyoruz galiba.” Ambara dönünce Franz, Anna’yı odanın diğer ucuna halatlarla bağlanmış zeplinin yanına götürdü. “Bu Beatrice,” dedi ve sahiplenici bir tavırla elini Beatrice’in gondoluna koydu. Anna, başını eğerek Beatrice’i selamladı. “Tebrik ederim,” dedi Franz’a. “Çok güzel.” Ambarı ortadan bir bölmeyle ayırıp ortak kullanma konusunda anlaştılar. Anna basit bir odun sobası getirdi. Anna’nın, onun da kendisi için yemek yapması gerekeceğini vurgulamasının ardından Franz, Beatrice’ten olabildiğince uzak bir noktaya, ambarın en uzak duvarının ortasındaki bir girintiye sobayı kurmasına izin verdi. O girinti onların ortak mutfağı ve oturma odaları oldu. Samimi bir ortam bile oluştu.

Anna, Hercules’ün açık ağzından gırtlağına sürekli kürek kürek kömür atmakla ve buhar için su doldurmakla meşguldü. Geceleri, onu beslemek için her saat başı kalkıyordu. Her sabah kliniğe gitmek için çıkan Franz, onun aynı şeyi gün boyunca da yaptığını düşünüyordu, çünkü günün hangi saati olursa olsun genellikle kömür küremekle meşguldü. Bunun dışında, zamanını çoğunlukla teknik kitapçıklar ve makaleler okumakla geçiriyor gibiydi. Bunlarla dolu bir kitaplık getirmişti. Franz ilişkilerine samimiyet katmaya ne kadar çalışırsa çalışsın, Beatrice soğuk ve mesafeli kaldı. Franz onunla titiz bir şekilde ilgileniyordu. Her gün ona gazeteleri okuyor; onunla çok nazik bir şekilde sevişiyordu. Hiçbir şey Beatrice’in ilgisini çekmiyor gibiydi. İlk Beatrice’i kazanmak için daha fazla mı uğraşmış olması gerekirdi? Daha fazla mı peşinden koşmuş olmalıydı? Bunu neden yapmamıştı? Onu en çok rahatsız eden soruysa şuydu: Beatrice de onu Franz’ın sevdiği kadar güçlü duygularla seviyor muydu? Bir gece, birlikte çorba içerlerken Anna’ya tüm hikâyeyi anlattı. “Asla öğrenemeyeceğim,” dedi. “Beni gerçekten sevdi mi? Onu tanıma şansım olsaydı ben onu sevebilecek miydim? Belki de sadece bir hayaldi. Hiç de benim sandığım gibi biri olmayabilir.” Anna okuduğu derginin sayfalarını düzelterek başını sağa sola salladı. “O Koenig & Bauer’e âşık olmaktan öğrendiğim bir şey var.

Delicesine âşık olmanın hiçbir değeri yok. Gerçek dünyada bir karşılığı yok.” Yatağının kenarında duran buhar makinesini başıyla işaret etti. “Ben ve Hercules, birbirimizi anlıyoruz. Birbirimize özen gösteriyoruz. Bu tür bir aşk daha iyi bence.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir