Margaret Weis & Tracy Hickman – Ejderha Mızrağı Destanı #1 Güz Alacakaranlığın Ejderhaları

Fantastik kurgu türü, 20. Yüzyılda ortaya çıkan ve en az bilim kurgu kadar ses getirmiş bir edebi akımdır. Köklerini İskandinav ve Orta Avrupa mitolojisinden alan bu türün yaratıcısı, hiç kuşkusuz J.R.R. Tolkien’dır. Ülkemizde de kısa bir süre önce yayınlanan “Yüzüklerin Efendisi” ile Tolkien, okuyuculara yepyeni evrenlerin kapılarını açtı. Yüzüklerin Efendisi’nden sonra yüzlerce kitap yazıldı fantastik kurgu türünde. Ejderhamızrağı da bu türün en önemli eserlerinden biridir. Yayınlandığı her ülkede en çok satan kitaplar listesine giren bu seri, bizce ülkemizde de hakettiği ilgiyi görecektir. Arkabahçe Yayıncılık olarak, Türk okuruna fantastik kurgu türünün en seçkin yapıtlarını sunmak için yola çıktık. Henüz yolun çok başındayız. Fantastik Kurgu romanların yanı sıra her yaştan, her kesimden hayal gücü geniş insanlara hitap edecek Fantastik Rol Yapma oyunlarıyla da karşınızda olacağız. Ejderhamızrağı, ülkemizde henüz emekleme sürecinde olan fantastik kurgu türünün en seçkin örneklerinden. Yayınlandığı tüm ülkelerde defalarca basılan ve New York Times başta olmak üzere pek çok yerde en çok satan kitaplar listesine giren Ejderhamızrağı serisi, fantastik kurguya başlamak için belki de en iyi eser.


Bu kitap, hem çok tempolu bir macera, hem de aşkın, dostluğun, ihtirasın ve kahramanlığın bir öyküsü. İyi ve kötünün savaşında kahramanlar hem kendilerini hem de birbirlerini tanıyacaklar. Ejderhamızrağı’nın, sizler için yeni dünyalara geçitler açması dileğiyle… Tika Waylan şöyle bir içini geçirip, tutulmuş kaslarını rahatlatmak için omuzlarını kasarak sırtını doğrulttu. Sabunlu paçavrayı kovaya fırlatarak boş odaya göz gezdirdi. Eski hanı ayakta tutmak gün geçtikçe zorlaşıyordu Tahtaların ılık cilalarına bol miktarda sevgi yedirilmişti ama sevgi ile mumyağı, dikkatle kullanılmış masalardaki çatlakları ve yarıkları gizleyemiyor; müşterilerin orada burada ortaya çıkan kıymıkların üzerine oturmasını engelleyemiyordu. Son Yuva Hanı, kızın methini duyduğu Liman’daki bazı hanlar gibi süslü falan değildi. Rahattı. Hanın içine inşa edildiği canlı ağaç yaşlı kollarını sevgiyle sarmıştı hana; öte yandan duvarları ve sabit eşyası ağacın dalları arasına o kadar büyük bir özenle oturmuştu ki, doğanın işi bıraktığı, insanın başladığı yeri ayırt etmek çok zordu. İçki tezgahı, onu destekleyen canlı tahta etrafında cilalı bir dalga gibi yükselip alçalıyordu. Pencerelerdeki renkli camlar odanın içine insanı kucaklayan canlı parıltılar saçıyordu. Öğle vakti yaklaştıkça gölgeler küçülmeye başladı. Son Yuva hanı biraz sonra açılacaktı. Tika etrafına bakarak memnuniyetle gülümsedi. Masalar temizlenmiş, cilalanmış, bir tek yerleri süpürse yeterdi. Ağır ahşap sıraları yana sürüklemeye başlamıştı ki Otik mis kokulu buharlar içinde mutfaktan belirdi.

“Canlı bir gün daha olacağa benziyor -hem iş, hem de hava açısından- dedi iri bedenini içki tezgahının arkasına sıkıştırarak. Neşe içinde ıslık çalıp içki kupalarını dizmeye başladı. “Ben işlerin daha sakin, havanın daha sıcak olmasını tercih ederim,” dedi Tika, bir sırayı kuvvetle çekerek. “Dün bütün gün ayaklarım koptu, karşılığında birazcık teşekkür aldım, bahşiş ondan da azdı. Öyle can sıkıcı bir kalabalık ki! Herkesin sinirleri gergin, en ufak seste sıçrıyor dün elımden bir maşrapa düştü ve -yemin ederim- Retark kılıcını çekti!” “Püf” diye homurdandı Otik. “Retark bir Solace Yüce Arayanlar Muhafızı. Onların sinirleri hep gergindir Sen de Hederick için çalışsaydın, o fanat…” “Dikkatli ol” dîye uyardı Tika Otik omuzlarını silkti. “Eğer Yüce Teokrat uçmasını öğrenemediyse, bizi dinleyebilmesi mümkün değil. O daha beni duyamadan ben onun merdivenlerdeki ayak seslerini duyarım.” Yine de Tika, Otik’in konuşmasına devam ederken sesini alçalttığını farketti. “Solace sakinleri daha fazla tahammül edemeyecekler; bak bu sözümü yabana atma. İnsanlar ortadan kayboluyor ve kimbilir nerelere götürülüyorlar. Hüzünlü zamanlar bunlar.” Başını salladı. Sonra neşesi yerine geldi.

“Ama işler için iyi.” “Bizi kapatana kadar,” dedi Tika ümitsizce. Süpürgeyi kaparak hararetle süpürmeye başladı. “Teokratlar bile midelerini doldurup boğazlarındaki pası temizlemek isterler,” Otik kıkır kıkır güldü. “Gece gündüz demeden insanlara Yeni Tanrılar hakkında nutuk çekmek insanı susatan bir iş olsa gerek – her gece buraya geliyor.” Tika süpürmeyi bırakarak içki tezgahına dayandı. “Otik,” dedi ciddi ciddi, sesi hafiflemişti. “Başka söylentiler de var – savaş söylentileri. Kuzeyde toplanan ordular. Sonra kasabada, şu yabancı, kukuletalı adamlar var. Yüksek Teokrat ile birlikte dolanıp sorular soruyorlar.” Otik on dokuz yaşındaki kıza şefkatle baktı, uzandı ve yanağını okşadı. Kendi babası gizemli bir şekilde ortadan kaybolduğundan beri ona babalık elmişti. Kum kızıl buklelerini çekiştirdi. “Savaş.

Öf.” Burnunu büktü. “Afet’ten beri hep savaş söylentileri olmuştur. Bunlar sırf söylenti kızım. Belki de bunları Teokrat, insanları hizaya sokmak için uyduruyordur.” “Bilmiyorum” diye kaslarını çattı Tıka. “Ben… Kapı açıldı. Tika ile Otik telaşla sıçrayarak kapıya doğru döndü. Merdivenlerde ayak sesi duymamışlardı ve bu son derece esrarengiz bir şeydi. Son Yuva Hanı’nda Solace’taki tüm diğer binalar gibi -demircinin dükkânı dışında- ulu bir vallenağacının üst dalları arasına inşa edilmişti. Kasabalılar, Afet’i izleyen dehşet ve kargaşa günlerinde çareyi ağaçlara sığınmakla bulmuşlardı. Böylece Solace, bir ağaçlar kasabası haline gelmişti, Krynn’de kalan gerçek anlamdaki az sayıdaki güzellikten biri. Dayanıklı ahşap köprü yollar, gündelik yaşamlarını sürdürmekte olan beş yüz kişinin, yerden çok yukarılara tünemiş olan evleri ile iş yerlerini birbirine bağlıyordu. Son Yuva Hanı, Solace’taki en büyük binaydı ve yerden kırk ayak yukarıdaydı. Basamaklar kadim vallenağacının eğri büğrü gövdesinin çevresinden yükseliyordu, Otik’in de söylemiş olduğu gibi, Han’ı ziyaret edecek herhangi biri görülmeden çok önce duyulabilirdi.

Fakat ne Tika ne de Otik yaşlı adamı duymamıştı. Yıpranmış meşe bir asaya yaslanarak kapı eşiğinde durmuş, Han’a göz gezdiriyordu adam. Sade, gri cüppesinin lime lime kukuletası başına çekilmiş, şahinimsi, parlak gözleri dışında yüzünü gözlerden gizliyordu. “Yardımcı olabilir miyim Yaşlı Kişi?” diye sordu Tika yabancıya, Otik’le birbirlerine endişeyle bakarak. Acaba bu yaşlı adam bir Arayan casusu muydu? “Hı?” diye gözlerini kırpıştırdı yaşlı adam. “Açık mısınız?” “Şey…” diye tereddüt etti Tika. “Elbette,” dedi Otik, gülümseyerek. “Gel içeri Ak-sakallı, Tika, konuğumuza bir sandalye bul. O uzun tırmanıştan sonra yorulmuş olmalı.” “Tırmanmak mı?” Yaşlı adam başını kaşıyarak önce sundurmaya sonra da aşağıya yere doğru baktı, “A, evet. Tırmanış. Çok fazla basamak…” Sekerek içeriye girdi, sonra da asasıyla Tika’ya şakadan vurdu, “İşine devam et küçük kız. Ben kendi sandalyemi kendim bulabilirim.” Tika omuzlarını silkti, süpürgesine uzandı ve gözleri yaşlı adamın üzerinde, süpürmeye başladı. Adam han ortasında durarak, sanki odadaki her bir masanın ve sandalyenin yerini saptarcasına etrafına bakındı Müşterek oda, vallenağacının gövdesini çevreleyen geniş ve fasulye biçimli bir odaydı.

Ağacın daha küçük dalları tavanı ve tabanı destekliyordu. Adam, özel bir ilgiyle, odanın diğer tarafına dörtte üçlük bir mesafede bulunan ocak başına baktı. Ocak, Han’ın tek taş işçiliğiydi ve ağacın bir parçası gibi dursun diye, yukarıdaki dallara doğal bir biçimde karışan, belli ki cücelerin elinden çıkmış bir işti. Ocak çukurunun yanındaki odunlukta yüksek dağlardan getirilmiş odunlar ve çam kütükleri yüksek bir yığın halinde istiflenmişti. Hiçbir Solace sakini kendi ulu ağaçlarının odunlarını yakmayı aklına getirmezdi. Mutfaktan dışarı çıkan bir arka yol daha vardı; bu kırk ayak yükseklikleydi ama Otik’in az sayıda müşterisi bu tertibatı elverişli buluyordu. Yaşlı adam da bulmuştu. Gözleri bir yerden diğerine kayarken kendi kendine memnuniyet ihtiva eden yorumlar mırıldanıyordu. Sonra, Tika’yı hayretler içinde bırakarak aniden asasını elinden bıraktı, cüppesinin kollarını sıvayarak eşyaların yerini değiştirmeye başladı! Tika süpürmeyi bırakarak, süpürgesine dayandı. “Ne yapıyorsun? O masa hep oradaydı!” Müşterek odanın ortasında uzun ve dar bir masa duruyordu. Yaşlı adam bunu sürükleyerek tam ocak çukurunun yanına götürdü ve sonra yaptığı işi gözden geçirmek için şöyle bir geriledi. “İşte,” diye homurdandı. “Ateşe daha yakın olmalı. Şimdi iki sandalye daha getirelim. Burada altı sandalyeye ihtiyaç var.

” Tika, Otik’e doğru döndü. O da tam karşı çıkacak gibiydi ki, birden mutfaktan alevlenen bir ışık geldi. Aşçının çığlığı yağın yine ateş aldığını gösteriyordu. Otik açılır-kapanır mutfak kapılarına doğru seğirtti. “Zararsız,” diye fısıldadı Tika’nın yanından geçerken. “Bırak ne isterse yapsın – mantık çerçevesinde. Belki de bir parti verecektir.” Tika içini çekerek yaşlı adama istemiş olduğu gibi iki sandalye götürdü. Gösterdiği yere koydu. “Şimdi,” dedi yaşlı adam etrafa dikkatle bakarak. “İki sandalye daha getir -rahat olanlardan olsun haburaya. Onları ocak çukurunun yanına koy, bu gölgeli köşeye.” “Orası gölgeli değil,” diye itiraz etti Tika. “Tam güneşin altında!” “A,” -yaşlı adamın gözleri kısıldı- “ama bu gece gölgeli olacak, öyle değil mi? Ateş yandığında… ” “Sa-sanırım öyle…” diye kekeledi Tika.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir