Norman Spinrad – Druid Krallığı

Galya kabilelerinin yaşadığı topraklar batıda Pirene’nin engebeli dağlarından doğuda karla kaplı görkemli Alp Dağları’na, her zaman nemli ve sisli Kuzey Denizi kıyılarından ılık güney havasının Akdeniz kokusuna karışarak ulaştığı dağlara kadar uzanıyordu. Aslında Edui ve Arverni, Carnutelar ve Belovaquelar, Turonlar ve Santonlar’la tüm diğer kabilelere ait araziler; onların çiftlikleri, şehirleri, kırsal alanları adeta bir ağaç okyanusunun ortasındaki birer ada gibiydi. Bu insanların hayatlarına hükmeden devasa ormanlar, dağların doruklarından vadilere kadar uzanarak yaşamlarını yeşilin türlü tonlarına boyamaktaydı. İşte bu yüzden onlar için hükümran, insanoğlu değil meşe ağaçlarıydı. Bu uçsuz bucaksız meşe ormanlarının derinliklerinde yabani bitkilerle örülü çalılar, mantarlar ve yosun tutan kayalarla çevrelenmiş boş, açık bir alan bulunuyordu. Bu açık alanın tam ortasında ise parlak öğle güneşiyle aydınlanan Guttuatr, tüm Galyalıların Baş Druid’i duruyordu. Guttuatr uzun, hafif kambur, orta yaşın henüz başlarında bir adamdı. Saçları ve düzgün kesilmiş sakalı gümüş grisiydi. Üzerinde kabilesinin kendine özgü renklerini taşımayan beyaz bir cüppe vardı. Cüppenin bol başlığı yüzünü büyük ölçüde örtse de bu dünyadan öbür dünyaya uzanan derin, yeşil gözleri ve iri burnu açıkta kalıyordu. Elinde her zaman meşe ağacından yontulmuş asasını taşır ama hiçbir zaman onu bir baston niyetine kullanmaz, ona yaslanarak güç almaya çalışmazdı. Nitekim asanın ucunda iki elma büyüklüğünde demir bir yıldız vardı. Baş Druid önce tam tepedeki güneşe sonra da gölgesinin en kısa haline bakmış, ardından asasını insan boyunun dörtte biri kadar havaya kaldırmıştı. Beyaz cüppeleri, ait oldukları kabilenin renkleriyle bezeli druidler, reislerinin önünden usul usul geçerek açık alanda yan yana dizilmeye başlamışlardı. Baş Druid’in çevresinde bir halka oluşturmuş, sükünetle bekliyorlardı.


Guttuatr asasını yeniden göğe kaldırmıştı; hiç kimse ne kıpırdıyor ne de tek bir kelime ediyordu. Belli belirsiz seçilen ay, altın sarısı güneşin çaprazına doğru yol alıyordu. Gökyüzü koyu maviye dönmeye başlamıştı. Sessizliği bozan Baş Druid Guttuatr oldu. “Cennette olduğu gibi yeryüzünde de gecenin tanrıları güne hükmetmeye çalışır. Aslında bu, karanlığa hizmet edenlerle aydınlık için çabalayanların arasındaki savaştır. Dünyada olduğu gibi cennette de…” Ay, ağzını sonuna dek açmış bir canavar gibi altın sarısı güneşi ağzının içine atıp çiğnemeye başlamıştı. Güneşi birazdan tamamen mideye indirecekti. Kabile liderleri homurdanıp oldukları yerde huzursuzca hareket etmeye başlamışlardı. Druidler sessizliklerini korurken tüm gözler Guttuatr’a dönmüştü. Tüm gözler ondan gelecek bir hareketi bekler gibiydi. Gittikçe yavaşlamakta olan kabile liderlerinin mırıltılarından başka çıt çıkmıyordu ortalıkta. Derken bu garip homurtuya, yuvalarına dönen gündüzcü kuşların sesleri ile yeni bir geceyi karşılamakta olan gececi kuşların çığlıkları karışmıştı. Kan kırmızısı mehtap, göz alıcı pırıltısını ormanın üzerine düşürmesiyle bu garip seremoniye köpek ve kurt ulumaları da uzaktan eşlik etmeye başlamıştı. Ve gece alçalmaya başlamıştı.

Hava tamamen kararınca yıldızlar bir bir ortaya çıkmış, güneşin davetkâr yüzü karanlığın içinde cazibesini yitirmişti. Ertesi sabaha kadar da kutsal bir tanrının tacında alev almaya hazır bir tül olarak kalacaktı. “Gece günü alt eder!” Guttuatr var gücüyle haykırmıştı. Onu takip eden dört druid ise kabile geleneklerinin dışına çıkarak, “Karanlık ışığı yutar!’ diye bağırmıştı. Druidler, Guttuatr’ın etrafındaki çemberi daraltıyordu. Guttuatr ise usul usul bir ilahiye başlamıştı: “Yüce Tekerlek döner, biz de onunla beraber döneriz…” Guttuatr’ın etrafında oluşturdukları halkada dönen druidler yanıtladı: “Sonsuz olan da budur ve o …” “Cennette olduğu gibi yeryüzünde de…” “Yeryüzünde olduğu gibi cennette de…” “Haydi! Yüce Tekerlek bizle beraber dönsün,” diye bağırdı Guttuatr. Asasını göklere hükmetmek istercesine havaya kaldırdı: “Gece günün içinde!” Bir kez daha havaya kaldırdı asasını: “Karanlık ise aydınlığın! Haydi Yüce Tekerlek!” Aniden tüm kabile reisleri ve druidler hep bir ağızdan bağırdılar; bu dehşetin değil, hayranlık ve mucizenin çığlığıydı. Druidler birdenbire dönmeyi bırakmış ve Guttuatr’ın gerisinde, yukarıda bir noktaya odaklanmışlardı. Büyüsünü yitiren bu garip seremoninin yerini, gökyüzündeki bir noktaya odaklanmış şaşkın kalabalığın anlamsız bağırışları almıştı. Guttuatr etrafında bir şey arıyor gibi kendi çevresinde dönmeye başlamıştı. Boşluğun derinliklerinde bir ışık huzmesi belirmişti. Ortalık gitgide aydınlanıyordu. Bu, doğarken ortalığı aydınlığa boğan yeni bir yıldızdı. Olanlar karşısında Guttuatr’ın ağzı bir karış açık kalmış, gözleri fal taşı gibi açılıvermişti. Kendini Tanrı’yla yüz yüze hissediyordu.

“Binlerce yılda bir…” Baş Druid’in sesi bir fısıltı olarak çıkmıştı. Kabile reisleri de donakalmıştı. Druidler ise çemberi daha da daraltarak Baş Druid’e sokulmuştu. İçlerinden biri, “Baş Druid, bu ne anlama geliyor?” diye sordu. Guttuatr istemeyerek de olsa dikkatini bu görkemli işaretten soruyu sorana çevirmişti. “Bu büyük bir dönüşümün habercisi.” Yoldaşlarına bu açıklamayı yaparken epeyce zorlanmıştı. “Büyük bir çağ, bir yenisine yol vermek için kapanıyor.” “Peki ne?” “Bu çağa ait hiç kimse bu dönüşümün insanlığa neler getireceğini bilemez.” Guttuatr’ın sesi sert ve kararlı çıkmıştı. “Bizler dünyevi çekişmelere gereğinden fazla burnumuzu soktuk. Bu seremoniye de, Tanrılar önce davranıp bizim yerimize bitirmeden son vermeliyiz.” Guttuatr asasını yeniden havaya kaldırıp haykırdı: “Ey sizler, farkına varın ki Tanrılar bizden ne istediklerini haber veriyor! Karanlıktan ışığa! Işıktan gündüze! Haydi! Yüce Tekerlek dönsün!” Druidler telaşla, biraz da ne yaptıklarını bilmeyerek dönmeye ve ayinlerini söylemeye devam ediyorlardı. Reisler ise geri çekilmişti. “Biz etrafımızda dönüyoruz, dönüyoruz, dönüyoruz…” “Bırakın Yüce Tekerlek de bizimle dönsün.

” Guttuatr komutunu vermişti. Ay da sanki bu komutu duymuş gibi midesine indirdiği aydınlığı adeta kusmaya başlamıştı. Gökyüzü yeniden pembe ve altın sarısının her tonunu barındıran olağanüstü bir mehtapla aydınlanıyordu. Orman da uykusundan uyanıyor, masmavi gökyüzünde ışıl ışıl parlayan güneş, yeşil örtünün üzerinde yükseliyordu. Druidlerin seremonisi bir kez daha yerini bulmuştu. Ya da öyle görünüyordu. Yarım düzine kızarmış yaban domuzu ve bir o kadar da yağları harlı ateşe damlayan kuzu, havayı leziz bir duman ve is kokusuna boğuyordu. Genç erkekler buharı tüten ekmek somunlarını fırının içinden yassı küreklerle çekip, ılımaları için bir kenara diziyorlardı. Köylüler ise küfelerini tepeleme kırmızı elma, beyaz turp ve henüz toplanmış taze sebzelerle doldurmuşlardı. Ozanlar da hem harplarını konuşturuyor hem de hizmetlilerin eşlik ettiği bir şarkıyı söylüyorlardı. Bu Vercingetorix için, babası Keltill ile ailesine ait çiftlik evinden güneşli bir öğleden sonra çıktıkları günden bu yana yaşadığı en güzel gündü. Babasının Arvernilerin reisi ilan edilişinin şerefine düzenlenen şölen yemeğiydi. Keltill kaslı ve güçlü vücut yapısına rağmen, bir Galyalı için orta boylu sayılırdı. Ama henüz on dördünü sürmekte olan oğlunun gözünde gerçek bir devdi. Druidlerin de ilan ettiği gibi, babasının sahip olduğu toprakların tümü tanrıların da izniyle ona geçebilirdi fakat babasının tebaasının gözlerinde gördüğü itaat, tanrıların kendisine bağışlayabileceğinden çok daha anlamlıydı.

Tıpkı kendisini kutsayan yüzlerde gördüğü gülümseme gibi. Keltill, tebaası tarafından sevilen hatta tapılan bir liderdi. Keltill, yüzünde kocaman bir gülümseme ve şapırdamasına engel olamadığı dudaklarıyla bira taşıyan arabacıya seğirtmişti. El arabasını süren kel ve tıknaz biracı, Keltill’in gözlerindeki hevesli pırıltıyı yakalayınca iki farklı fıçıdan, iki tası ağzına dek köpüklü birayla dolduruvermişti. Sol elindeki tası Keltill’e uzatarak, “Bunun daha çeşnili olduğunu söyleyebilirim,” dedi. “Ama bunun da hassası daha kuvvetlidir.” Keltill önce kendisine ilk uzatılanı sonra da diğerini bir dikişte içti. “Pekâlâ, hangisini daha çok beğendiniz?” Biracı dayanamayıp sormuştu. “Sen benim bira tadıp da beğenmediğimi gördün mü?” Keltill ağız dolusu bir kahkaha atıp yüzünde asılı kalan gülümsemeyle oğluna döndü: “Sen ne diyorsun Vercingetorix, yorum yapmanın bir önemi var mı? Galya’nın tüm genç delikanlıları gibi Vercingetorix da sulandırılmış biranın tadına aşinaydı; özellikle de inekler sütten kesildiğinde ya da telef olduklarında içtiklerine. Şimdi ilk kez sulandırılmamış gerçek erkek birası tadacaktı. Daha çeşnili olduğu söylenen biradan çekingen bir yudum aldı. Sert ve tatlıydı. Babasının onu izleyen bakışları altında, bu kez tası başına dikerek daha büyük bir yudum aldı biradan. Ağzında buruk, acımsı bir tat kalmıştı ve bu tattan pek de hoşnut olduğu söylenemezdi. “Pekâlâ,” diyerek soran gözlerle oğluna baktı Keltill.

“Ah… Güzel. İyi… hımm, bol köpüklü!” Keltill ikinci tası uzattı oğluna. Vecingetorix bu kez gerçek bir yetişkin gibi duraksamadan dayadı tası ağzına ve ağız dolusu içmeye başladı. Daha az acı, aynı zamanda daha az tatlıydı. İlki kadar sert de sayılmazdı. “Çok daha iyi!” dedi samimiyetle. “Babasının oğlu,” diyerek oğlunun omzuna hafif bir şamar indirdi, keyfi yerindeydi. “Tam da benim hissettiklerim. Biraları tadan delikanlıyı duydun, her birinden yirmişer fıçı!” “İkisinden de mi?” Bira satan adam Keltill’i şüpheyle süzüyordu. “Parası ne olacak?” “Sen sadece fiyatı söyle. İkimiz de ölüp öbür dünyayı boyladığımızda, Gallik geleneğinde olduğu gibi sana iki katını ödeyeceğim!” “Çok cömertsin Keltill fakat ben ve ailem bu dünyada aç kalırsak, senden epey önce boylarız öbür dünyayı. Bu yüzden eğer umursamayacaksan…” “Eğer böyle davranacaksan…” dedi Keltill, kabaca ve hesapsızca harcadığı deri kesesindeki paralardan bir tane metal para çıkarıp biracıya uzattı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir