Paul Auster – Son şeyler ülkesinde

Bunlar son şeyler, diye yazıyordu. Bir gün ortadan kaybolacaklar ve bir daha asla geri gelmeyecekler. Görmüş olduğum, arƨk olmayan şeyleri sana anlatabilirim, ama buna zaman bulacağımı sanmıyorum. Şimdi her şey öyle hızlı olup bitiyor ki ayak uyduramıyorum. Senin anlamanı beklemiyorum. Sen bunları görmedin, istesen de düşleyemezsin. Son şeyler bunlar. Bir gün bir ev görüyorsun, ertesi gün bir bakıyorsun o ev yok olmuş. Bir gün önce geçƟğin sokak da yok oluyor bir gün sonra. Hava bile sürekli değişiklik gösteriyor. Günlük güneşlik bir günün ardından yağmur basƨrıyor, karlı bir günün arkasından sisli bir gün yaşanıyor, bir sıcak, bir soğuk, bir gün rüzgârlı, bir gün sakin, derken birkaç gün korkunç ayaz oluyor, sonra bugün, kış ortasında pırıl pırıl, mis gibi bir hava, kazakla çıkılacak kadar ılık bir gün. KenƩe oturunca hiçbir şey için bu böyledir, o elde bir diyemeyeceğini öğreniyorsun. Bir an için gözünü yumsan, arkana dönüp başka bir yana baksan, önünde duran şeyin ansızın kaybolduğunu görüyorsun. Hiçbir şey kalıcı değil; kafalardaki düşünceler bile. Kaybolanı aramaya kalkışarak boşuna zaman harcamamak gerek.


Herhangi bir şey bir kere kayboldu mu, gitti gider. Ben şöyle yaşıyorum, diye sürüyordu kadının mektubu. Fazla yemek yemiyorum. Yalnızca bir sonraki adımı atmama yetecek kadar yiyorum. Ondan fazlasını değil. Bazen öylesine güçsüz düşüyorum ki bir sonraki adımı atamayacağımı sanıyorum. Ama beceriyorum. Zaman zaman kötülesem de idare ediyorum. Ne iyi başardığımı bir görsen. KenƟn sokakları her yerde var, birbirinin eşi olan iki sokak bulmaksa olanaksız. Bir ayağımı öbürünün önüne aƨyorum, ardından ikincisini birincinin önüne koyuyorum, sonra da aynı harekeƟ bir kez daha yapabilirim herhalde, diyorum. Daha fazlasını düşünmüyorum. Nasıl yaşadığımı anlamalısın. Hareket ediyorum. Bana sağlanan havayı soluyorum.

Olabildiğince az yemek yiyorum. Kim ne derse desin, önemli olan tek şey ayakta kalabilmek. Ben oradan ayrılmadan önce ne dediğini anımsarsın. William ortadan kayboldu demişƟn; ne kadar ararsam arayayım onu asla bulamayacağımı söylemişƟn. Bunlar senin sözlerindi. Ben de, senin ne düşündüğün umurumda değil, ağabeyimi bulacağım, diye karşılık vermişƟm. Sonra da o korkunç gemiye bindim ve senden ayrıldım. Ne zamandı o? Arƨk anımsamıyorum. Yıllar önce galiba. Ama benimki yalnızca bir tahmin. Açıkça söylüyorum, ben ipin ucunu kaçırdım. Hiçbir şey de bunu değiştiremez, yeniden yakalamamı sağlayamaz. Şurası kesin: Açlık duygusu olmasa, yaşamayı sürdüremezdim. İnsan olabildiğince az şeyle yeƟnmeye alışmak zorunda. Ne kadar az şey istersen o kadar azla yeƟnebilirsin.

Gereksinimlerin ne kadar sınırlıysa o kadar iyi. Kent insanı bu duruma geƟriyor. Düşüncelerini tersyüz ediyor. Yaşama isteği yaraƨyor, aynı zamanda da yaşamını elinden almaya çalışıyor. Bundan kurtuluş yok. Ya becerirsin ya beceremezsin. Becerirsen gelecek defaya gene becerebileceğine güvenemezsin. Beceremezsen bir daha asla beceremeyeceksindir. Sana niye şimdi yazdığımı da bilmiyorum. Açıkça söylemek gerekirse, buraya geldikten sonra seni hemen hiç düşünmedim. Ama bunca zaman sonra, sanasöylemek istediğim bir şeyler olduğu duygusuna kapıldım birden. Okuyup okumaman önemli değil. Benim gönderip göndermemem de önemli değil. Gönderme olanağı varsa tabii. Belki de işin aslı şu: Sen hiçbir şey bilmediğin için yazıyorum.

Çok uzaklarda olduğun ve hiçbir şey bilmediğin için. Öyle sıska insanlar var ki, diye yazıyordu, bazen esen yelle savruluyorlar. KenƩe esen rüzgârlar korkunç. Hep nehirden esiyor, insanın kulaklarında uğulduyor, adamı tokatlayıp öne arkaya sallıyor, çöpleri, kâğıtları ayaklarının dibine uçuruyor. Sıska insanların birbirlerine iplerle, zincirlerle bağlanarak ikişer üçer kişilik gruplar halinde ya da ailece dolaşƨklarını, rüzgârın şiddeƟne karşı birbirlerine safra görevi yapƨklarını görmek enikonu sık rastlanan bir olgu. Kimileri de sokağa çıkmaktan vazgeçiyorlar, en güzel havalarda bile kapı aralıklarına, girinƟlere sığınıyorlar korkuyla. Savrulup taşlara çarpmaktansa köşelerinde sessizce beklemeyi yeğliyorlar. İnsan yemek yememek konusunda kendisini öyle iyi eğitebiliyor, bu işte öylesine ustalaşabiliyor ki zamanla hiçbir şey yememeye alışabiliyor. Açlıklarıyla boğuşanların durumu daha kötü. Yemek konusunu fazla düşünmek insanın başına dert açmaktan başka bir sonuç sağlamaz. Gerçekleri kabul etmeye yanaşmayan, yemeği bir saplanƨ haline geƟren kişiler bunlar. Günün her saaƟnde sokaklarda dolaşır, çöplerin içinde aƨşƨrılacak bir lokma arar, bir kırınƨ için akıl almaz tehlikelere aƨlırlar. Oysa ne bulurlarsa bulsunlar asla yetmeyecekƟr. Doymak bilmeden yerler onlar. Yiyecekleri hayvanca bir telaşla parçalar, etsiz parmaklarıyla didiklerler; Ɵtreyen çeneleri hiç kapanmaz.

Yediklerinin çoğu ağızlarından dökülür. Yutmayıbaşarabildikleri şeyleri de genellikle birkaç dakika sonra kusarlar. Yavaş bir ölümdür bu; yiyecekler bir ateş, onları içten içe yakıp tüketen bir çılgınlıkƨr sanki. Yaşamak için yediklerini sanırlar, ama sonunda yenip tükenenler kendileri olur. Bu yiyecek konusu çapraşık bir işƟr. Sana verilenle yeƟnmeyi öğrenmezsen asla huzur bulamazsın. Sık sık yiyecek sıkınƨsı çekersin, bir gün hoşuna giden bir yiyecek ertesi gün hiç bulunmayabilir. Herhalde belediye pazarları alışveriş yapmak için en tehlikesiz, en güvenilir yerlerdir, ama fiyatlar yüksek, çeşitler kısıtlıdır. Bir gün kırmızı turptan başka bir şey bulamazsın, ertesi gün bayat çikolatalı pastadan başka şey yoktur. Günlük besinlerin böylesine büyük değişiklikler göstermesi ve bu kadar sık değişmesi insanın midesini berbat edebilir. Yine de belediye pazarlarının polislerce korunmak gibi bir üstünlüğü vardır ve orada aldıklarının bir başkasının midesine değil, kendi midene ineceğine güvenebilirsin. Sokaklarda yiyecek hırsızlığı yapmak öyle yaygın ki arƨk suç bile sayılmıyor. Üstelik, yasal olarak, yiyecek dağıƨmı yapma yetkisine sahip olan tek kuruluş bu pazarlarla mağazalar. KenƩe yiyecek saƨşı yapan pek çok özel girişimci de var, ama onların mallarına her an el konulabilir. Bu işi sürdürebilmek için polislere gerekli rüşveƟ verebilenler bile her an hırsızların saldırılarıyla karşı karşıya gelebilirler.

Hırsızlar o özel kuruluşlardan alışveriş yapanlara da bela olurlar. İstatistikler, buralardan yapılan her iki alışverişten birinin bir hırsızlık olayına yol açƨğını gösteriyor. Bence, bir portakal ya da bir parça jambon yemenin bir anlık keyfi için böylesine büyük bir tehlikeye aƨlmaya değmez. Gelgelelim insan soyu doymak bilmiyor. Açlık her gün başgösteren bir bela, mide dipsiz kuyu. Yeryuvarlağı kadar büyük bir çukur. O yüzden de özel girişimciler bütün engellere, sürekli olarak yer değişƟrmek, habire oradan oraya taşınmak, bir-iki saatliğine bir yerde boy gösterip ondan sonra ortadan kaybolmak zorunda kalmalarına karşın iyi iş yapıyorlar. Ancak bu konuda bir uyarıda bulunmam gerek. Özel pazarlardaki yiyecekler saƨn alınacaksa düzenbaz saƨcılardan kesinlikle kaçınmak gerek. Dolandırıcılık almış yürümüş. Kazanç sağlamak uğruna yapmadıkları, satmadıkları bir şey yok. İçi talaş doldurulmuş portakallar, yumurtalar, bira diye yuƩurulan sidik dolu şişeler saƨyorlar. Evet, insan soyunun yapmayacağı yok. Bunu ne kadar erken anlarsan o kadar iyi.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir