Philip Pullman – Karanlık Cevher #1 – Kuzey Işıkları

Bu vahşi çukura, Tabiatın rahmine ve belki mezarına, Denizin değil, ne de kıyının, havanın, ateşin, Ama yüklü illetlerinde birbirine girmiştir Bütün bunlar ve bu yüzden savaşmak zorundadırlar hep, Kadir yaratıcı düzenlemedikçe onları Bu karanlık cevherini’ başka dünyalar yaratmak için, İşte bu vahşi çukura ifrit sakınarak Cehennemin kıyısında durup bir baktı, Geldiği yolu tartarak… John Milton: Kayıp Cennet, II. Kitap (Çeviren: Selahattin Özpalabıyıklar) *) Aither. Esir, yani dünyayı saran hava tabakasının üstündeki an ve ışıklı gök. Hesiodos’a göre Aither, Erebos ile Nyks, yani yeraltı karanlığıyla yeryüzü karanlığından doğmadır. Tokay Sürahisi Lyra ve cini, hep aynı tarafta kalmaya ve mutfağın görüş alanından uzak durmaya özen göstererek, kararmakta olan Salon’dan geçtiler. Salon boyunca uzanan üç büyük masa kurulmuştu bile, gümüşler ve camlar oradaki azıcık ışıkta parlıyordu, uzun sıralarda konuklara hazır olsun diye geri çekilmişti. Eski Başkanların portreleri, loş ışıkta, duvarlara asılıydı. Lyra kürsüye ulaştı ve geriye, açık mutfak kapısına baktı. Kimseyi görmeyince de, yüksek masanın yanına çıktı. Buradaki servisler gümüş değil altındı, on dört kişilik oturma yeri de meşeden yapılma sıralardan değil, kadife minderli iskemlelerden oluşuyordu. Lyra, Başkan’ın iskemlesinin yanında durup, en büyük bardağa tırnağıyla yavaşça bir fiske attı. Ses, Salon’da rahatlıkla duyulacak şekilde çınladı. “Sen bu işi ciddiye almıyorsun,” diye fısıldadı cini. “Edebini takın.” Cinin adı Pantalaimon’du, şu sırada güve biçimindeydi.


Salon’un karanlığında gözden kaçsın diye koyu kahverengi bir güve. Lyra da ona fısıldayarak cevap verdi. “Mutfakta burayı duyamayacak kadar çok gürültü ediyorlar. Sofracıbaşı da ilk çana kadar içeri gelmez. Vıdı vıdı edip durma.” Ama gene de avucunu çınlayan kristale bastırdı, Pantalaimon da kanatlarını çırparak ileri doğru uçup, kürsünün öbür yanındaki İstirahat Odası’nın aralık kapısından içeri girdi. Bir an sonra yeniden göründü. “Burada kimse yok,” diye fısıldadı. “Ama çabuk olmamız gerek.” Lyra, yüksek masanın arkasında çömelmiş halde hızla ilerledi, İstirahat Odası’na girdi ve doğrulup çevresine baktı. Buradaki tek ışık şömineden geliyordu, o bakarken şöminedeki alev almış kütükler hafifçe yerine oturarak bacaya doğru bir kıvılcım fıskiyesi gönderdi. Hayatının büyük kısmı Kolej’de geçmişti, ama İstirahat Odası’nı daha önce hiç görmemişti; buraya sadece Âlimlerle konuklarının girmesine izin verilirdi, kadınlar da asla alınmazdı. Kadın hizmetçiler bile burada temizlik yapmazdı. Bu sadece Kahyanın işiydi. Pantalaimon kızın omuzuna yerleşti.

“Mutlu oldun mu? Gidebilir miyiz?” diye fısıldadı. “Salaklaşma! Etrafa bakmak istiyorum!” Büyük bir odaydı, üzerinde çeşitli sürahilerle bardakların durduğu, cilalı gül ağacından oval bir masası, pipo ayaklığıyla gümüş bir ayaklı kül tablası vardı. Yakındaki bir büfenin üstünde de, alttan ısıtmalı küçük bir kap ile bir haşhaş kelleleri sepeti duruyordu. “Kendilerine iyi bakıyorlar, değil mi, Pan?” dedi usulca. Yeşil deri koltuklardan birine oturdu. Öyle derindi ki, kendini neredeyse uzanmış yatıyor buldu, ama yeniden doğruldu ve duvardaki portrelere bakmak için bacaklarını altına çekti. Yine eski Âlimlerdi, herhalde: cüppeli, sakallı ve kasvetli, çerçevelerinden dışarı onaylamayan ciddi bakışlar atıyorlardı. “Neler hakkında konuşuyorlar sence?” dedi Lyra, ya da demeye koyuldu, çünkü daha sorusunu bitiremeden kapının dışından sesler duydu. “İskemlenin arkasına -çabuk!” diye fısıldadı Pantalaimon ve Lyra bir an sonra şimşek gibi koltuktan fırlamış, iskemlenin arkasında çömeliyordu. Doğrusu, arkasına saklanmaya en uygun iskemle değildi: odanın tam ortasındaki iskemleyi seçmişti ve eğer sahiden çıtı çıkmadan durmazsa… Kapı açıldı, odadaki ışık değişti: içeri girenlerden biri, elindeki lambayı büfeye koydu. Lyra onun koyu yeşil pantolonlu ve parlak siyah ayakkabılı bacaklarını görüyordu. Bir hizmetkardı bu. Sonra derinden gelen bir ses, “Lord Asriel gelmedi mi daha?” dedi. Başkandı. Lyra soluğunu tutarken, hizmetkarın cininin (bir köpekti, tıpkı bütün hizmetkarların cinleri gibi) kısa ve hızlı adımlarla içeri girdiğini ve sessizce onun ayaklarının dibinde oturduğunu gördü ve sonra her zamanki o eski püskü ayakkabılarla, Başkan’ın ayakları da göründü.

“Hayır, Sayın Başkan,” dedi Kahya. “Aerodock’tan da haber yok.” “Geldiğinde acıkmış olur bence. Onu bekletmeden Salon’a al, olur mu?” “Başüstüne, Sayın Başkan.” “Onun için özel Tokay’dan da biraz koydun, değil mi?” “Evet, Sayın Başkan. Sizin buyurduğunuz gibi, 1898’den. Lord Hazretleri, hatırladığım kadarıyla, ona düşkündür.” “İyi. Şimdi beni yalnız bırak, lütfen.” “Lambaya ihtiyacınız var mı, Sayın Başkan?” “Evet, onu da bırak. Yemek sırasında fitili düzeltmek için bir uğrarsın, değil mi?” Kahya hafifçe eğildi, gitmek üzere dönerken, cini de itaatkar bir şekilde kısa ve hızlı adımlarla arkasından yürüyordu. Lyra, pek de matah olmayan saklanma yerinden, Başkan’ın odanın köşesindeki büyük meşe bir gardroba gitmesini, cübbesini bir askıdan almasını ve zahmetle giymesini izledi. Başkan, vaktiyle güçlü bir adammış, ama artık yetmişini aşkındı, hareketleri pek ve ağırdı. Başkanın cini, kuzgun biçimindeydi ve o cüppesini giyer giymez gardıroptan aşağı atladı, onun sağ omuzunda, her zamanki yerine yerleşti. Lyra, Pantalaimon’un, çıtı çıkmasa da endişeyle tüylerinin nasıl kabardığını hissediyordu.

Ona gelince, içini hoş bir heyecan sarmıştı. Başkan’ın sözünü ettiği ziyaretçi, hem hayran olduğu hem de çok korktuğu bir adam, amcası Lord Asriel’di. Yüksek politikaya, gizli keşiflere, uzaklardaki savaşlara bulaştığı söylenirdi, Lyra onun ne zaman ortaya çıkacağını asla bilmezdi. Çok öfkeliydi: şimdi onu burada yakalasa Lyra şiddetle cezalandırılırdı, ama buna tahammül edebilirdi. Ancak, birazdan gördükleri her şeyi tümüyle değiştirecekti. Başkan cebinden katlanmış bir kağıt alıp masanın üstüne, şarabın yanma koydu. İçinde güzel, altın rengi bir şarabın olduğu bir sürahinin ağzındaki tıpayı çıkardı, kağıdın katlarını açtı, sürahiye ince bir şerit halinde beyaz bir toz döktü, sonra da kağıdı buruşturup ateşe attı. Derken cebinden bir kalem çıkartıp, toz eriyene kadar şarabı onunla karıştırdı, tıpayı yerine koydu. Cini yumuşak, kısa bir viyaklama koyuverdi. Başkan yavaş sesle cevapladı ve içeri girdiği kapıdan çıkmadan önce, kapakları şiş, bulutlu gözleriyle çevreyi süzdü. Lyra, “Gördün mü, Pan?” diye fısıldadı. “Elbette gördüm! Hadi, çabuk ol, yoksa Sofracıbaşı gelecek!” Ama daha o konuşurken, Salon’un uzak ucundan gelen bir çan sesi duyuldu. ” Bu Sofracıbaşı’nın çanı!” dedi Lyra. “Daha fazla vaktimiz olur sanıyordum.” Pantalaimon, çabucak Salon kapısına doğru kanat çırptı, sonra da çabucak geri döndü.

“Sofracıbaşı gelmiş bile,” dedi. “Öteki kapıdan da çıkamazsın…” Öteki kapı, Başkan’ın geldiği ve gittiği kapı, Kütüphane ile Âlimler’in ortak salonu arasındaki kalabalık koridora açılıyordu. Günün bu saatinde, yemek saati geldiği için cüppelerini üstlerine geçiren ya da Salon’a geçmeden önce kağıtlarıyla evrak çantalarını bırakmak üzere aceleyle ortak salona gelmiş erkekler buraya akın ederdi. Lyra geldiği yoldan dönmeyi planlamış, Sofracıbaşı’nın çanı çalmadan önce birkaç dakikası daha olacağına güvenmişti. Ve Başkan’ın o tozu şaraba boşalttığını görmeseydi eğer, Sofracıbaşı’nın hiddetine uğrama riskini göze alabilir ya da kalabalık koridorda fark edilmeyeceğini umabilirdi. Ama şimdi kafası karışmıştı, bu yüzden de tereddüt etti. Sonra kürsüden gelen ağır ayak sesleri durdu. Sofracıbaşı, Âlimler’in yemek sonrasındaki haşhaşı ile şarabının hazır olup olmadığını kontrol etmek için İstirahat Odası’na geliyordu. Lyra ok gibi meşe gardroba atıldı, kapısını açıp içeri saklandı ve tam Sofracıbaşı içeri girerken kapıyı çekip kapattı. Pantalaimon’dan yana hiç korkusu yoktu: odaya koyu renkler hakimdi ve Pantalaimon her an bir iskemlenin altına sığınabilirdi. Sofracıbaşı’nın hırıltıyla soluk aldığını duydu ve kapının tam olarak kapanmayan yerindeki dar aralıktan onun ayaklı kül tablasının yanındaki ayaklıkta bulunan pipoları düzelttiğini, sürahilerle kadehlere bir bakış attığını gördü. Sonra her iki elinin ayasıyla, kulaklarının üstündeki saçı düzeltti ve cinine bir şey söyledi. Sofracıbaşı bir hizmetkar olduğu için cini de bir köpekti, dişi bir köpek. Ama üst kademe hizmetkar olduğu için, köpeği de üst kademe köpekti. Aslında, kızıl renkte bir seter biçimine sahipti.

Cin kuşkulu göründü ve sanki içeri izinsiz girmiş birinin varlığını sezmiş gibi etrafa bakındı, ama gardroba gelmedi ki bu Lyra’yı fevkalade rahatlattı. Lyra, onu iki kez dövmüş olan Sofracıbaşı’ndan korkuyordu. Derken minik bir fısıltı duydu; besbelli Pantalaimon da onun yanına sıkışmıştı. “Şimdi mecburen burada kalacağız işte. Beni niye dinlemezsin ki?” Lyra, Sofracıbaşı dışarı çıkana kadar ona cevap vermedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir