R. A. Salvatore – Unutulmuş Diyarlar – 06 – Buzyeli Vadisi Serisi – 3 – Buçukluğun Mücevheri

Büyücü, genç kadına kararsızlıkla baktı. Kız ona sırtı dönük duruyordu; Adam onun kestane rengi buklelerle dolu gür saçlarının omuzlarına dökülüşünü görebiliyordu, parlak ve yaşam doluydular. Ama büyücü, kızın gözlerindeki kederi de biliyordu. Öylesine gençti ki, neredeyse bir çocuktu ve bir o kadar hoş bir masumluğu vardı. Fakat bu hoş kız çocuğu, onun sevgili Sydney’inin kalbine bir kılıç saptamıştı. Harkle Harpel, ölmüş aşkının hatırlamak istemediği anılarını bir kenara itti ve tepeyi inmeye başladı. “Güzel bir gün,” dedi neşeyle, genç kadının yanma vardığında. “Sence kuleye varmışlar mıdır?” diye sordu Cattibrie, bakışlarını güney ufkundan hiç ayırmadan. Harkle omuz silkti. “Henüz değilse bile yakında varacaklardır.” Cattibrie’ı inceledi ve yaptığı şey yüzünden ona karşı hiçbir hiddet duygusu bulamadı içinde. Sydney’i öldürmüştü, bu doğruydu. Fakat Harkle ona sadece bir kez bakarak anladı ki, kızın kılıç tutan kolunu yönlendiren zorunluluktu, kötülük değil. Ve şimdi ona sadece acıyabiliyordu, o kadar. “Nasılsın?” diye kekeledi Harkle, onu ve dostlarını yakalayan feci hadiselerin tam ortasındayken göstermiş olduğu cesarete hayranlık duyarak.


Cattibrie başını salladı ve büyücüye doğru döndü. Koyu mavi gözlerinde kesinlikle keder vardı fakat daha çok, her türlü zayıflık emaresini uzaklaştıran inatçı bir kararlılıkla yanıp tutuşuyorlardı. Bruenor’u, yani kendisini evlatlık edinen ve çocukluğunun en erken günlerinden beri onu kendi öz kızı gibi yetiştiren cüceyi kaybetmişti. Ve Cattibrie’ın diğer dostları şu anda, bir kiralık katilin peşinde bütün güney diyarı boyunca umutsuz bir takip üzerindeydi. “Her şey ne kadar da çabuk değişti,” diye fısıldadı Harkle sessizce, genç kadına karşı bir acıma duygusu hissederek. Sadece birkaç hafta önce, Bruenor Battlehammer ve onun küçük grubunun Mithril Salonu’nun, yani cücenin kayıp anayurdunun arayışıyla Uzunsemer’e geldiği zamanı hatırladı. Hikâyelerin anlatıldığı ve Harpel klanıyla gelecekte kurulacak dostluk ilişkileri hakkında vaatlerin verildiği dostane bir buluşmaydı. İçlerinden hiçbiri, şeytan kalpli bir kiralık katil ile Harkle’ın sevgili Sydney’i tarafından yönetilen ikinci bir ekibin Cattibrie’ı esir tuttuğunu ve grubu takip etmek için toplanmakta olduğunu bilemezdi. Bruenor Mithril Salonu’nu bulmuş ve orada ölüp gitmişti. Ve Sydney, Harkle’ın delicesine sevdiği o kadın büyücü, cücenin ölümünde rol oynamıştı. Harkle kendini toplamak için derin bir nefes aldı. “Bruenor’un intikamı alınacak,” dedi sert bir yüz ifadesi takınarak. Cattibrie adamın yanağına bir öpücük kondurdu ve Sarmaşık Konak’a doğru tepeyi tırmanmaya başladı. Büyücünün duyduğu samimi ıstırabı anlıyordu ve Mithril Salonu’na dönüp orayı Battlehammer Klanı için geri alma yeminini yerine getirmesi konusunda, adamın kendisine yardım etme kararını içtenlikle takdir ediyordu. Ama Harkle için başka bir seçenek yoktu.

Sevmiş olduğu Sydney yalancı bir maskeden ibaretti; güç delisi, duygusuz bir canavarın üzerine kaplanmış tatlı bir maske. Ve Bruenor’un grubunun nerede olduğunu kasıtsız olarak Sydney’e açıkladığı için kendisi de bu felakette bir rol oynamıştı. Harkle, Cattibrie’ın gidişini izledi, dertlerinin ağırlığı kızın yürüyüşünü yavaşlatıyordu. Ona karşı hiçbir kızgınlık besleyemezdi -Sydney kendi ölümünü hazırlayan senaryoyu kendisi yazmıştı ve Cattibrie’ın da oynamaktan başka seçeneği olmamıştı. Büyücü bakışlarını güneye doğru çevirdi. Kendisi de, drow elfi ile koca barbar oğlan için endişeleniyor ve onları merak ediyordu. Uzunsemer’e bitkin bir hâlde sadece üç gün önce gelmişlerdi, dinlenmeye çok ciddi şekilde ihtiyaç duyan, ıstırap dolu ve bitkin bir gruptu onlar,. Ama dinlenmek diye bir şey söz konusu değildi. Şimdi olamazdı, çünkü karanlık kiralık katil, yanında gruplarının son üyesi olan buçukluk Regis’i de alıp kaçmıştı. Şu son birkaç haftada çok şey yaşanmıştı; Harkle’ın bütün dünyası, Buzyeli Vadisi diye adlandırılan uzak ve mahzun bir diyardan gelen garip kahramanlar ve hiç suçlayamayacak hoş bir genç kadın tarafından tepetaklak edilmişti. Ve, aslında bir yalandan ibaret olan en derin aşkı tarafından. Harkle tekrar çimlerin üzerine sırt üstü uzandı ve pofuduk yaz sonu bulutlarının gökyüzü boyunca salınışını seyretti. Bulutların ötesinde, yıldızların ebediyen parladığı yerde, panterin varlığı olan Guenhwyvar heyecanla volta atıyordu. Sahibinin, yani Drizzt Do arasındaki o bağlantıyı bir süredir hissetmemişti ve kedi şimdi tedirgindi. Dünya dışı aklıyla, Drowun artık heykelciği elinde bulundurmadığını her nasıl oluyorsa anlıyordu.

Guenhwyvar, Drizzt’ten önceki zamanları hatırladı, başka bir Drowun, şeytani bir Drowun kendisine sahip olduğu zamanları. Özü bakımından bir hayvan olsa dahi Guenhwyvar’ın bir şerefi vardı, önceki sahibinin ondan çalıp götürmüş olduğu bir vasıftı bu. Guenhwyvar, efendisinin zevklerini tatmin etmek uğruna çaresiz düşmanlara karşı acımasızca ve alçakça hareketler sergilemeye zorlandığı o zamanları hatırladı. Ama Drizzt Do’Urden heykelciğe sahip olduğundan beri her şey epey farklıydı. Şimdi bir vicdan ve güven duygusu söz konusuydu ve Guenhwyvar ile Drizzt arasında dürüst bir sevgi bağı gelişmişti. Kedi, kenarları yıldızla çevrelenmiş bir ağacın üzerine yattı ve bu astral olayı izleyenlerin, boyun eğmiş bir iç geçiriş olarak algılayacağı bir şekilde hafifçe hırıldandı. Eğer şimdi heykelciğe sahip olanın katil Artemis Entreri olduğunu bilseydi, kedi daha da derin bir iç geçirirdi. “Bir günden daha fazla zaman kaybettik,” diye homurdandı barbar, atının dizginlerini çekip omzunun üzerinden geriye bakarak. Güneşin en alt perçemi ufuk çizgisinin altına henüz düşmüştü. “Kiralık katil şu anda bile bizden uzaklaşıyor!” “Harkle’ın tavsiyesine kulak verirsek iyi etmiş oluruz,” diye yanıtladı kara elf Drizzt Do’Urden. “Bizi yanlış yola sürüklemez.” Güneş batmakta olduğundan, Drizzt kara pelerininin kapüşonunu omuzlarının üstüne düşürdü ve düz beyaz saçlarını silkeledi. Wulfgar bir takım uzun çam ağaçlarını işaret etti. “Bu Harkle’ın sözünü ettiği koru olmalı,” dedi, “fakat ben bir kule, ya da bu unutulmuş bölgede herhangi bir yapının inşa edilmiş olduğuna dair bir işaret falan göremiyorum.” Derinleşen karanlıkta lavanta renkli gözleri daha rahat gören Drizzt, genç dostuna itiraz edebilmek için kullanacağı bir delil arayışı içinde dikkatle ileri doğru baktı.

Burası kesinlikle Harkle’ın tarif ettiği mekân olmalıydı, çünkü az ötelerinde küçük gölcük duruyordu ve onun da ötesinde Neverwinter Korusu’nun gür ağaçları uzanıyordu. “Endişelenme,” diye hatırlattı Wulfgar’a. “Büyücü, Malchor’un evini bulmak için insana sağlanan en büyük yardımın sabır olduğunu söylemişti. Yalnızca bir saattir buradayız.” “Yol hep daha da uzuyor,” diye mırıldandı barbar. Drowun keskin kulaklarının tek bir kelimeyi bile kaçınmadığının farkında değildi. Drizzt, Wulfgar’ın bu şikâyetlerinde haklılık payı olduğunu biliyordu, çünkü Uzunsemer’deki bir çiftçinin hikâyesine -bir atın üstündeki karanlık, pelerine bürünmüş bir adam ve bir de buçukluk hakkındaki hikâyesine— bakılırsa, kiralık katil en azından on günlük mesafe önlerindeydi ve hızla ilerliyordu. Ama Drizzt, Entreri ile daha önce de yüzleşmişti ve kendisini bekleyen sınavın büyüklüğünü anlıyordu. Regis’i o ölümcül adamın pençesinden kurtarma konusunda görebileceği her türlü yardımı edinmek istiyordu. Çiftçiye bakılırsa Regis hâlâ hayattaydı ve Drizzt, Calimport’a varmadan önce Entreri’nin buçukluğa bir zarar vermeye hiç niyeti olmadığından emindi. Eğer iyi bir sebebi olmasaydı Harkle Harpel onları bu yere yollamazdı. “Bu gece kamp kuracak mıyız?” diye sordu Wulfgar. “Bana kalırsa, yola geri dönüp güneye doğru at sürelim derim. Entreri’nin atı iki kişi taşıyor ve şimdi yorulmuş olmalı. Bütün gece at sürersek mesafeyi kapatabiliriz.

” Drizzt dostuna gülümsedi. “Şimdiye kadar Derinsu şehrinden geçmişlerdir,” diye açıkladı. “Entreri en kötü ihtimâlle kendisine yeni atlar tedarik etmiştir.” Drizzt meseleyi bu kadarıyla bıraktı ve daha derin olan korkularını, yani Entreri’nin denize açılmış olduğu hakkındaki korkularını kendisine sakladı. “Öyleyse beklemek daha da aptalca!” diye çabucak tartıştı Wulfgar. Ama barbar konuşurken, Harpeller tarafından yetiştirilmiş olan atı, küçük gölcüğe doğru ilerlemeye başladı. Sanki adım atabileceği bir .yer arıyormuş gibi suyun üstündeki havaya doğru toynağını sallıyordu. Hemen sonra, güneşin en son perçemi de batı ufuk çizgisinin altına indi ve gün ışığı solup gitti. Ve alaca karanlığın tılsımlı loşluğu içinde, gölcüğün üzerindeki küçük bir adacıkta büyülü bir kule görünür oldu. Her bir noktası sanki yıldız ışığı gibi parıldıyordu ve çok sayıdaki kıvrımlı minareleri akşam göğüne doğru uzanıyordu. Zümrüt yeşiliydi ve sanki yaratılışına cinler ve periler yardım etmiş gibi mistik bir şekilde davetkârdı. Derken suyun üzerinde, Wulfgar’ın atının toynağının hemen altında, yeşil bir ışıkla parıldayan bir köprü beliriverdi. Drizzt atından indi. “Alaca Karanlık Kulesi,” dedi Wulfgar’a, sanki bu bariz mantığı ta başında anlamışçasına.

Koluyla yapıya doğru bir yay çizerek, dostunu başı çekmeye davet etti. Ama Wulfgar kulenin ortaya çıkışıyla birlikte afallayıp kalmıştı. Atının dizginlerine daha da sıkıca asıldı ve hayvanın şaha kalkıp kulaklarını kafasına doğru yatırmasına sebep oldu. “Büyü hakkındaki şüphelerini . aşmış olduğunu zannediyordum,” dedi Drizzt iğneleyici bir şekilde. Wulfgar hakikaten, bütün Buzyeli Vadili barbarlar gibi, büyücülerin zayıf düzenbazlar olduğu ve onlara güvenilmemesi gerektiği inancıyla yetiştirilmişti. Onun halkı, tundranın gururlu savaşçıları, bir adamın kudretini tayin etmek için bilek gücüne bakardı, büyücülüğün kara sanatlarına olan yeteneğine değil. Ama yollarda geçirdiği birçok hafta boyunca, Drizzt, Wulfgar’ın birlikte yetişmiş olduğu inancı aştığını ve büyücülük uygulamalarına karşı bir hoşgörü, hatta bir merak edindiğini gözlemlemişti. Wulfgar iri kaslarını sıkarak atını kontrol altına aldı. “Aştım,” diye yanıtladı sıktığı dişleri arasından. Oturduğu yerden aşağı indi. “Benim sinirimi bozan şey Harpeller!” Dostunun kaygılarını anlayınca Drizzt’in yüzündeki gülümseme kocaman oldu. Diyarlar’daki en güçlü ve en korkunç büyücülerin arasında yetişmiş olan kendisi dahi, Uzunsemer’deki o tuhaf ailenin konuklarıyken birçok kez gözlerine inanamayarak kafasını sallamıştı. Harpellerin dünyaya karşı kendilerine has -ve sık sık felaketle sonuçlanan— bir bakış açıları vardı. Fakat kalplerinde hiçbir kötülük yoktu ve büyülerini kendi bakış açılarıyla uyumlu bir şekilde kullanırlardı -bu genellikle aklı başında bir insandan beklenecek mantığa karşı olurdu.

“Malchor kendi halkı gibi değil,” diye temin etti Drizzt. “Sarmaşık Konak’ta ikâmet etmiyor ve kuzey diyarı krallarının akıl hocalığını yapmış.” “O bir Harpel,” diye belirtti Wulfgar, Drizzt’in çürütemeyeceği bir katiyetle. Kafasını bir kez daha sallayan ve kendisini toplamak için derin bir nefes alan Wulfgar, atının yularını kavradı ve köprünün üzerinde yürümeye başladı. Hâlâ gülümsemekte olan Drizzt çabucak onu takip etti. “Harpel,” diye mırıldandı Wulfgar yeniden, köprüyü geçip adaya geldiklerinde ve binanın etrafında tam bir tur attıklarında. Kulenin kapısı yoktu. “Sabır,” diye hatırlattı ona Drizzt. Fakat çok beklemeleri gerekmedi, çünkü birkaç saniye sonra bir kapı sürgüsünün çekilme sesini ve ardından da açılan bir kapının gıcırtısını duydular. Az sonra, daha ergenliğine ancak girmiş olan bir oğlan çocuğu, sanki yarısaydam bir hayalet gibi duvarın yeşil taşlarının içinden geçip dışarı çıktı ve onlara doğru ilerledi. Wulfgar hırladı ve kudretli savaş çekici Aegis-fang’i omzundan indirdi. Drizzt onu durdurmak için barbarın kolunu yakaladı. Daha onlar çocuğun niyetini anlayamadan önce, katıksız bir sinir bozukluğu içindeki bıkkın dostunun saldırmasından korkuyordu. Çocuk onların yanına geldiğinde, onun etten ve kemikten olduğunu, başka dünyadan gelmiş bir hayalet olmadığını açıkça gördüler ve Wulfgar silah tutan elini gevşetti. Çocuk eğilip onlara reverans yaptı ve takip etmelerini işaret etti.

“Malchor?” diye sordu Drizzt. Çocuk cevap vermedi ama tekrar işaret etti ve kuleye doğru geri yürümeye başladı. “Senin daha yaşlı olduğunu sanıyordum, tabii eğer Malchor sensen,” dedi Drizzt, çocuğu takip etmeye başlayarak. “Atlar ne olacak?” diye sordu Wulfgar. Çocuk hâlâ sessizce kuleye doğru yürümeye devam ediyordu. Drizzt, Wulfgar’a baktı ve omuz silkti. “Öyleyse onları içeri getir, sonra bırakalım da onlarla dilsiz dostumuz ilgilensin!” dedi kara elf. Duvarın -en azından— bir bölümünün bir illüzyon olduğunu gördüler, onları kulenin en alt katı olan geniş, çember şeklindeki bir daireye götüren kapıyı gizliyordu. Duvarlardan birine sıralanmış ahırlar onlara atları içeri getirmekle iyi iş yaptıklarını söylüyordu. Hayvanları çabucak bağlayıp çocuğa yetişmek için koşturdular. Çocuk ise hiç yavaşlamadan başka bir kapı eşiğinden geçti. “Bizi bekle,” diye seslendi Drizzt, kapıdan içeri adımını atarak, ama içerde rehber falan bulamadı. Hafifçe tırmanan ve tırmanırken kavis veren, görünüşe göre kulenin çevresinden dolanan, loşça aydınlatılmış bir koridora girmişti. “Gidilebilecek tek bir yol var,” dedi onun arkasından içeri giren Wulfgar’a ve ikisi yürümeye başladılar. Çocuğu yapının merkezine doğru inişe geçen karanlık bir ara geçidin yanında beklerken bulduklarında, Drizzt tam bir daireyi bitirmiş ve ikinci kata -en az üç metre yukarıya— çıkmış olduklarını düşündü.

Fakat çocuk bu geçidi pas geçti ve kavis çizen ana koridordan yürüyerek kulenin daha da yükseğine çıkmaya başladı. Wulfgar’ın böyle gizli kapaklı oyunlar için sabrı kalmamıştı. Onun tek kaygısı, Entreri ile Regis’in onlardan her saniye daha da uzaklaşmasıydı. Drizzt’in yanından geçti ve çocuğu omzundan yakalayıp kendine doğru döndürdü. “Sen Malchor musun?” diye sordu açık açık. Dev adamın sert ses tonu karşısında çocuğun beti benzi attı ama cevap vermedi. “Onu bırak,” dedi Drizzt. “O Malchor değil. Bundan eminim. Kulenin efendisini pek yakında bulacağız.” Ödü patlamış çocuğa baktı “Doğru mu?” Çocuk çabucak kafasıyla onayladı ve tekrar yürümeye başladı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir