R. A. Salvatore – Unutulmuş Diyarlar – 17 – Avcının Kılıçları Serisi – 3 – İki Kılıç

Cüce mağaralarının arsız karanlığında meşale ışığı oldukça yetersiz kaldı. Delly CurƟe’nin gözlerini ve boğazını yakan puslu hava, geniş odayı dolduran insanların şikayetleri ve homurdanmaları kadar rahatsız ediciydi. Vekilharç Regis merhametli davranmış ve güney seferlerinde zalim Kral Obould ile orkları taraķndan yağmalanıp kendilerine sığman bu iyilikten anlamaz insanlara hatırı sayılır sayıda oda vermişti. Delly kendine bu halka karşı fazla ön yargılı davranmaması gerekƟğini haƨrlaƴ. Hepsi fazlasıyla kayıp vermişƟ. Üstelik çoğu katledilen ailelerinden geriye kalan son kişilerdi. HaƩa kendileri tamamen talan edilen koca bir toplumdan geriye kalan son üç kişiydi! Regis ve Bruenor ne kadar uygun kılmaya çalışsa da içinde bulundukları koşullar pek de insanlara göre değildi. Bu düşünce Delly’i fazlasıyla sarsƨ, arkasını dönüp çocuğuna bakƨ. Beşiğin içindeki Colson sonundauyuyordu. İncecik bedeni silahlarla kuşaƨlmış, saman saçlı, büyük bir kaybın yaraƴğı ağırlıkla çöken gözlere sahip bir kadın Coƫe Cooperson, çocuğunun yanında rahatsız uykusunda, göğsünü sıkıca saran kollarıyla ileri geri sallanıp duruyordu. Delly, onun, öldürülen çocuğunu düşündüğünü biliyordu. Bu korkunç düşünce, hiç şüphesiz, Delly’i hüzünlendirdi. Colson aslında Delly’nin çocuğu değildi; o doğurmamışƨ. Bu kız çocuğunu evlat edinmiş, Wulfgar da çocuğun babası olmayı kabul edip kadını yoldaşı ve karısı olarak almışƨ. Delly, Mithril Salonu’na kadar onu kendi isteğiyle izlemişƟ ve bu yüzden onun maceraperest ruhuna uyum gösteren, kendi isteklerini hiçe sayarak onun yanında yer alan, iyi ve cömert bir kadın olduğunu düşünmüştü.


Delly’nin gülümsemesi neşeden çok hüzün barındırıyordu. Belki de ilk defa iyi ve cömert biri olduğunu düşünüyordu. Ama cüce duvarları üzerine geliyor; onu sıkıştırıyordu. Delly CurƟe, neredeyse sürekli sarhoş olduğu ve her geceyi başka bir erkeğin kollarında geçirdiği, Luskan’daki uç noktalarla dolu sokak hayaƨnın anılarına özlem duyup onlara sığınma ihƟyacı hissedeceğini hiç düşünmemişƟ. Muhteşem bir sevgili olan Akıllı Morik’i ve kendisine babalık eden taverna işletmecisi Arumn Gardpeck’i düşündü. Josi Puddles’ı da düşündü ve adamın yadsınamayacak kadar aptal sırıtışında bir çeşit huzur buldu. “Aman, aptallık ediyorsun,” diye kendi kendine mırıldandı. Bütün bu haƨralardan sıyrılmak için başını salladı. Arƨk hayaƨ buydu; Wulfgar’ın ve diğerlerinin yanındaydı. ‘BaƩlehammer Klanı cüceleri gerçekten iyi bir halk’ dedi kendi kendine. Genellikle tuhaf, her zaman nazik, çoğunlukla sadece absürd olan bu halk huysuz görünüşlerine rağmen sevgiyi fazlasıyla hak ediyordu. Bazıları acayip giysiler ya da zırhlar giyiyor, diğerleri tuhaf ve gülünç isimlerle anılıyor, hemen hemen hepsi vahşi ve garip sakallar bırakıyordu ama bu klan Delly’e, belki de Arumn’un ona sunduğunun dışında, daha önce hiç yaşamadığı bir sevgi sunuyordu. Ona kendi ırklarından biriymiş gibi davranmışlardı; ya da en azından denemişlerdi. Ne de olsa aralarında aşılamayacak farklılıklar vardı… Bu inkar edilemezdi. Cüceler ve insanlar arasında tercih farklılıkları vardı; mağaraların boğucu havası da bunlardan biriydi ve Mithril Salonu’nun iki kapısı da mühürlendikten sonra bu hava gitgide daha da durgunlaşıyordu.

Odanın ucundaki bir kadın, sanki Delly’nin düşüncelerini okumuşçasına, bir şişe bal likörünü şerefe kaldırıp “Ah, o rüzgarı ve güneşi yüzümde bir kez daha hissedebilsem!” diye bağırdı. Odanın her köşesinden birbirine tokuşturulan kadehler yükseldi. Delly hemen hemen herkesin neredeyse sarhoş olduğunu fark eƫ. Kendilerini hiçbir yere ait hissedemiyorlar ve Obould’un yaraƴğı korkunç anılar karşısındaki acizliklerini ve hayal kırıklıklarını içkiyle bastırmaya çalışıyorlardı. Delly, yeniden Colson’u kontrol edip masalara doğru süzüldü. Luskan’da garsonluk yapƨğından gruba hizmet etmeyi kabul etmişƟ. Yanma giƫği her yerden bir iki laf yakalıyor, her düşünce üzerine yapışıyor ve kalbinde kalan memnuniyet kırıntılarına ekleniyordu. “Gümüşay’da bir demirci açacağım,” dedi bir adam. “Pöh! Gümüşay!” diye karşı çıkƨ bir diğeri; kaba şivesi daha çok bir cücenin konuşmasını andırıyordu. “Gümüşay’da dans eden elflerden başka hiçbir şey yok. Sundabar’a git. İş yapmaktan gerçekten anlayan bir halkın içinde kesinlikle daha iyi bir hayatın olur.” “Gümüşay daha misafirperver,” dedi başka masadaki bir kadın. “Ayrıca söylenƟlere göre çok daha güzel.” Bunlar Delly’nin bir zamanlar Mithril Salonu için duyduğu sözlerle aynıydı.

Salon bu şekilde nam salmışƨ. Hiç şüphesiz Bruenor ve halkı, ona bir nevi cüce cenneƟ sunmuştu. Ayrıca Mithril Salonu en az Luskan Limanı kadar ilginç bir yerdi. Yine de Delly, bu ilginçliğe çabucak alışıldığını öğrenmişti. Yeniden, odanın köşesine, hâlâ uyuyan ama bu dumanlı tünellerdeki tüm insanlar gibi hırlayarak öksürmeye başlayan Colson’un yanına yöneldi. Bir kadının “Vekilharç Regis ve Kral Bruenor’a fazlasıyla müteşekkirim,” dediğini duydu ve bir kez daha kendi düşüncelerini okuyormuşçasma “ama burası insana uygun bir yer değil!” diye ekledi. Kadın kadehini kaldırdı. “Öyleyse ya Gümüşay ya da Sundabar’a!” dedi ve diğerleriyle kadeh tokuşturdu. Kuş sesleri dışında tamamen sessiz olan tepeden bakıyorum. Hepsi bu. ‘Gaklayan, öten ve gagalarını, görmeyen gözlere sokan kuşlardan başka hiçbir şey yok. Kargalar cesetlerle dolu bir tarlaya inmeden önce gökyüzünde daireler çizmiyor. Çiçeğe konan bir arı gibi, doğrudan hedeflerine, önlerinde duran ziyafete uçuyorlar. Tıpkı sürüngen böcekler, yağmur ve hiç dinmeyen rüzgar gibi onlar da birer temizleyici. Ve geçip giden zaman.

Onun varlığı da daimi. Günün, mevsimlerin, yılların değişimi… Bu gerçekleşƟğinde geriye kalan tek şey kemikler ve taşlar oluyor. Çığlıklar dindi, koku duyulmaz oldu. Kan temizlendi. Semiren kuşlar buradan ayrılırken ölen savaşçıları birey olarak tanımlayan her şeyi de alıp gittiler. Geriye sadece birbirine karışacak olan taşları ve kemikleri bıraktılar. Rüzgar ya da yağmur iskeletleri parçalayıp yeniden birleşƟğinde ve zaman bir kısmını gömdüğünde geriye kalan şey, en dikkatli gözlemcilerin gözleri için bile ayırt edilemez oluyor. Burada ölenleri, kazançlarının karşılığında kendi hayatlarını takas edenleri kim haƨrlayacak? Hiç kuşkusuz, savaşan bir cücenin surat ifadesi, harcanan tüm çabalara değdiğini, savaşın cüce halkı için kutsal bir değer olduğunu gösterecekƟr. Bir cüce için arkadaşına yardım etmek amacıyla savaşmaktan daha değerli bir şey yoktur; onlar birbirlerine sadakat, dökülen ve akan kanla bağlı bir topluluktur. Sonuçta, bir birey için bu iyi bir ölüm şekli, onur içinde yaşanmış hayata layık bir sondur, hatta belki de o hayat bu son fedakarlıkla anlam kazanmıştır. Yine de kendimi bunlara bir bütün olarak bakmaktan alıkoyamıyorum. Geniş kapsamlı düşünüldüğünde ne olacak? Ödenen bedel ve kazanç ne olacak? Obould yüzlerce haƩa binlerce askerinin ölümüne değer bir başarı elde edecek mi? Kalıcı bir kazanç sağlayacak mı? Cücelerin bu yüksek tepedeki direnişleri Bruenor ‘un halkına dişe dokunur bir fayda geƟrecek mi? Ya Mithril Salonu ‘na girememiş ve tünelleri savunmamış olsalardı? Peki, bundan yüz yıl sonra geriye sadece toz kalacakken bu kimin umurunda olur ki? Benimkinin de dahil olduğu pek çok akıllı ırkın kalplerindeki o görkemli savaş görüntülerini hangi alevin ateşlediğini merak ediyorum. Yamaçtaki katliama bakıyorum ve boşluğun kaçınılmazlığını görüyorum. Acı çığlıkları düşünüyorum. Son nefeslerini veriyor olduklarını fark eden savaşçıların sevdiklerine seslenişlerini duyuyorum.

Sevgili arkadaşımın üzerinde olduğu bir kulenin devrilişim görüyorum. Somut kalınƨlar; kemikler ve taşlar, savaşı kesinlikle pek de değerli kılmıyor ama benim merak eƫğim bu denli somut olmayan, daha yüce bir yere ait bir şeyler olup olmadığı… Ya da belki de aslında korktuğum da bu hepimizi tekrar tekrar savaşmaya iten bir yanılsamanın varlığı… Sözünü eƫğim bu düşünce savaş biƟminde hepimizin içine mi yerleşiyor? Hepimiz çok daha yüce bir şey yaşama uğruna sessizliği, sakinliği, dünyevi yaşanƨları ve barışı bir kenara mı aƨyoruz? Hepimiz barışı sıkınƨ ve kibirle eş değer mi tutuyoruz? Belki de sadece acının ve kaybın keskin anılarıyla sönen bu savaş korunu içimizde tutuyoruz ve ateşin boğulmasını sağlayan örtü, yaraları saran zamanla ortadan kalkƨğında o korlar yeniden alev alıyor. Rahaƨn ve kibirin peşinde koşan bir yaraƨk olmadığımı anladığım ve sadece yüzüme çarpan rüzgar, ayaklarımın alƨnda uzanan yol ve bu yolda yaşayacağım macerayla mutlu olabileceğimi kendime itiraf ettiğim zaman bunu, bir yere kadar kendi içimde de gördüm. Yine o izi süreceğim ama doğruyu söylemek gerekirse, Obould‘un yapƨğı gibi, yanında bir orduyu sürüklemenin bambaşka bir şey olduğunu düşünüyorum. Sonuçta, taşlar arasına saçılan bu kemiklerin varlığı daha büyük bir erdemi gözler önüne seriyor. Silahların, harekeƟn ve zaferin çağrısına koşuyoruz, peki ama bu yola, büyüklüğe duyulan açlıkla girenler ne olacak? Burada ölenleri, kazançlarının karşılığında kendi hayatlarını takas edenleri kim hatırlayacak? Ne zaman sevdiğimiz birini kaybetsek, istemsizce, onu hiçbir zaman unutmamaya, o sevgili varlığı hayaƨmızın kalan günlerinde haƨrlamaya karar veriyoruz. Ama hayat bizi ‘şimdi’ ile uğraşmaya mecbur kılıyor ve ‘şimdi’ genelde bütün ilgimizi egemenliği alƨna alıyor. Böylece aradan yıllar geçƟkçe, her gün ya da on günde bir yiƟrdiğimiz o insanları haƨrlamaz oluyoruz. Sonra içimize suçluluk duygusu yerleşiyor; babam ve akıl hocam olan, kendini benim için feda eden Zaknafein‘i ben haƨrlamazsam kim haƨrlayacak ki? Kimse haƨrlamayacaksa belki de onu gerçekten yiƟrmiş oluyoruz. Yıllar geçƟkçe suçluluk duygusu da azalacakƨr. Çünkü sürekli unutuyoruz ve onları nadiren haƨrladığımız anlarda da kendimizi övüyoruz! Belki de suçluluk duygusu kalıcıdır, ne de olsa hepimiz bencil yaraƨklarız. Bu bireyselliğin yadsınamaz gerçekliğidir. Sonuçta hepimiz dünyayı kendi gözlerimizden görüyoruz. Çocukları doğduktan sonra ölüme duydukları korkuyu dile geƟren aileler tanıdım. Bu, aşağı yukarı çocuğun on ikinci yaşını tamamlayıncaya kadar devam eden bir korkudur.

Korktukları, öldükleri zaman çocuğa ne olacağı değil buna tabii ki üzülürler kendilerine ne olacağıdır. Çocuğu kendisini hatırlayamayacak kadar küçük olan hangi baba ölümü kabul edebilir ki? Taşların arasına saçılan bu kemiklere kim daha iyi bir yüz çizebilir? O gözlerin üzerine bir karga üşüşmeden önce sahip olduğu parlaklığı kim daha iyi hatırlayabilir ki? Kargaların ölülerin üzerinde daireler çizmesini, rüzgarın onları uzaklara taşımasını ve o yüzlerin oldukları gibi kalıp bize acımızı haƨrlatmasını isterdim. Savaş boruları öƩüğünde, yeni ordular taşların arasına yayılan o kemikleri ezip geçƟğinde, bırakın da ölülerin yüzleri bize bunların bedelini hatırlatsın. Bu kırmızıya boyalı taşların görüntüsü aklımı başıma geƟriyor. Kulaklarımı ƨrmalayan kargaların sesi beni fazlasıyla uyarıyor. Drizzt Do ‘Urden OĞLUM İÇİN O sabah, “Daha hızlı olmalıyız!” diye yüzüncü kez haykırdı adam; sanki çevresindeki yirmiden fazla cüce sadece bir daire çiziyordu. Galen Firth, meşalenin aydınlaƴğı bu puslu tünellere ait değilmiş gibi duruyordu. İnsan standartlarına göre bile fazlasıyla uzunken, bu sakallı, kısa ve gürbüz ırk onun için oldukça ufak tefek kalıyordu. “Keşif kollarım ileride ve mümkün olduğu kadar hızlı çalışıyorlar,” diye cevapladı saygıdeğer bir savaşçı olan General Dagna. Yaşlı cüce esneyip geniş omuzlarını dikleşƟrdi, kirli sarı sakalını kaim deri kemerinin içine soktu ve Galen’i keskin gözlerle inceledi; bu bakış, BaƩlehammer Klam’nın yıllar boyu onun gözüne gözükmemeye çalışmasını sağlamışƨ. Dagna, herkesin haƨrlayabileceğinden uzun zamandır, gölge ejderhası Shimmergloom ve onun emrindeki duergarlar Mithril Salonu’nu keşfetmeden, Bruenor kral olmadan çok daha önce saygı gören bir savaş lideri olmuştu. Dagna, bir savaşçı ve komutan olarak, davranışlarıyla bütün zorlukları yenmiş ve hiç kimse, onun, cüceleri çeƟn çaƨşmalara sokuşundaki cesareƟni sorgulamamışƨ. Çoğu, Dagna’nın Bekçi Vadisi’ndeki savunmaya öncülük etmesini, haƩa muhterem Banak BrawnanviPin de önüne geçmesini beklemişƟ. Bu gerçekleşmediğinde Dagna’nın, Bruenor ölüm döşeğinde yatarken, Salon’a Vekilharç olarak atanı ^ lacağı düşünülmüştü. Aslında her iki ihƟmal de, bunları gerçekleşƟrebilecek olan kişiler taraķndan, Dagna’ya sunulmuştu ama o reddetmişƟ.

“Gözcülerime bir kertenkele kadar hızlı davranıp trollere yem olmalarını söylememi istemezsin, öyle değil mi?” diye sordu Dagna. Galen Firth bunun üzerine topuklarının üzerinde durup geriye yaslandı ama ne göz kırpƨ ne de onun sözlerine boyun eğdi. “Bu birliği mümkün olduğu kadar çabuk hareket eƫrmeni isterim,” diye cevapladı. “Halkımın üzerinde şiddetli bir baskı var; haƩa belki de tamamen isƟla edildiler. Ayrıca güneyde, o cehennem gibi tünellerde pek çok insan korkunç bir tehlike içinde olabilir. Bunun sadece komşumuz olduğu söylenen cüceleri yüreklendirmesini umabilirim.” “Hiçbir şey iddia etmiyorum,” diye anında karşılık verdi Dagna, “Vekilharç ve kralım bana ne derse onu yapıyorum.” “Peki, ya düşenleri hiç umursamıyor musun?” Galen’in sadece on gün önce oğlunu kaybeden Dagna’ya yönelƫği bu pervasız soru pek çok cücenin nefesini tutmasına sebep oldu. Dagna, kim olduğunu ve nerede bulunduğunu hatırlatarak adama uzun uzun ve sertçe baktı; öfkeli bir cevabı da engellemiş oldu. “Elimizden geldiği kadar hızlı hareket ediyoruz ama sen yine de daha hızlı gitmek isƟyorsan, buyur. Gözcülerime sana engel olmamalarını söylerim. HaƩa belki de koridorlarda senin troller taraķndan yenmiş cesedinin üzerinden geçerim. Senin Nesme halkın belki de sensiz kurtarılır.” Dagna durdu ve bakışlarının hükmünü sürdürmesine izin verdi. Bu bakışlar Galen Firth’e blöf yapmıyor olduğunu gösterme yöntemiydi.

“Kim bilir, belki de böyle olmaz.” Bu cümleler Galen’in şiddeƟni yaƨşƨrmış gibi duruyordu. Adam burnundan soludu ve paldır küldür yürüyerek yeniden tünele yöneldi. Dagna anında onun yanma geçmiş, kolundan sımsıkı tutuyordu. Galen kendini cücenin sımsıkı kavrayışından kurtardı ve öŅeli bakışları Dagna’ nınkilerle birleşti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir