Sten Nadolny – Arsızlık Tanrısı – Mitolojinin Romanı

Kitap üzerine, Dünyalar Arasındaki Haberci, Tacirlerin, Hırsızların ve Çalınmış Öpücüklerin Tanrısı Hermes 1990 yılında 2187 yıllık zorlu bir tutsaklıktan kurtarılır – Yanardağlar Tanrısı Hephaistos tarafından. Bu garip olayın şahidi olan Helga ismindeki Sachsen-Anhalt’lı genç bir turist kız, Hermes’e o an âşık olur. Hermes büyük bir şaşkınlık içinde çeşitli suretlere girerek, Helga’yı Orta Avrupa ve Kuzey Amerika’da takip eder. Bir nöroloji cerrahının, rap müzisyenlerinin veya graffiti sanatçılarının kafalarına girerek, büyük bir yaşamsal değere haiz olan arsızlık elementinden geriye sadece alaycılığın ve vicdansızlığın kaldığını idrak eder. Arsızlığa, tekrar eski tanrısal özelliklerinin kazandırılması gerekmektedir… Gemi tekin olmayan bir sükûnet içindeki sularda ilerliyordu. Kötü bir şeyler olmuştu burada ve tekrar olması muhtemeldi. Soğuktu. Yunan Paskalyası’na daha iki gün vardı. Genç bir kadın dışında kimseler yoktu güvertede. Yolcu gemisi iki ada arasında en az mesafe bulunan yerin hüzünlü görüntüsüne yaklaşıyordu. Adaların birbirine en yakın olduğu bu yerde, siyah kayalıklardan oluşma sarp bir duvar bir kale gibi dimdik yükseliyordu. En küçük bir bitkinin izi dahi yoktu. Uzaktan kabuk bağlamış bir yara izlenimi veren çıplak kaya, yaklaştıkça metalik bir parlaklık kazanıyordu. Şiddet kokusu yayılıyordu her taraftan. Orada, gökyüzü ve suların arasında, gözün gördüğü her yerde, görünmez bir şey durmaktaydı titreşerek ve tehdit ederek.


Yoğun bir güç, çakmanın ve vurmanın öncesindeki ışıksız yıldırım… Boynundaki şala daha sıkıca sarındı ve omuzlarını kaldırdı, çünkü üşüyordu. Bir kitabı okur gibi okumayı denedi, siyah duvarı. Soluk veya parlak kırmızıya çalan renklerde çıkıntılar, kesikler, yarıklar, çukurlar ve çatlaklar bulunmaktaydı, duvarda. Gemi yaklaştıkça kayalığın parçalanmışlığının çeşitliliği daha iyi fark ediliyordu. Fakat duvar okunmaya izin vermiyordu. Kadın, bu kara bazalt labirentinin ortasında aniden bir insan figürü gördü. irkildi. “Aman Tanrım!” diye bağırdı ve gözlerini dört açarak hiç kımıldamadan figürün hareket edip etmediğini anlamaya çalıştı. Hayır, figür cansızdı. Adam kayalıklar kadar karaydı, ancak başı, omuzları, kolları ve bacakları yine de belirgindi. Çıplaktı. Taşa işlenmiş bir ibadet figürü müydü bu acaba? İlginç bir tapınım figürü olurdu bu fakat, çünkü zincirliydi. Adamın el ve ayak bileklerinde ve boynunda ağır kelepçeler sallanıyordu. Bir idam mahkûmu mu? Ölmesinin üzerinden uzun zaman geçmemiş olmalıydı; çevredeki aç kuşların, cesedi kısa sürede iskelet haline getirecekleri aşikârdı. Genç kadın ansızın bir ses duydu.

Duvardan gelen gürleme ve inleme sesleri, hayır, ses her taraftan geliyordu. Şimdi gümbürtü ve patlamalara dönüşmüştü duydukları. Kadın bakışlarını kayadaki şekilden kaçırarak korkuyla karşı adaya baktı. Üzerinde aktif bir yanardağ olduğu biliniyordu. Bu ziyaret ve kartpostal yanardağı, sezona kendi usulünce renk katmak için patlıyor muydu yoksa? Yeni bir koninin, üçüncü bir adanın, kükürt buharı ve yenilik kokuları saçarak su yüzeyinde belirmesi olasılığı daha yüksekti. Fakat bunlardan hiçbiri olmadı. Yalnızca yüksek bir şapırtı işitildi. Bir kaya parçası düşmüş olmalıydı aşağıya, suyun hareketini hâlâ görebiliyordu. Artık geminin iyice yaklaşmış olduğu kaya duvarına döndü tekrar. Arı vızıltısına benzer kulak tırmalayıcı gürültüler yükseliyordu şimdi oradan. Ansızın gözlerinin önünde kaya duvarında geniş bir yarık oluştu. Siyah taban üzerinde bir çizgi şeklinde enlemesine yayılan yarık, başlangıç noktasında bir çatlak oluşturmuştu bile. Bir kalem, diye düşündü ve iyi şeyler olmasını beklemeye koyuldu. Sanki birisi duvarın üzerine bir çizgi çekiyordu. Çizgi, yüzeyin düzensizliğine karşın dümdüzdü.

Doğrudan insan figürüne ilerleyen çizgi onu ikiye böldü – hayır, bunu yapmadı! Ona zarar vermeden arkasından geçti, sonra geri döndü, zigzag hareketlerle çevresini dolandı ve geldiği gibi yoluna devam etti. Şimdi bir şangırdama sesi işitiliyordu: Kelepçeler ve zincirler söküldü, yerlerinden kopan demir parçaları birkaç kez duvarlara vurdu ve denize düştü. Cansız beden biraz aşağı kaydı ve bir çıkıntının üzerine yığılıp kaldı. Gürleme ve inleme sesleri şiddetini yitirmişti. O âna kadar sular kabarmamıştı. Fakat bu da ne? Kayalıktaki figür kollarını hareket ettiriyordu. Adam yerden güç alarak ayağa kalktı. Şimdi de ellerini içeri ve dışarı doğru çevirerek hareket yeteneğini yokluyordu. Kimse gelmeyecek miydi gördüklerini görmeye? Bunların tümü, sarsıntı, kurtuluş ve ayağa kalkış, sadece kendisi için mi oluyordu? İnanılır gibi değil! Gemideki yolcular sağır, geminin Yunanlı kaptanı ise kör olmalıydı. Yalpalayarak kaptan köşküne yöneldi ve camı tıklattı, fakat adamın tek yaptığı kalkık kaşlarla ona gülümsemek ve tekrar önüne bakmak oldu. Artık boğazdan çıkmışlardı ve kaya duvarı iyice daralmış gibi görünüyordu göze. Ne var ki figür hâlâ belirgin olarak görülebiliyordu, çünkü üzerinde durduğu çıkıntının en uç noktasına gelmiş, açık kolları ve dik başıyla denize bakmaya başlamıştı. Birden doğu yönünden yaklaşan küçük bir bulut kümesi, saldırıya geçmiş bir arı sürüsünü andırırcasına adamın etrafını sardı. Adam üzerine sanki bir kürk giymiş gibiydi. Aynı anda ayakları yerden kesildi ve yatay biçimde havaya uzandı! Bir süre kayalık duvar boyunca süzüldü, süratini giderek artırdı ve doğudaki Volkan Adası’nın arkasında gözden kayboldu.

Etraf önceki gibi sessiz, boş ve ölüydü, fakat havadaki tehdit unsuru geçmiş, titreşen güç hissedilmez olmuştu. Kamaralarından çıkarak ünlü “Schmidt Duvarı”nı kaçırmış olmalarına hayıflanan yolcular, genç bir kadının telaşla kayalıklardaki bir figürden bahsettiğini duydular. Çoğunun dudaklarında anlayışlı bir gülümseme belirdi. Kaptan ise yalnızca taşın düştüğü ânı hatırlayabiliyordu. Yolcular arasında küçük bir tartışma yaşandı; bir kısmı Phira’da öğle yemeğine vaktinde yetişebilmek için planlandığı gibi Nea Kaimeni’deki yanardağı ziyaret etmeyi, diğerleri ise kayalığın düşüşünü görmek için geri dönmeyi istiyordu. “Göreceksiniz, zincirler hâlâ kayalıklarda asılı duruyor!” diyordu olaya şahit olan genç kadın. Zaten yolcuların görmek istediği de buydu. Kaptan sabırlı olmaya çalışarak geriye döndü. Bu öykünün gerçek olmasını hiç kimse beklemiyordu. Kadın Doğu Almanya’dan geliyordu ve Batı Dünyası’na ilk gezisini yapmaktaydı. Devamlı hızlı hızlı konuşuyor ve şüphesiz gereğinden fazla kitap okuyordu. Bu genç kadın dışında gemide bir Alman daha vardı, fakat onun tam tersiydi: Sınırsız bir kutu bira stokuna sahip olmasına rağmen, hayal gücü gayet sınırlı olan, şişman bir adam. Elindeki dürbün ile kara kaya duvarını tarıyordu. Bir süre sonra dürbünü indirdi ve Hollandalı bayan öğretmene uzattı. “Ortada zincir filan yok” dedi sonra.

Kaptan haklı çıkmanın gururuyla birkaç kez başını salladı ve yeniden dümene döndü. “Ancak kısa süre öncesine kadar gerçekten de orada bir şeyler vardı” diyerek sözlerine devam etti Alman. “Duvara çakılmış beş tane el yapımı zincir halkası vardı, üç tanesi hâlâ parçalanmış olmak kaydıyla orada bulunuyor. Böyleleri bizde, ahırda büyükbaş hayvanlar için kullanılırdı; hayvanların zincirlerinin takıldığı sert, sağlam halkalar. Fakat buradakiler testereyle kesilmiş değil; ya eskilikten, ya sağa sola çekiştirmekten, ya da titreşimden dolayı kırılmışlar. Her halükârda halkalar bir demircinin elinden çıkmış, çünkü döküm demiri başka türlü sallanırdı.” İlk kez bu kadar uzun bir konuşma yapıyordu şişman adam. “Az önce birisi kurtarıldı orada” diye konuştu genç kadın. “Uzun süredir tutsak olan birisi.” “Bu kanıya nasıl vardınız?” “Hemen hemen hiç hareket edemiyordu çünkü.” Tümü birden gözleriyle kayalıkları taradı. Fakat nafile. Dürbünle bakan bayan öğretmen alnını kırıştırdı. “Ben bir şey göremiyorum. Zaten orada kayayla metali nasıl ayırt edebiliyorsunuz ki?” Şişman adam hüzünlü bir bakışla süzdü onu.

“Ben demircilik eğitimi aldım, bu meslekteki her şeyi bilirim. Freystadt yakınlarındaki Münch’te atları ben nallardım.” “Öyle mi!” “Bayan, bir demir işi gördüğüm zaman, bunu yapan adamı dahi tarif edebilirim.” Üç bin yılı geçkin bir süre önce, Santorin Körfezi’nde, bugünkü Caldera’nın bulunduğu yerde Strongyli adında, büyük ve kalabalık, yuvarlak bir ada bulunuyordu: Plato o adanın varlığını biliyor ve bu şekilde adlandırıyordu. Burasının adı sık sık anılan Atlantis olup olmadığı tartışmaya açıktır. İ.Ö. 1500 yılında bir deprem ya da yanardağ patlaması sonucu adanın ortası çöktü. Oluşan dev krater deniz suyuyla doldu ve yalnızca ada kenarlarından geriye bir şeyler kaldı. Bu felakette oluşan sel dalgasının, Eski Ahit’te adı geçen tufan olduğundan söz edilmektedir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir