Tom Robbins – Parfümün Dansı

Pancar, sebzelerin en keskinidir. Turp, elbette ki daha ateşlidir, ama turpun ateşi soğuk bir ateştir. Hoşnutsuzluğun ateşidir, yoksa ihtirasın değil. Domates, doğrusu şehvetlidir. Fakat onda da bir sualtı akıntısı halinde uçarılığı, havailiği sezersiniz hep. Pancarlar ise korkunç ciddidir. Slav halkı, fiziksel özelliklerini patatesten, için için kaynamalarını turptan, ciddiliklerini ise pancardan almıştır. Pancar aslında melankolik bir sebzedir. Istırap çekmeye onun kadar isteklisi yoktur. Örneğin insan şalgamı ne kadar sıksa, kanatamaz… Pancar tıpkı suç yerine geri dönen katile benzer. Vişnenin havuçla işi bittiğinde ortaya çıkan şeydir pancar. Sonbahar mehtabının kuşaklar önceki, sakallı-bıyıklı, çoktan gömülmüş atasıdır. Fosilleşmesine ramak kalmış! Karaya oturmuş aygemisinin plazma damarlarıyla dikilmiş koyu yeşil yelkeni; bir zamanlar ayı yeryüzüne bağlayan uçurtma sicimi, şimdi çamurlu bir bıyığa dönmüş, yerkürenin derinliklerinde yakut bulmak amacıyla kazıya girişmiş. Rasputin’in sevdiği sebzeydi pancar. Adamın gözlerinden belli zaten.


Avrupa’da mangel-wurzel denilen iri bir pancar türü yaygın biçimde yetiştirilmektedir. Belki bizim Rasputin’de izlerini gördüğümüz bu türdür. Wagner’in müziğinde de mangel-wurzel’in var olduğu kesindir. Adları pancardaki P-A-… harfleriyle başlayan besteciler asıl başkaları olsa bile. Tabii damarlarından kan yerine şekerli su akıtan beyaz pancarlar da vardır, ama bizim ilgilendiğimiz kırmızı pancardır. İkide bir utanıp kızaran, şişen, tedavisi imkânsız bir basura benzeyen. (Aslında tedavi yolu büsbütün yok sayılmaz. Gider bir çömlekçiye sipariş verir, kendinize seramikten bir kıç yaptırırsınız… üstüne oturmadığınız zamanlar borç çorbası içmek için kâse diye de kullanırsınız.) Eski bir Ukrayna atasözü vardır: “Pancarla başlayan hikâye şeytanla biter.” Eh, o riski göze almak zorundayız artık. Priscilla, stüdyo denilen türde ufacık bir dairede oturuyordu. Bu tür yerlere “stüdyo” denmesinin nedeni, sanatın göz alıcı bir şey sayılması kadar, ressamların çalıştıkları yerde yatıp kalkmaktan hoşlanan insanlar olduğuna bizi inandırmakla ev sahiplerinin daha çok para kazanabileceği kanısından ötürüdür. Gerçek ressamlar hemen hiçbir zaman stüdyo dairelerde oturmazlar. Hem yer azdır, hem de ışık yanlıştır. O tür dairelerde daha çok memurlar oturur.

Dosyalama memurları, mağaza tezgâhtarları, üniversite öğrencileri, yaşlı dullar, bir de Priscilla gibi evlenmemiş garson kızlar. Bu bina, 1929’daki ekonomik bunalım döneminde yapılmıştı. Seattle’da bu tür bina pek çoktu. Washington Gölü’yle Eliott Körfezi arasındaki tepe eteklerine serpilmiş, kırmızı tuğlalarını mevsim yağmurlarıyla renklendiren binalar. Mimari açıdan binanın dümdüz çizgileri, sade cephesi, Eleanor Roosevelt’in açılış balolarında giydiği tuvaletleri hatırlatıyordu. İç duvarları ise nice mutfakta pişen nohut ve fasulye yemeklerinin rengini almıştı. Yıllardır bu binada öyle çok insan yaşamıştı ki, sonunda bina da kendine göre bir yaşam edinmişti. Her tuvalet, İtalyan tenorları gibi gargara sesleri çıkarır, her buzdolabı çayırda otlayan bufalolar gibi homurdanırdı. Eski yapım apartmanların çoğunda, renkler ve sesler gibi, kokular da kuşaklar boyunca birikmiş olurdu. Fırında pişen kekler, tencerede haşlanan sebzeler! Ama Priscilla’nın dairesi bu açıdan ötekilerden farklıydı. Burası kimyasal madde kokardı… Zehirli değildi, ama pek de tatlı olmayan bir kokuydu. Gece yarısı, yorgun argın eve gelip kapısını açtığı zaman onu evde hapis kalmış köpek gibi karşılamaya ilk koşan da bu koku olurdu. Işığı açar açmaz ilk önce, garsonluk yaparken giydiği alçak topuklu pabuçlarını ayağından birer tekmeyle fırlattı. İkinci olarak da ayağının başparmağını masanın ayağına çarptı. Nice dul kadının iskambil oynamak üzere başına oturmuşluğu olan masa sarsıldı, titredi; üzerindeki kimyasal madde şişeleri şangırdayıp, sallandı.

Bereket versin içlerindeki ilaçlardan en fazla birkaç damlası ziyan oldu. Priscilla yatak işlevi de gören kanepeye kendini attı, ayağına masaj yapmaya başladı. Demin acıyan başparmağa özellikle dikkat ediyordu. “Allah kahretsin,” diye söylendi bir yandan. “Ne sakarım! Bu dünyada yaşamayı bile hak etmiyorum. Yer çekimi olmayan gezegenlerden birine sürgüne yollamalı beni.” Az önce lokantada bir tepsi dolusu kokteyl bardağını düşürmüştü. Külotlu çorabın içinde ayağı yeni doğmuş bir fare yavrusu kadar kırmızı görünüyordu. Ayakları âdeta tütüyordu. Priscilla ayaklarını rahatlatana kadar ovdu, sonra gözlerini ovuşturmaya koyuldu. Uykulu uykulu içini çekti, kendini kanepeye sırtüstü attı, birden madeni paraların dökülmesiyle irkildi. Akşam topladığı bahşişler cebinden saçılmış, başının, omuzlarının çevresine yayılmıştı. Yerde bile paralar vardı. Bir on sentliğin eski halı üzerinde yuvarlanıp kendine bir çıkış kapısı arayışını seyretti. Enflasyon kaçağı diye buna mı diyorlar acaba, diye düşündü, paraya seslendi: “Gel buraya, korkak!” Tekrar içini çekti, kalktı, parayı yerden aldı.

Birkaç buruşuk kâğıt parayı da çantasına soktu, bozuk paraları tuvalet masasının üzerindeki tozlu kâseye attı. Kâse zaten dolmuş, taşıyordu. Yarın bankada hesap açayım, diye ahdetti kendi kendine. Bu yemini daha önce de etmişliği vardı. Üniformasını sırtından çıkardı. Lacivert bir bahriyeli elbisesiydi bu. Kırmızı ve beyaz şeritleri vardı. Fırlatıp köşeye savurdu. Ayağında külotlu çorabı, üzerinde sutyeniyle banyoya yürüyüp başını eğdi, saçlarını yıkadı. Aslında saçını yıkayamayacak kadar yorgundu; ama mutfağın yağ kokusuyla salonun sigara kokusu üstüne öyle bir sinmişti ki, apartmanın kokusuyla yarış edebilirdi. Olacak şey değildi. Şampuan şişesinin kapağı kaybolmuştu. En son ne zaman kapaklıydı o şişe… hatırlayamıyordu. Diş macununun da en son ne zaman kapaklı olduğunu hatırlamıyordu zaten. “Satın aldığımda birer kapakları bulunduğundan çok eminim,” dedi kendi kendine.

Sabuna bir yığın, kısa, kıvırcık saç yapışmıştı. Bakınca yüzünü buruşturdu. Kendi saçlarına bakmak, ona işinde geçen bir olayı hatırlatmıştı. Ricki’yle ikisi dinlenme molalarını birlikte alırlardı genellikle. Gidip müstahdem tuvaletine kilitlenir, ya esrar tüttürür ya da kokain çekerlerdi. Ricki sonunda garip teklifler yapmaya başlamıştı. Ara sıra elini rahat bir tavırla Priscilla’nın vücudunun bir tarafına dayıyordu. Priscilla’nın aslında bundan alındığı, gücendiği yoktu. O lokantada çalışan insanlar arasında, yemek listesinden daha entelektüel bir yazıyı okuyup da anlamını çıkarabilecek tek tük insandan biriydi Ricki. Hem güzel kızdı. Biraz da erkeksi bir yanı vardı. Belki de Priscilla iltifat sayıyordu Ricki’nin bu sululuklarını. Genellikle güler, savuştururdu o hareketi. İkisi de gülüp şakaya alırlardı işi. Ama bu akşam, sözde Priscilla’nın uyluk arasında biriken tüy topağını almak bahanesiyle, bacağı iyice mıncıklanınca, Priscilla aksilenmiş, kızın koluna bir de tokat atmıştı.

Mola sona erdiğinde Priscilla tabii özür dilemişti arkadaşından. “Yorgunum da ondan,” demişti Ricki’ye. “Canım çıkmış durumda.” Ricki de “Ziyanı yok,” demişti. Ama bunu söylerken kullandığı ses tonu, dostluklarının içten içe yaralandığını ima eder gibiydi. Priscilla sabunun üzerinden saçları ayıklarken bu olayı düşünüp surat astı

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir