Susanna Tamaro – Her Melek Korkunçtur

Yılın ışığa en hasret günlerinin birinde, gecenin en derin ânında doğdum. Şiddetli bir bora esiyordu. Kar ve buz yüklü karanlık bir bora. Hastaneden çıktığımda esmeyi sürdürüyordu. Bizi eve ulaştıracak olan dik yokuşu tırmanmak o kadar zordu ki, yuvama anne ve babamın sendeleyen yürüyüşüyle vardım. Rüzgâr onlara arkadan saldırıyor, yalnızca boraya özgü o vahşi ve beklenmedik esişiyle öne doğru itiyor; yerdeki buz ise her adımlarını mucizevi bir beceri haline getiriyordu. Annemin ördüğü beyazlı, pembeli, mavili battaniyeye cannoli 1 gibi sarılmış üç kilocuğum ve minicik insani varlığım nihayet sağ salim eve ulaştı. Çok az şey, beni yeni doğmuş bebekler kadar büyüleyebilir. Onlardan birini her gördüğümde dikkatle bakmaktan ve, “Sen kimsin? Nereden geliyorsun? Henüz görmeyen o gözlerin hangi esrarı gizliyor?” diye sormaktan kendimi alıkoyamam. Hayır, belki de başka bir şey görmeyen demek daha doğru olur. Annenin karnında dokuz ay geçmiştir ama o karından önce anne ve babanın, nine ve büyükbabanın, büyük nine ve büyük büyükbabaların öyküsü vardır. Ve anne babanın, ataların öyküsü, demek onların seçimlerinin, fetihlerinin, hatalarının, sefaletlerinin, yüceliklerinin öyküsü demektir. Onların küçük olaylarının üzerine, istenmese de dahil olunan, çoğunlukla da içinde birlikte öğütülen daha büyük Öykü eklenir. Tarihi oluşturan bu Öykü, ağırlıklı olarak savaş yani nefret, şiddet, ölüm anlamına gelir ki bu ıstıraplar inceden inceye, kuşaktan kuşağa aktarılırlar. Doğan her bebek Atlas’ın öne eğilmiş omuzlarıyla gelir bu dünyaya.


Tek fark onun sırtında Dünya’yı değil sayfalarca öyküyü taşımasıdır; Tarih’in öyküsü yüzündendir ki bakışları ilk günlerde çok yorgun, çok uzak görünür. Sadece bazı anne babalar yeni doğmuş bir bebeğin, sevgileri ve iyi niyetleriyle, hayallerinin varlığına dönüştürebilecekleri bir kil yumağı, bir tabula rasa olduğuna inanacak kadar saf ve iyimserdirler. O minicik ellerin aslında uzun, dürülmüş bir parşömen tuttuğunu fark edebilmek için biraz daha şüpheci olmak gerekir; anne ve baba bu parşömen rulosunu açma yürekliliğine sahip olabilseler, henüz dünyaya getirdikleri varlığın kaderinin derin çizgilerle çoktan çizilmiş olduğunu görebilirler. Nerede doğulur? Kimden doğulur? Ne zaman doğulur? Hayatımızı sarıp sarmalayan büyük gizemlerden biri bu üç soruda saklı değil midir? Aventinus Tepesi’nde bulunan bir villada da doğulabilir, Nairobi’deki bir barakada da. Sevgi dolu bir anne ve babadan da doğulabilir, alkolik, umursamaz veya zalim bir anne babadan da. Bir çöp tenekesine, pis plastiklerin, çürüyen atığın arasına da terk edilebilir bebek, doğuştan bir para imparatorluğunun vârisi de olabilir. Anne ve babaya ya da sadece anneye sahip olabilir ama o anne incinmiş, kıt akıllı ya da sadece sevmekten aciz bir kişi olabilir. Büyük bir sevdadan da gelinir bu dünyaya, bir gece kulübü tuvaletinde yaşanan nahoş bir birleşmeden hatta bir tecavüzden de. Peki ne zaman doğulur? Eğer bunu savaşın tam ortasında gerçekleştirme talihsizliği yaşanırsa, dünyadaki soluğumuz korku olacaktır. Bir gece vakti, kaçak göçmenlerle dolu bir teknede açılırsa gözler, balıkların arasına atılıp ânında kapanması da mümkün olur. Harika bir mayıs sabahı, güllerin hepsi açmışken havanın mis kokusu hayata okunan bir ilahiyken doğmak da mümkündür, dondurucu bir el gibi her şeyi yıkan ve söken bir fırtınalı havada doğmak da. O zaman seni karşılayan bir ninni değil bir ulumadır ve bu uluma, yeni olduğu kadar eskilere de dayanır. Sana geçmiş kuşakların, mutlaka senin de içinde yaşayan atalarının hikâyesini anımsatır. Enginliğin içinde yitmiş bir hiç olduğunu bilirsin ve bu enginlik kördür, zorbadır, seni yutmaya ve yuttuktan hemen sonra da unutmaya hazırdır. İşte o zaman anne ve babana, seni sarmalayan battaniyeye, bir an için sana sağlammış gibi gelen o adımlara güven duyarsın.

Bu güven, senin tek çapandır. Yıllar sonra, gerçeklik sana bunun tam tersini kanıtladığı zaman bile buna inanacaksın. İnanmak zorundasın, elinden başka türlüsü gelmez; çünkü senin anlamının kökleri, ailenin topraklarına gömülüdür. Ne olursa olsun, senin varoluş nedenin onlardır. Hangi nedenle seni korumayacaklar ki? Hayatımın ilk evi kare biçiminde, asık suratlı beton bir apartmanda yer alıyordu. Savaşın bitiminin hemen ardından, bombalarca yıkılmış bir başka yapının –yani çaresizlik ve ölümün– üzerine aceleyle yapılmış bu apartman hemen genç ve yeni evli çiftlerce paylaşılmıştı. Küçük apartmanımızın çevresinde çok daha eski yapılar, bakımsız bahçeler bulunuyordu ve mutfak balkonundan deniz görünüyordu. Savaş sonrasının pek çok anne ve babası gibi benimkiler de çok gençtiler. Yuva kurmak, dünyaya bebekler getirmek, o yılların neredeyse biyolojik bir buyruğu gibiydi. Son bombardımanda annem, doğduğu villayı ve villayla beraber çok sevdiği köpeğini yitirmişti. Babamsa neredeyse ergenlik yaşında Almanlarca esir edilmiş ve bir çalışma kampına götürülmüştü. Bütün bunlar geride kalmıştı; geride kalmak zorundaydı. Ekonomik patlamanın parlak günleri onları bekliyordu. Televizyon ufukta görünmüştü, bazı komşularımızın şimdiden birer çamaşır makinesi vardı. Neşeli bir ses radyoda “Kanada’da Bir Ev” şarkısını söylüyor, sobada yakılan kömür eve at arabasıyla getiriliyordu.

Sona ereli henüz üç yıl olan Amerikan işgali, kentte dizginlenemeyen bir caz müziği tutkusu bırakmıştı. Oturduğumuz daire bütün gün güneş alıyordu ve yazları mutfak ve odalar birer fırına döndüğünde annem balkona ağır, yeşil perdeler asıyordu. Ev adeta bir akvaryum ışığında dalgalanırken bizler de içinde şaşkın balıklar gibi yüzüyorduk. Işık! Annemleri, hiç de çekici olmayan o evi seçmeye iten neden belki de buydu. Işık ve hayat, eşit adımlarla ilerliyordu. Işık her şeyi pırıl pırıl gösteriyordu; evlatlar, geleceğe fırlatılmış birer zıpkındı. Işık; çünkü geride sadece karanlık vardı. “Karanlık” yazıyorum ama o anda bunun doğru sözcük olmadığını fark ediyorum. Karanlıkta bir lamba yakılabilir, karanlıkta ansızın ve iyi niyetli yıldızlar belirebilir. Onların arkalarında bıraktıkları karanlık değil ziårî karanlıktı. Savaş, kıyımlar, ölümler, katliamlar… Bunların tümü onları çevreleyen günlerin zaman-mekânında yaşanmıştı. Evimizin bir kilometre ötesinde, İtalya’da kurulan tek Nazi toplama kampı olan Risiera di San Sabba’nın hâlâ sıcak duvarları yükseliyordu; kentin çevresindeki tepelere gönderilen insanlar Yugoslav işgalinden sonra çukurlarda kalan cansız bedenleri toplamaya uğraşıyorlardı. Bombardıman sırasında insanların canlarını kurtarmak için yönelecekleri noktaları gösteren “Güvenlik Çıkışı” yazısı pek çok yapının üzerinde duruyordu. O zamanlar, güvenlik çıkışı insanların önlerinde uzanırmış gibi görünen Amerikan tarzı bir hayat anlamına geliyordu; ilerleme, barış ve refah bu yolun hedeýeriydi. Korkularından, kırılganlıklarından, yaşamış olduklarından ve bir daha yaşamak istemediklerinden kurtulmak için “Güvenlik Çıkışı”na yöneliyorlardı.

O zamana kadar büyük t ile yazılan Tarih kendini kabul ettirmeye çalışmıştı. Bu andan sonra kendi küçük tarihleriyle Büyük Tarih’i alt etmeyi umuyorlardı. Sıradanlığın, ilerleyen hayatın, sakin önemsizliğin öyküsü, ziårî karanlığı bir köşeye itiyor, zarar vermemesi için bastırıyordu. Annem ve babam çok gençtiler, son derece saftılar. Bir çocuğun, geleceğe fırlatılmış bir zıpkın değil de tekneye çekildiğinde geçmiş denen dipte kalan süprüntüyü de beraberinde getirmiş bir çapa olabileceği kuşkusunu hiç taşımıyorlardı. Yeni doğan bir bebeğin gözlerini gerçek anlamıyla incelemeye hiç zamanları olmamıştı. İri, fal taşı gibi açık, sorgulayan bakışlarımı görmemişlerdi. Hep gergin, hep dinlemeye açık yelken kulaklarımı fark etmemişlerdi. Ben, dünyanın en ufak bir çıtırtısını bile algılayabilen anten/kulaklara, radar/kulaklara sahiptim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir