Dan Brown – Kayıp Sembol

Dan Brown. Da Vinci Şifresi, Melekler ve Şeytanlar’dan sonra Kayıp Sembolde insanlığın yüzyıllardır beklediği bir gerçeğin peşinde… Harvard Simgebilim Profesörü Robert Langdon, Kongre Binası’nda konferans vermesi için yakın bir arkadaşından davet alır. Ancak, Washington’a varır varmaz oldukça garip bir durumla karşı karşıya kalan profesör, kendini korkunç bir oyunun ortasında bulur. Kongre Binası’na bırakılmış olan bir sembolün -yakın arkadaşı Peter Solomon’ın kesik elivarlığını haber veren bir telefon, Langdon’ı hiç de yabancısı olmadığı bir dünyaya davet etmektedir. Antikçağlarda kullanılan bu sembolik çağrı, daveti alan kişiyi ezoterik bilgeliğin hüküm sürdüğü, çok eskilerde kalmış kayıp bir dünyaya sürükleyecektir. Sonu belli olmayan bu mistik daveti arkadaşını kurtarmak için kabul eden Langdon, bir anda masonik sırların, saklı kalmış tarihin ve o güne dek görmediği yerlerin gizli dünyasında inanılmaz bir gerçekle yüzleşmek zorunda kalır. Artık cevaplanması gereken sorular vardır: İnsanlığın Altın Çağı, açılmaması gereken bir kapının aralığından sırlarıyla birlikte yok mu olacak, yoksa hikmetin ışığında tüm soruların cevapları mı bulunacaktır?… İşin sırrı ölümün nasıl olduğu… Zamanın başlangıcından bu yana sır, ölümün nasıl olacağıydı. Otuz dört yaşındaki üye, bakışlarını avcunda tuttuğu insan kafatasına indirdi. Bir kâse gibi çukur olan kafatası, kan kırmızısı şarapla doldurulmuştu. Kendi kendine iç, dedi. Korkacak bir şey yok. Gelenek olduğu gibi yolculuğuna; üzerinde çıplak göğsünü gösteren ve sağ kolu dirseğe kadar kıvrılmış bol bir gömlek ve sol bacağı dize kadar sıvanmış bir pantolonla darağacına götürülen bir ortaçağ kâfirini tasvir eden rituel kıyafetiyle başlamıştı. Boynuna geçirilmiş kalın bir ip yere kadar sarkıyordu, yani kardeşlerin deyimiyle “cable-tow{5}”. Ama bu akşam şahitlik eden diğer kardeşler gibi o da usta kıyafetleri içindeydi. Etrafını çevreleyen kardeşler topluluğu koyun derisi önlükleri, kordonları ve beyaz eldivenleriyle loca kıyafetlerini giyinmişlerdi.


Boyunlarında, loş ışıkta hayalet gözleri gibi parlayan tören madalyonları asılıydı. Bu adamların pek çoğu gerçek yaşamlarında önemli mevkilere sahiptiler, ama üye, onların dünyevi mevkilerinin bu duvarların arasında hiçbir şey ifade etmediğini biliyordu. Burada herkes eşitti, hepsi de gizemli bir bağı paylaşan yeminli kardeşlerdi. Üye, ürkütücü topluluğa göz gezdirirken, bu adamların bir yerde, hem de böyle bir yerde toplanacağına dışarıdaki dünyadan kimlerin inanacağını merak etti. Bu oda, antik dünyanın mabetlerini andırıyordu. Ama gerçek daha da garipti. Beyaz Saray’dan birkaç blok ötedeyim. Washington D.C., 1733 16. Sokak Kuzeybatı adresindeki devasa yapı, Hıristiyanlık öncesi tapınakların bir kopyasıydı; Kral Mausollus’un tapınağı, orijinal mozole… ölümden sonra götürülen yer. Ana girişin dışında, on yedi tonluk iki sfenks, bronz kapılara bekçilik ediyordu. İçerisi ise tören odaları, koridorlar, mühürlü mahzenler, kütüphaneler ve hatta duvara yapılmış niş benzeri bir bölmede yatan iki cesedin bulunduğu gösterişli bir labirentten oluşuyordu. Üyeye bu binadaki her odanın bir sırrı sakladığı söylenmişti, ama o hiçbir odanın, şu anda avcundaki kafatasıyla diz çöktüğü bu dev salondan daha derin bir sırrı saklamadığını biliyordu. Mabet Odası.

Burası kusursuz ölçülerde yapılmış kare şeklinde bir odaydı ve mağarayı andırıyordu. Yeşil granitten yekpare kolonların taşıdığı tavan, yerden otuz metre yüksekteydi. Domuz derisiyle koyu ceviz ağacından el yapımı sıralar odayı çevrelemişti. On metre uzunluğundaki bir taht batı duvarına hâkimdi, karşısındaysa gizlenmiş bir kilise orgu duruyordu. Duvarlar; Mısır’la, İbrani kültürüyle, astronomiyle, simyayla ve bilinmeyen pek çok şeyle ilgili antik sembollerden oluşan bir kaleydoskoptu…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir