Mihail Bulgakov – Genç Bir Doktorun Anıları

At üstünde ıssız köy yollarından hiç geçmemiş birine anlatacak bir şeyim yok; ne de olsa anlamayacak bununla ilgili anlatacaklarımı. Geçene de hatırlatmayı hiç istemem. Kısa ke yola çıktık. Güya arabayla gidiyoruz… Aman ya Rabbi! Yayan daha hızlı giderdik. Arabanın bir tekeri çukura saplanıyor, diğeri havada kalıyor, bavul ayaklarımın üstüne düştü. Küt… Önce bir yana, sonra öbür yana, sonra bir ön tarafa bir geriye doğru sarsılıyoruz. Yağmur hiç durmamacasına çiseliyor, kemiklerime kadar buz kestim. Gri, sevimsiz bir eylül ayının ortasında insanın sert bir kışın ortasındaki kadar üşüyebileceğini söyleseler inanır mıydım hiç?! Ah, üşüyormuş demek. Hem de ecelin yavaş yavaş yaklaşırken, hep aynı şeylere bakıyormuşsun. Sağda bomboş, engebeli tarlalar, solda kavruk ağaçlardan bir koru, korunun yakınlarında da rengi solmuş, yıkık dökük beş altı baraka. Herhalde içlerinde de kimsecikler yok. Her yerde sessizlik, sessizlik…” Bavul sonunda pes etmişti. Arabacı üzerine atılıp bavulu bana doğru itti. Sapından tutayım dedim, ama elim bir faaliyet göstermeyi reddediyordu. Sonra da tıkış tıkış kitapla ve her türlü ıvır zıvırla dolu şişkin, kaba şey çat diye bacaklarıma çarparak otların üzerine düşüverdi.


“Bey, bir şeyin…” diye başladı arabacı korkuyla, ama ben hiç tepki göstermedim. Umurumda değildi, çünkü bacaklarım hissizleşmişti artık. “Hey, kimse var mı? Hey!” diye bağırıyor, horoz gibi kanat çırparcasına kollarını sallıyordu arabacı. “Hey, doktoru getirdim!” Sağlık memurunun evinin karanlık camlarında yüzler belirdi, pencerelere yapıştılar. Bir kapı çarptı ve hemen sonra eski püskü paltolu, çizmeli bir adamın otların üzerinden aksak adımlarla bana doğru geldiğini gördüm. Acele ve saygıyla kasketini çıkardı, koşar adım geldi ve iki adım ötemde durdu, her nedense utangaç bir gülümseme ve boğuk bir sesle selamladı beni: “Merhaba, doktor yoldaş.” “Siz de kimsiniz?” diye sordum. “Bendeniz Yegorıç,” diye kendini takdim etti adam, “buranın bekçisiyim. Ne zamandır sizi bekliyoruz…” Hemen tuttuğu gibi omzuna yüklendi bavulu ve götürdü. Ben de topallaya topallaya peşinden gittim, giderken de cüzdanımı çıkartmak için elimi pantolonumun cebine atmaya çalışıyordum, ama başarılı olamamıştım. İnsanın aslında pek az şeye ihtiyacı vardır ve ateş, bu ihtiyaçların en başında gelir. Henüz Moskova’dayken hatırlıyorum da, ücra Muryevo’ya doğru yola koyulurken ağırbaşlı davranacağıma dair söz vermiştim kendi kendime. Genç görünüşüm daha ilk adımlarda hayatı zehir etmişti bana. Herkese kendimi tanıtmak zorunda kalıyordum: “Doktor falanca.” Ve her gelen de kaşlarını kaldırıp muhakkak şöyle diyordu: “Öyle mi? Ben sizin daha öğrenci olduğunuzu düşünmüştüm.

” “Hayır, okulu bitirdim,” diye somurtarak cevap veriyor ve “Gözlük takmam gerekiyor işte,” diye düşünüyordum. Fakat gözlük takmanın bir manası yoktu, gözlerim son derece keskindi ve günlük yaşamın deneyimleri gözlerimin berraklığını karartmamıştı henüz. Kendimi artık sıradan hale gelen, anlayışlı ve şefkatli gülümsemelerden koruma şansını gözlükle yakalayamayınca, kendime has, saygı uyandıran bir davranış biçimi geliştirmeye çalışmıştım. Ölçülü ve ciddi konuşmaya, fevri hareketlerden mümkün olduğunca uzak durmaya, üniversite mezunu yirmi üç yaşındaki insanlar gibi koşuşturmak yerine yürümeye gayret ediyordum. Onca yılın ardından şimdi geriye baktığımda, bunların hiçbirinin iyi sonuç vermediğini görüyorum. Yazılı olmayan bu davranış kurallarımı o anda bizzat çiğniyordum. Ateşin başında büzülmüş bir halde, ayağımda çoraplarla oturuyordum; bana tahsis edilmiş odanın bir köşesinde falan değil, mutfakta oturuyordum; ocakta yanan huş ağacı odunlarına ateşe tapanlar gibi şevk ve tutkuyla uzanmış bir halde oturuyordum. Solumda ters çevrilmiş, üzerinde çizmelerimin durduğu banyo leğeni; botlarımın yanında da tüyleri yolunmuş, boynu kan içinde bir horoz, horozun yanında ise bir yığın halinde renk renk tüyleri duruyordu. Aslında soğuktan kaskatı kesilmiş bir haldeyken bile hayati önem taşıyan bir dizi işi halletmeyi becerebiliyordum. Yegorıç’ın karısı, sivri burunlu Aksinya’nın aşçım olmasını onaylamıştım. Bu yüzden horoz onun ellerinde can vermişti ve benim de onu yemem gerekiyordu. Herkesle tanışmıştım. Sağlık memurunun adı Demyan Lukiç, ebelerin adları Pelageya Ivanovna ve Anna Nikolayevna’ydı. Hastaneyi de iyice gezip ekipman açısından oldukça zengin olduğuna kuşku götürmeyecek şekilde ikna olmuştum. Ayrıca yine birçoğu hâlâ yepyeni ve gıcır gıcır olan aletlerin ne işe yaradığını bilmediğimi itiraf etmek zorunda kalmıştım (elbette içimden).

Hiçbirini bir kez elime almışlığım, hatta açık açık itiraf ediyorum, görmüşlüğüm bile yoktu. “Hmm,” diye mırıldandım anlamlı anlamlı, “fevkalade aletleriniz var… Hmm…” “Öyledir efendim,” dedi Demyan Lukiç nazikçe, “hepsi selefiniz Leopold Leopoldoviç’in çabaları sayesinde. Kendisi sabahtan akşama değin ameliyat yapardı.” İşte o an soğuk bir ter bastı ve aynalı parlak dolaplara bakındım hüzünlü hüzünlü. Ardından boş odaları gezdik ve bu odaların kırk kişiyi rahatlıkla alabileceğine kanaat getirdim. Demyan Lukiç, “Leopold Leopoldoviç’in bazen elli tane yataklı hastası olurdu,” diyerek beni rahatlatırken, ağarmış saçlarını örerek bir taç haline getirmiş olan Anna Nikolayevna da “Siz doktor, öyle genç, öyle genç görünüyorsunuz ki… Son derece şaşırtıcı. Öğrenciye benziyorsunuz,” dedi. “Hay kahretsin, sanki anlaşmışlar gibi yahu!” diye düşündüm ve dişlerimin arasından boğuk bir sesle homurdandım: “Hmm, hayır, ben… yani ben… evet, genç…” Sonra aşağıya, eczaneye indik ve iner inmez gördüm ki içinde yok yoktu. Karanlık iki odada şifalı otların keskin kokuları duyuluyordu ve raflarda aklınıza gelebilecek her şey vardı. Bazı yurtdışı patentli, belirtmeye gerek var mı bilmiyorum, haklarında hiçbir şey duymadığım ilaçlar bile vardı. “Leopold Leopoldoviç getirtti onları,” diye belirtti Pelageya İvanovna kibirli bir edayla. “Basbayağı dâhiymiş bu Leopold Leopoldoviç,” diye düşündüm ve sessiz Muryevo’yu bırakıp giden gizemli Leopold’ü takdir ettim. İnsanın ateş dışında bir de çevresine alışmaya ihtiyacı vardır. Horozu yiyeli bayağı olmuştu, Yegorıç şiltemi samanla doldurmuş, üzerine de bir çarşaf geçirmişti. Kalacağım odada bir lamba yanıyordu.

Oturmuş, büyülenmişçesine şu efsane Leopold’ün üçüncü eserine, tıkabasa kitapla dolu raflara bakıyordum. Şöyle üstünkörü baktığımda bile sadece Rusça ve Almanca neredeyse otuz cilt cerrahi elkitabı saydım. Ya dahiliye kitapları! Ya o ciltli tuhaf atlaslara ne demeli! Akşam çöküyor ve ben yerime alışıyordum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3 Yorum

Yorum Ekle
  1. kitap müthiş

  2. dizinin esinlendiği öyküdür galiba kendisi
    (A Young Doctors Notebook)
    izlemedim izleyin izleyelim :/