Stephen King – Çılgınlığın Ötesi

Uğursuz Öpücükler Bir köşeye oturmuş, ciğerlerine havayı çekmeye çalışıyordu. Birkaç dakika önce odada bol hava varken, şimdi hiç kalmamış gibiydi. Sanki çok uzaklardan gelen, «vup vup»a benzeyen hafif bir ses duyuyordu. Ama bu sesi, boğazından geçerek ciğerlerine inen, sonra da tekrar dışarı fışkıran havanın çıkardığını biliyordu. Telaşla, kesik kesik solurken oluyordu böyle. Öyleyken, oturma odasının köşesinde kendini boğuluyormuş gibi hissetmesine çare olmuyordu. Kocası eve geldiği sırada okumakta olduğu karton kaplı kitaptan geride kalan yırtık kâğıtlara dikmişti gözlerini. Ama bütün bunlara pek aldırdığı yoktu. Canınız feci halde yanarken solunum gibi önemsiz konularla ilgilenemezdiniz. Ya da içinize çektiğiniz havanın aslında hava olmamasına. Can acısı kadını yutmuştu sanki. O kutsal asker kaçağı Yunus’u balinanın yutması gibi. Istırap gövdesinin ortasında bir yerde, derinlerde, zehirli bir şimşek gibi çakıyordu. Bu geceye kadar o yerde büyümekte olan yeni bir şeyin sessiz varlığı vardı. O ana dek böylesine bir acı varolmamıştı.


Ya da böyle bir şeyi anımsamıyordu. Hatta on üç yaşında bisikletle dolaşırken bir çukurdan kaçmak için didonu çevirdiği ve kafasını asfalta vurduğunda bile böyle bir acı duymamıştı. Kafasındaki yara tam on üç dikiş boyunday- — 7 di hem de. O olaydan hatırladığı sadece ışıltılı, ani bir acıydı. Bunu yıldızlarla dolu bir karanlık izlemişti. Aslında kısa bir süre bayılmıştı, ama o can acısı şimdiki ıstıraba hiç benzemiyordu. Bu müthiş acıya. Karnına dayadığı elinin altındaki şey de ete benzemiyordu artık. Sanki karnındaki bir fermuarı açmış ve canlı bebeğinin yerine kızgın bir kaya parçası yerleştirmişlerdi. Tanrım, diye düşündü. Lütfen. Bebeğime bir şey olmasın. Ama şimdi, sonunda biraz daha rahatlıkla solumaya başlarken bebeğinin durumunun hiç de iyi olmadığını anladı. Bir kadın dört aylık hamileyken bebeği kendisinden çok annesinin bir parçası gibiydi. Ve sen, saçların terli yanaklarına tel tel yapışmış bir halde köşede oturu-yorsan ve sana sanki sıcak bir kayayı yutmuşun gibi geliyorsa… Bir şey bacaklarının içine kaygan ve uğursuz öpücükler konduruyordu.

«Hayır,» diye fısıldadı. «Hayır! Ah, sevgili Tanrım, hayır. Ulu Tanrım, güzel Tanrım, sevgili Tanrım, hayır.» Sonra içinden, Lütfen bu ter olsun. Lütfen ter olsun, diye yakardı. Ya da belki de donuma işedim. Bana üçüncü defa vurduğu zaman canım o kadar yandı ki, altıma işedim ama bunun farkına bile varmadım. Evet, tamam, böyle olmalı… Ama ne terdi, ne de çiş. Kandı. Oturma odasının köşesinde oturmuş, parçalanmış kitabının kanepedeki yarısına bakıyordu. Diğer yarısı ise sigara masasının altındaydı. Ve rahmi o ana dek yakınmadan ve sorun çıkarmadan taşıdığı bebeği kusmak üzereydi. «Hayır…» diye inledi. «Hayır. Ah Tanrım, lütfen böyle olmadığını söyle.

» Kocasının gölgesini görebiliyordu. Bu siluet bir mısır tarlasındaki korkuluk ya da asılmış bir adamın gölgesi gibi upuzun ve çarpıktı. Oturma odasından mutfağa açılan kemerin duvarında oynayıp eğiliyordu. Kadın onun gölge-kulağına bastırdığı gölge-alıcıyı ve büklüm büklüm uzun gölge-kordonu görebiliyordu. Hatta gölge-parmaklarıyla kıvrımları açıp öyle tuttuğunu, sonra da bıraktığını bile. Kordon yine eskisi gibi kıvrılıyordu. Bu tıpkı insanın kurtulamadığı kötü bir alışkanlığa benziyordu. 8 — Önce, polisi çağırıyor, diye düşündü. Tabii bu saçmaydı. Kocası polisti zaten. Adam, «Tabii acil bir durum,» diyordu. «Kahretsin, tabii ki öyle, güzelim! Karım hamile.» Karşıdakinin söylediklerini dinlerken kordonu parmaklarının arasından kaydırdı. Tekrar konuşmaya başladığında sesi öfkeliydi. Sesindeki bu hırçınlık kadının yeniden dehşete kapılmasına neden oldu.

Ağzında şimdi çelik tadı vardı. Ah, ona kim karşı gelebilir, kim itiraz edebilir? Kim bunu yapacak kadar aptal olabilir? Ah, onu tanımayan biri tabii. Onu benim kadar tanımayan biri. «Karımı elbette kımıldatmayacağım. Benim aptal olduğumu mu sanıyorsunuz?» Kadın parmaklarını usulca giysisinin altına sokarak bacaklarından yukarıya, sıcak bir sıvıyla ıslanmış olan pamuklu külotuna kadar kaydırdı. Lütfen, diye yalvardı. Lütfen parmaklarıma bulaşan sıvı berrak olsun. Tanrım, lütfen! Lütfen, sıvı berrak olsun. Ne çare ki, parmaklarını giysisinin altından çıkarınca uçlarının kanlanmış olduğunu gördü. Parmaklarına bakarken korkunç bir kramp bütün vücudunu sarstı. Sanki gövdesine bir demir testeresi saplanmıştı. Gırtlağından kopan çığlığı engellemek için dişlerini sıktı. Bu evde çığlık atmaması gerektiğini çok iyi biliyordu. «Bırakın bu palavraları artık. Sadece buraya gelin! Hemen!» Adamın duvardaki gölgesi irileşip kaydı.

Kadın sonra onun kemerin altında durduğunu gördü. Yakışıklı yüzü kızarmıştı. Ona bakıyordu. Gözleri bir kır yolunun kenarında ışıldayan cam parçaları kadar ifadesizdi. «Şuna bir bak!» Adam ellerini öne uzattı, sonra da hafif bir gürültüyle iki yanına bıraktı. «Şu pisliğe bir bak!» Kadın da elini ona doğru uzatarak parmaklarının ucundaki kanları gösterdi. Kocasını ancak bu kadar suçlayabilirdi. «Biliyorum,» dedi adam. Durumu bilmesi her şeyi açıklıyormuş gibi konuşmuştu; sanki olayı anlaşılabilecek mantıklı bir hale sokuyordu. Dönüp yırttığı karton kaplı kitaba dik dik baktı. Kanepedeki parçayı aldı, sonra sigara masasının altındakini almak için eğildi. Kocası doğ-rulurken kadın kapağı gördü. Bir geminin burnunda duran beyaz elbiseli bir.kadının resmi vardı. Saçları rüzgârda belirgin bir biçimde geri-__g__ ye doğru uçuyor, kadife gibi omuzları ortaya çıkıyordu.

Kitabın adı, Mi-seıy’nin Yolculuğu parlak kırmızı yaldızla yazılmıştı. Adam, «İşte dert bu,» diyerek kitabın parçasını karısına doğru salladı. Yere çişini yapan bir köpek yavrusuna rulo halindeki gazeteyi sallayan bir adam gibi. «Sana kaç defa böyle süprüntüler konusundaki fikrimi söyledim.» Aslında bu sorunun cevabı, «hiçbir zaman»dı. Oysa kadın gerçeği biliyordu. Kocası eve geldiği zaman televizyonda haberleri izliyor, adamın gömleğine düğme dikiyor ya da kanepede uyukluyor olabilirdi. Ama sonunda yine de bu köşede oturur ve çocuğunu düşürürdü. Kocası kötü günler geçiriyor, VVendy Yarrow adlı bir kadın onun canını sıkıyordu. Ve Norman sıkıldığı zamanlar bu servetini başkalarıyla da paylaşırdı. Kadın ne yaparsa yapsın kocası ona yine, «Sana kaç defa böyle süprüntüler konusundaki fikrimi söyledim?» diye bağıracaktı. Sonra da onu yumruklamaya başlamadan önce, «Seninle konuşmak istiyorum, hayatım,» diyecekti. «Şöyle iyice yakından.» Kadın, «Anlamıyor musun?» diye fısıldadı. «Bebeği kaybetmek üzereyim.

» O zaman inanılmayacak bir şey oldu ve Norman güldü. «Bir bebeğin daha olur.» Sanki dondurma külahını düşürmüş olan bir çocuğu avutuyordu. Sonra yırttığı kitabı alıp mutfağa gitti, herhalde çöp tenekesine atacaktı. Kadın, Seni aşağılık köpek, diye aklından geçirdi farkında olmadan. Kramplar yine, başlamıştı. Ancak bir tek kramp değildi, birbirini izliyordu. İçine korkunç böcekler doluyor gibiydi. Başını arkaya atarak inledi. Seni aşağılık köpek. Senden öyle nefret ediyorum ki! Norman geri dönüp kemerin altından geçerek karısına doğru geldi. Kadın ayaklarını pedal çevirir gibi oynatarak geriledi; duvarın içine girmeye çalışıyor, kocasına dehşet dolu gözlerle bakıyordu. Bir an Norman’ın onu bu kez öldüreceğine kesinlikle inandı. Artık sadece canını yakmayacak ya da çok uzun zamandan beri istediği bebeği çalmayacaktı. Bu sefer onu gerçekten öldürecekti.

Norman başını eğmiş, iki elini yanlarına bırakmış ona doğru gelirken, bacaklarının üst kısmındaki kaslar oynuyordu. Görünüşünde insanca olmayan bir şeyler vardı. Çocuklar kocası gibiler için bir sözcük kullanırdı. Norman ellerini kollarının ucunda etten sarkaç gibi sallar ve başını eğerek ona doğru — 10 —gelirken kadın bu adı anımsadı. Çünkü kocası o anda bu hayvana benziyordu. Bir«boğa»ya. Kadın inliyor, başını sallıyor ve ayaklarını pedal çevirir gibi oynatıyordu. Ayağındaki mokasenlerden biri çıkıp yerde yanlamasına durdu. Ve yine o müthiş acı. Kramplar eski, paslı dişieri olan çıpalar gibi karnına batıyordu. Daha fazla kan aktığını hissediyor ama ayaklarını oynatmaktan kendini alamıyordu. Kocası bu haldeyken kadının gözüne korkunç bir boşluk gibi görünürdü. Norman karısının başına dikilerek yorgun yorgun kafasını salladı. Sonra da çömelip kollarını vücudunun altına kaydırdı. Kadını kaldırmak için dizlerini iyice bükerken, «Sana zarar vermeyeceğim,» dedi.

«Onun için kaz gibi davranmaktan vazgeç.» Kadın, «Kanamam var,» diye fısıldadı. Norman’ın telefonda konuştuğu kişiye, «Karımı tabii kımıldatmayacağım,» dediğini hatırlıyordu. «TaM kımıldatmayacağım.» Norman, «Evet, biliyorum,» dedi ilgisizce. Odada durmuş uygun bir kaza yeri seçmek için etrafına bakmıyordu. Kadın onun kafasının içindeymişçesine ne düşündüğünü biliyordu. «Kaygılanma, kanama durur. Onlar durdururlar.» Kadın içinden, Bebeğin düşmesini de durduracaklar mı? diye feryat etti. Kocasının zihninden geçenleri okuyabiliyordu ama adamın da aynı şeyi yapabileceği aklına gelmiyordu. Norman’ın ona ne kadar dikkatle baktığının farkında değildi. Kadın yine düşüncelerinin geri kalan kısmını duymamaya çalıştı. Senden nefret ediyorum. Nefret ediyorum.

Norman onu kucağında merdivene doğru götürüp alt basamağın önüne yerleştirdi. Sanki çok ilgileniyormuş gibi, «Rahat mısın?» diye sordu. Kadın gözlerini yumdu. Artık kocasına bakmayacaktı. Şu anda hiç bakamayacaktı. Bakarsa çıldıracağından emindi. Norman karısı cevap vermiş gibi, «İyi,» dedi. Kadın gözlerini açtığında adamın yüzünde bazen beliren o ifadenin olduğunu gördü. Dalgın bir ifade. Sanki kafası uçup gitmiş, vücudunu geride bırakmıştı. Kadın kendi kendine, Bıçağım olsaydı onu öldürürdüm, dedi. Ama bu da yine değil üzerinde durmak, farketmek bile istemediği bir düşünceydi. Yalnızca derin bir yankıydı. Belki de kocasının deliliğinin bir yansıması. Mağaradaki bir yarasanın kanat sesi kadar hafif bir şey.

Sonra Norman’ın yüzü birdenbire yeniden canlandı. Ayağa kalkarken dizleri çatırdadı. Gömleğinde kan olup olmadığını anlamak için eğilip baktı, yoktu. Karısının yığıldığı o köşeye bir göz attı. Orada kan vardı. Birkaç damla, birkaç leke. Kadından şimdi yine kan geliyordu. Daha çok ve daha hızlı. O da bu kanın hırslı sıcaklığını hissediyordu adeta. Şarıl şarıl akıyordu kan. Norman tâ başından beri yabancıyı, yaşadığı küçücük apartmandan dışarı atmayı istemiş gibi. Sanki kadının kendi kanı bile kocasının tarafını tutuyordu. O hangi çılgın taraf-sa… Ah, ne korkunç bir düşünceydi! Norman yine mutfağa gidip orada beş dakika kadar kaldı. Kadın bebeği düşürdüğü sırada kocasının orada dolaştığını işitti. Sancı doruk noktasına erişti, sonra sıvıların püskürmesiyle sona erdi.

Kadın sıvının sesini hem duydu, hem de hissetti. Sanki kendini birdenbire sıcak, koyu kıvamda bir sıvıyla dolu o küçük banyo küvetlerinden birinde bulmuştu. Kanlı bir salçanın içinde gibiydi. Buzdolabının kapısı açılıp kapanırken Norman’ın uzamış gölgesi yine kemere vurdu. Adam sonra bir dolabı açıp kapattı. Kadın hafif gıcırtıdan bunun evyenin altındaki dolap olduğunu anladı. Musluktan su akmaya başladı. Norman şimdi bir şarkı mırıldanıyordu. Kadın bebeği vücudunu terkederken bunun, «Bir Erkek Bir Kadını Sevdiği Zaman» adlı parça olabileceğini düşündü. Ada/n kemerin altından çıktığı sırada elinde bir sandviç vardı. Tabii ona akşam yemeği henüz verilmemişti ve açtı. Norman diğer elinde evyenin altındaki sepette bulduğu ıslak bezi tutuyordu. Kadının-karnına şiddetli üç yumruk yedikten sonra sendeleyerek kendini attığı köşede çömeldi. O yumruklar… küt, küt, küt, hoşçakal, yabancı! Bezle kan damlaları ve lekeleri silmeye başladı. Ama daha fazla kan ve diğer şeyler burada, kadının yattığı yerde olacaktı.

Tam Norman’ın istediği yerde. Yeri silerken bir yandan da sandviçini yedi. Kadına iki dilimin arasına koyduğu et kızarmış domuzdan kalan parçalarmış gibi geldi. O etleri cumartesi gecesi şehriyeyle pişirmeyi planlamıştı. Televizyonun karşısında oturup erken haber bültenini izlerken rahatlıkla yiyebilecekleri bir yemek.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir