Stephen King – Yüzyılın Fırtınası

Yazarın Notu “Uzantı”, New England kıyılarındaki bir ada ile anakara arasında kalan sahile verilen addır. Körfezin bir ucu-uzantının iki ucu açıktır. Little Tall Adası (hayali) ve Machias (gerçek) arasındaki uzantının iki mil kadar olduğu varsayılabilir. Önsöz . Çoğunlukla, bir öykünün fikrini nereden aldığımı, öyküyü hangi olaylar bileşiminin (daha çok sıradan) başlattığını bilirim. Mesela, O’nun (Đt) oluşumu, bir köprüden geçişim sırasında, botlarımın topuk seslerini dinleyerek “Üç Huysuz Keçi”yi düşünmem sayesinde gerçekleşmiştir. Kujo olayında ise huysuz bir Saint Bernard bana esin kaynağı olmuştur. “Hayvan Mezarlığı” ise kızımın çok sevdiği kedisinin (Smucky) evimizin yakınındaki anayolda, bir arabanın altında kalmasından doğmuştur. Ancak bazen, belirli bir roman veya öyküye nasıl ulaştığımı kesinlikle haturlayamam. Bu durumlarda öykünün tohumu, bir fikirden çok bir görüntüdür; çevredeki köpekleri çağıran ultrasonik ıslıklar gibi, karakterleri ve olayları çağıracak kadar güçlü bir zihinsel fotoğrafa benzer. Bunlar, en azından benim için, gerçek yaratıcı gizemlerdir: Gerçeğe dayanmayan, var olmayan, kendi kendine ortaya çıkan öyküler. Yeşil Yol, hücresinde durup eski bir madeni el arabasında şeker ve sigara satan tutuklunun yaklaşmasını izleyen çok iri, siyah bir adamın görüntüsüyle başladı. Yüzyılın Fırtınası da bir hapishane görüntüsü ile açıldı. Hücresindeki ranzada ayaklarını toplamış, kollan dizlerinin üstünde, gözlerini kırpmadan oturan bir adam. Bu, Cohn Coffey gibi nazik ve iyi bir adam değildi; çok kötüydü.


Belki de bir insan bile değildi. Her aklıma geldiğinde, araba kullanırken, göz doktorunun ofisinde göz bebeklerimin büyütülmesini beklerken, en kötüsü de gece yatağımda uyanık yatarken biraz daha ürkütücü oluyordu. Hâlâ orada, ranzasında, kımıldamadan, ama biraz daha ürkütücü. Daha az insana ve daha fazla… işte, altında her ne varsa ona benzeyerek. Öykü gitgide adamdan veya her neyse ondan süzülmeye başladı. Adam bir ranzada oturuyordu. Ranza bir hücredeydi. Hücre benim bazen ‘Dolores Claiborne’un Adası’ diye düşündüğüm Little Tali Adası’ndaki bir büyük marketin arka tarafındaydı. Neden bir marketin arka tarafında? Çünkü Little Tall’daki kadar küçük toplumu olan bir yerin karakola değil, gürültücü bir sarhoşla, ya da karısına yumruklarla girişen bir balıkçı gibi pisliklerle uğraşmak için yarım günlük bir polis memuruna gereksinimi vardı. Bu memur kim olabilirdi? Mike Anderson pek tabii ki, Anderson Marketi’nin sahibi ve işletmecisi. Oldukça iyi bir adam, sarhoşlarla ve körü huylu balıkçılarla başa çıkar… ama ya gerçekten kötü bir şey çıkarsa ortaya? Mesela Exorcist’te Regan’ı ele geçiren şeytan kadar kötü, habis bir şey? Mike Anderson’un hemen orada, kaynak yapılmış hücresinde dışarıya bakarak oturup bekleyen bir şey?… Neyi bekleyerek? Neyi olacak, fırtınayı tabii. Yüzyılın fırtınasını. Little Tali Adası’nı karadan ayırıp tamamen kendi olanaklarına terk edecek kadar güçlü bir fırtına. Kar güzeldir; kar öldürücüdür; kar aynı zamanda bir duvaktır, sihirbazın el çabukluğunu gizlemek için kullandığına benzer. Dünyayla ilgisi kesilmiş, kar tarafından gizlenmiş hücredeki öcüm (artık onu resmi adıyla tanımaya başlamıştım bile; Andre Linoge) büyük zarar verebilirdi.

En fenası, belki de, ayaklarını toplamış bir şekilde, kollan dizlerinin üzerinde oturduğu o ranzayı hiç terk etmeden. Düşüncelerimde bu noktaya 1996’nın Ekim veya Kasım’ında varmıştım; bir hapishane hücresinde kötü bir adam (hatta belki de insan kılığında bir canavar), 1970 ortalarında kuzeydoğu koridorunu felç etmiş olandan daha büyük bir fırtına ve kendi olanaklarıyla yaşamaya bırakılmış bir topluluk. Bütün bir topluluğu yaratmaktan gözüm korkuyordu (böyle bir şeyi iki romanda yapmıştım -Korku Ağı ve Ruhlar Dükkânı- ve bu büyük bir mücadeleydi) ama olasılıklar da baştan çıkarıcıydı. Ayrıca yazmak ya da fırsatı kaçırmak noktasında olduğumu da biliyordum. Henüz tamamlanmış fikirlerin çoğu bir süre dayanır, ama bir tek görüntüden çıkan, öykü çok daha çabuk yok olabilir. Yüzyılın Fırtınası’nın kendi ağırlığı altında ezilme şansının oldukça fazla olduğunu düşünüyordum, ama her şeye rağmen, 1996 Aralık ayında yazmaya başladım. Son dürtü, öykümü Little Tall Adası’nda kurduğum takdirde, toplumun karakteri hakkında enteresan ve kışkırtıcı sözler söyleme fırsatım olacağını fark etmemle geldi. Çünkü Amerika’da Ma-ine kıyılarındaki kadar sıkı örülmüş bir toplum daha bulunamaz. Orada yaşayanlar birbirlerine durum, gelenek, çıkarlar, dini ibadetler, zor ve bazen de tehlikeli işlerle bağlıdır. Ayrıca birçok adanın nüfusu, yamalı bohça gibi birbirinin içine geçen kuzenler ve yeğenlerden oluşan yanm düzine aile, kan akrabaları ve klan şeklindedir. (* Doğu Maine’de, basketbol takımları sezon sonu turnuvalarını Bangor Odi-toryumu’nda oynarlar ve bölgedeki bütün halk radyodan maç yayınlarını dinlerken günlük hayat nerdeyse tamamen durur. Bir yü Jonesport-Beals kız takımı D Sınıfı (Küçük Okul) turnuvasındayken, radyo spikerleri ilk beş oyuncudan her birinden ilk adlanyla söz etmek zorunda kaldı. Buna mecburdu, çünkü bütün kızlar ya kardeşti ya da kuzen. Hepsinin soyadı Be-als’di.) Eğer turistseniz (veya yazlıkçılardan biri), size arkadaşça davranacaklardır, ama onların yaşamlarına girmeyi beklememelisiniz.

Uzantıya tepeden bakan burundaki kulübenize altmış yıl boyunca defalarca gelebilirsiniz, ama hâlâ bir yabancı olarak kalırsınız. Çünkü adadaki hayat değişiktir. Ben kasabalar hakkında yazarım, çünkü ben kasaba çocuğuyum (ada çocuğu değilim, hemen eklemeliyim; Little Tali hakkında dışarıdan biri gibi yazıyorum) ve kasaba öykülerimden çoğu Korku Ağı, Castle Rock ile Little Tall Adası Mark Twain (Hadleyburg’u Baştan Çıkaran Adam), Nathani-el Hawthorn’a (Genç Goodman Brown) borçlular. Ama bana öyle geliyor ki, bunların hepsinin açıklanamayan ortak bir önerisi var: Bir kötü müdahale bireyleri birbirine düşürerek ve düşman ederek toplumu parçalayacak. Ama bu benim bir toplum üyesi olmaktan çok, bir okuyucu olarak deneyimim olmuştur; bir toplum üyesi olarak, kasabalıların her felaket geldiğinde birleştiklerini gördüm. (* 1998 Ocak’ı buz fırtınasında, örneğin, bazı topluluklar iki veya daha fazla hafta elektriksiz kaldıklarında.) Yine de soru aynen duruyor: Bu birleşmenin sonucu daima toplumun yararına mı? Topluluk fikri insanları daima mutlu ediyor mu, yoksa bazen kanını mı donduruyor? Đşte bu noktada Mike Anderson’ın karısının, ona sarıldığını ve aynı anda kulağına fısıltıyla, “LINOGE’un kazaya uğramasını sağla” dediğini hayal ettim. Kanımı dondurdu bu! Ve bu öyküyü en azından yazmayı denemem gerektiğini anladım. Biçim sorusu cevaplandırılmalıydı. Bir öykünün sesi (genellikle üçüncü kişi, bazen de birinci kişi) daima paketle beraber gelir. Bir fikrin alacağı biçim de öyle. Ben roman yazarken çok rahatımdır, ama kısa öyküler, oyunlar ve arada sırada şiir de yazarım. Fikir daima biçimi belirler. Bir romanı kısa öykü, bir kısa öyküyü şiir yapamazsınız ve roman olma-ya karar veren bir kısa öyküyü de (eğer onu öldürmek istemiyorsanız), durduramazsınız. Ben, Yüzyılın Fırtması’nın bir roman olacağını tahmin etmiştim.

Ama yazmaya hazırlanırken, fikir, onun film olduğunda ısrar etti. Öyküdeki bütün görüntüler kitaptan çok film görüntüleriydi: Katilin san eldivenleri, Davey Hope-well’in kanlı basket topu, Bay LINOGE’la uçan çocuklar, ko-casının kulağına “onun kazaya uğramasını sağla” diyen Molly Anderson ve en önemlisi, hücresinde ayaklarını altına almış, elleri boşlukta sallanarak oturan ve bütün bunları idare eden LINOGE. Yüzyılın Fırtınası teatral bir film için çok uzun olurdu, ama buna da bir çare bulduğumu düşündüm. Yıllar boyunca ABC ile, onlara çok iyi reyting kazandıran yarım düzine kadar mini televizyon dizisi için malzeme (ve bazen televizyon oyunları) sağlayarak harika bir çalışma ilişkisi kurmuştum. Mark Carliner (Shining’in yeni versiyonunun yapımcısı) ve Maura Dunbar (1990’ların başından beri benim ABC ile yaratıcı bağlantım) ile temas kurdum. Televizyon için, eski bir romana dayalı olmayan, gerçek bir romanla ilgilenirler mi diye sordum. Her ikisi de, bir an bile duraklamadan, “evet” diye cevap verdi ve ben ondan sonraki iki saatlik üç senaryoyu bitirdiğimde, proje hiçbir yaratıcı ve idari kargaşaya uğramadan ön yapıma ve film olmaya geçti. Entelektüeller için televizyonu karalamak modadır. (Tanrı aşkına, bırakın Jerry Sprin-ger’ı Frasier’ı bile izlediğinizi asla itiraf etmeyin) ama ben yazar olarak hem TV’de hem de sinemada çalıştım ve bir Hollywood deyişine uyup, “TV’ciler şov yapmak ister, sinemacılar öğle yemeği rezervasyonları” diyorum. Kuyruk acım olduğundan değil; sinema bana genellikle iyi davrandı, (Hayaletin Garip Huylan’nı ve Gümüş Kurşun’u yok sayalım.) Ama televizyonda senin çalışmana fırsat verirler, ayrıca eğer çok bölümlü oyunlarda başarılı olmuşsan, biraz açılmana da bir şey demezler. Ben de açılmaya bayılırım. Bu harika bir şeydir. ABC hiç önemli bir değişikliğe uğramayan ilk üç taslak senaryoya dayanarak, bu projeye otuz üç milyon dolar ayırdı. Bu da harikaydı.

Ben Yüzyılın Fırtınası’nı tamamen roman olarak kaleme aldığım gibi, bir karakterler listesinden başka not tutmayarak, Mac Power Book’umu yanımda sürükleyerek ve karımla beraber her zaman yaptığımız gibi Maine Kadınlar Basketbol Takımı deplasman maçım Boston, New York ve Philadelphia’da oynadığı zaman, otel odalarında çalışarak yazdım. Tek esaslı değişiklik, düz yazılar için kullandığım Word 6 programı yerine Final Draft programını kullanmam oldu. (ikide birde lanet program çöküyor ve ekran donuyordu-ye-ni Final Draft programı muhteşem bir şekilde virüsten korunmuş). Đddia ederim ki, göreceğiniz aslında bir TV filmi veya bir mini dizi değildir. Gerçek bir romandır; değişik bir ortamda var olan bir roman. Đşin sorunları yok değildi. Televizyon yayını yapmanın asıl sakıncası sansür problemidir (ABC hâlâ bir “Standartlar ve Uygulama” kolu bulunduran önde gelen ana kanallardan biridir. Onlar senaryoları okur ve size Amerika’nın oturma odalarında neleri kesinlikle gösteremeyeceğinizi söylerler). Ben Mahşer’i (dünya toplumu kendi sümüğünde boğulur) ve Medyum’u (yetenekli ama ciddi şekilde problemli genç yazar karışım bir kriket sopasıyla neredeyse öldürünceye kadar döver, sonra oğlunu da aynı aletle öldürmeye kalkışır) sahneye koyma sırasında aslanlar gibi çarpıştım ve bu da işin en kötü kısmıydı. Çok şükür (kendilerini Amerika’nın ahlak bekçileri ilan etmiş olanlar bundan çok mutlu değillerdi), televizyon yapımcıları, Dîck Van Dyke Show’da, yatak odasında iki kişilik bir yatak göstermelerinin yasak olduğu günlerden beri kabul edebileceklerinin sınırını genişletmişlerdi, (sevgili Tanrım, ya Amerikan gençliği Dick ile Mary’yi orada ayaklan birbirine değerek yatarken düşünüp fantezilere dalarsa ne yaparız?) Son on yılda değişiklikler daha çarpıcı olmuştu. Bunun bir kısmı kablo TV devrimi yüzündendi, ama büyük kısmı genel izleyicinin genel değişiminden, bir şeylerin aşınmasından, özellikle de çok arzu edilen on sekiz-yirmi beş yaş gruplarından dolayı idi. Bana sıkça, Home Box Office ve Showtime gibi sansür konusunda gevşek olan kablo yayınlan varken neden ana TV’lerle uğraştığım sorulur. Bunun iki nedeni var. Birincisi Oz ve Gerçek Dünya gibi şovların üzerinde çok konuşulmasına rağmen, etkili kablo TV izleyicisi hâlâ oldukça azdır. HBO’da bir mini dizi yapmak, önemli bir romanı küçük ya-yınevlerinde basmak gibidir.

Ben ne küçük yayınevlerine ne de kablo TV’ye karşıyım ama eğer uzun bir süre çalışacak-sam, olası en geniş izleyici kitlesinde şansımı denemek isterim. Bu izleyicinin bir kısmı perşembe gecesi başka kanalı açıp ER izlemek isteyebilir ama bu da göze alınması gereken bir şeydir. Eğer ben görevimi yaparsam ve insanlar neler olduğunu görmek isterlerse, ER’i videoya çekip orada benimle kalırlar. Annem, “heyecan, rekabet olmasındadır” derdi. Yukarıda yazdıklarım mazeret gibi görünebilir, ama değil. Ben, ne de olsa, bir zamanlar izleyicimi korkutmak, ama korku yaratamazsam dehşete düşürmek istediğimi söyleyen adamım…ve dehşet elde edemezsem, en berbat kabalığı denerim. “Ne yapalım” derim, “Gururlu değilim.” Ulusal TV, bir yerde, bu son çareyi ortadan kaldınyor. Yüzyılın Fırtınası’nda bazı kanlı sahneler var; Lloyd Wishman elinde baltası ve Peter Godsoe ipi ile yalnızca iki örnek, ama bunların her biri için savaşmak zorunda kaldık. Bazıları, (mesela beş yaşındaki Pippa’nın annesinin yüzünü tırmalayıp, (“Bırak beni kaltak!” diye bağırması) hâlâ ciddi şekilde tartışılıyor. Bugünlerde Standartlar ve Uygulama’nın gözünde en sevilen adam değilim. Durmadan birilerine telefon edip sızlanıyor, eğer bana sataşmayı kesmezlerse ağabeyime şikâyet edeceğimi söylüyorum, (Bu kez ağabeyim rolü sık sık, ABC nin en önde gelen ismi olan Bob Iger tarafından oynanıyor). Standartlar ve Uygulamalarla bu düzeyde çalışmak iyi sanırım; onlarla çok iyi geçinsem kendimi Tokyo Gülü gibi hissederdim. Eğer bütün savaşları kimin kazandığını merak ediyorsanız, orijinal oyunu bitmiş olan TV programıyla karşılaştırın (ben bunu yazarken yayına hazırlanmakta).

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir