Hermann Broch – Büyülenme

Dışarıda çam ormanı karla kaplı, bahçem de öyle. Kar, Kuppron kayalıklarındaki çatlaklara dolmuş; pencereden dışarı bakınca bahçe ve ormanı görüyorum. Evim yamaçta bulunmasına rağmen, Kuppronn kayalıklarını görmem olanaksız; orman tarafından tamamen perdelenmiş çünkü. Arka tarafın pencerelerinden de görünmüyor ama varlığı her an hissediliyor. Deniz kıyısında yaşayanların aklından, denizin dahil olmadığı tek bir düşünce geçmez, yüksek dağların eteğine yerleşenler için de durum aynıdır: Beyninde yer eden her şey, her ses, her renk, her kuş sesi, her güneş ışığı, kıvrımlarını güneş ışığının tutuşturduğu, binbir renkle boyanan, kayalıklarına seslerin çarptığı hareketsiz dağın büyük sessiz kütlesinin yankısından başka bir şey değildir; öyleyse, ruhunun derinliklerinde hep yeniden kuş sesi, renk, güneş ışığı ve gece olan insanın da, o muazzam sessizliğin sonsuz yankısı olması gerekmez mi? Sessizliğin çaldığı, tınlayan ve yankılanan bir enstrüman olması gerekmez mi? Yaşlanmakta olan eski bir köy doktoru olarak buradayım ve sanki yaşadıklanmı yazarsam, içinden, ömrümüzün, bazen su yüzüne çıkıp yeniden dibe batarak, bazen tamamen ortadan yok olarak, bazen zaman tarafından emilerek, bazen de hiçlik içinde kaybolarak geçip gittiği bilgiyi ve unutmayı ele geçirebilecekmişim gibi, başıma gelen bir olayı kaleme almak istiyorum. Yıllar önce kendimi adadığım bilimsel çalışmayı bırakmama neden olan; beni, her türlü unutmadan daha güçlü olması gereken başka bir bilgi uğruna mütevazi bir taşra muayenehanesine iten neden bu değil miydi? Yıllar yılı, benim olmaktan çok insanlığa ait olan bir bilginin sonsuz inşasına katkıda bulunanlardan biri olma şansı bahşedilmiş, çalışanların oluşturduğu zincirin alçakgönüllü bir halkası olan ben, aynı onlar gibi, bu yapıya, birbiri ardına küçük taşlar taşıyan, her zaman sadece bir sonraki sonucu gören, buna rağmen, aynı onlar gibi, yapının sonsuzluğunu sezen, bu sonsuz hedefin mutlandırdığı ve aydınlattığı ben, sanki yapımına katıldığım Babil Kulesi’ymiş gibi bilgiyi terk ettim, böylece bu sonsuzluğa, sadece bana değil bütün insanlığa ait olan bu sonsuzluğa, dünü silen ve sadece yarını kabul eden bu sonsuzluğa yüzümü çevirdim ve kendimi, artık bilime değil, mütevazi işime çekilerek, hayata ve birlikte yaşamaya, hattâ ufak tefek yardımlara verdim, yarınlar benim için giderek kısaldığından, böyle yaparak sanki dünümü kurtarabilecekmişim gibi. Dolaysız olanın düzensizliğine mi girmek istiyordum? Yoksa istediğim sadece kavrayışın sistematiğinden mi kaçmaktı? Uzun yıllar önceydi, üzerinden çok yıllar geçti, benim için artık kentten ve kent hayatından aniden duymaya başladığım tiksinti, tramvayların geliş gidişlerindeki dakiklikten, birçok şeyin kurallara bağlı olmasından, sözcükleri gereksiz kılan, laboratuvarda ve klinikte çalışmayı dilsizleştiren, hastaların hastaneye yatırılışını dilsizleştiren, neredeyse tüm sağlık bakımını -buna bakım denebilirse tabii- ve hastalıkla mücadele mekanizmasını dilsizleştiren, benim anlaşmak için kullandığım, bizim anlaşmak için kullandığımız dili dilsizleştiren, geçmişte olduğu gibi şu anda da olup biten her şeyin hedefini -ancak artık o hedefe ulaşma gayretim yok- içinde taşıyan sonsuzluk kadar dilsizleştiren bu yasallıktan duyduğum tiksinti, artık uzak bir anıdan ibaret. Kent düzeninden duyduğum bu tiksinti, içinde hayatın çeşitliliğini yitirme korkusunu barındırıyordu belki de, çünkü insan ne kadar çok yönlü olursa olsun, eğer bir yola girdiyse ve bu yolu, kendisi için kesin olarak belirlemişse, bu çeşitlilikten artık yararlanamaz; girdiği yolda kalır ve onu hiçbir şey bu yoldan koparamaz. Çoktan geçip giden bir rüya gibi çok gerilerde kalmış olsa da, ille de böyle olmuştur gibi bir iddiada bulunmayı göze alamasam da ve olaylar bu biçimde gelişmiş olsa bile, karşılığında ben ne verdim? Kendisinden kaçtığım kent, şu an çalıştığım köy gibi, o düzenin içinde değil mi? Köyün de, kentin de düzeni, büyük insanlığın bir parçası değil mi? Aradığım yalnızlık mıydı? Ormanlarda tek başıma yürüyorum, dağlarda tek başıma dolaşıyorum, ama tarlaların sınırlan, ahır ve çiftliklerdeki varlık, içimin derinliklerindeki eski maden ocağının galerilerini bilmek, insanın, hayvanlar ve bitkiler arasındaki bütün bu faaliyet ve mevcudiyeti, hayvan ve bitkilerin bana verdiklerinden daha büyük bir rahatlama sağlıyor, evet ormanda bir el edilmesi, benim, kendi içine kapalı ve hedefsiz olsa da, yeniden insani düzenin ve varlığın halkası olarak yol açıyor. Kentte yaşadığım dönemde, düzeni artık düzen değil, insanın kendi kendine verdiği sıkıntı, can sıkıcı bir cehalet olarak hissederken, burada tam bir duygudaşlık içindeyim? Ben, bildiklerimi daha güçlü olması gereken bir bilgiyi aramak için bıraktım, insanlara bahşedilen süreyi ayaklarıyla bir oraya bir buraya hareket ettirebilecek, insanın dünyadaki bu kısa süreli varoluşunu keyifli denebilecek bir beklemekle doldurmak için, gözlerini orada burada dinlendirebilecek kadar güçlü bir bilgiyi, unutmaktan kurtarılmış, dün ve yarınla doldurulmuş, olmuş ve olacak olanın anlamıyla doldurulmuş bilgiyi bulmak uğruna bıraktım bildiklerimi: Benim umudum buydu. Bu umut gerçekleşti mi? Elbette unutmada da hiçbir şey kaybolup gitmiyor, bir zamanlar var olmuş her şey, aynı eskiden olduğu gibi bugün de, benim içimde mevcut; limana ne kadar yaklaşırsak gemimiz o kadar ağırlaşıyor, bu, gemiden çok yük, hareket halinde değil, akşamın dingin aynasında hareketsiz, öylece akıp gidiyor, aşın yüklü olmasına rağmen ağırlıksız, hiç kimse batıp batmayacağını veya bulutların içinde buharlaşıp buharlaşmayacağını söyleyemez, fakat biz yükü bilmiyoruz, limanı bilmiyoruz, geçip gittiğimiz suların dibine ulaşmak olanaksız, üzerimizde kubbelenen gökyüzünün sımna ermek olanaksız, büyüyerek bizden uzaklaşan bilgimizin anlaşılması olanaksız

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir