Hermann Hesse – Bir Büyücünün Çocukluğu

Yaşlı Nuh, ışıl ışıl gözlerini kaldırıp kendisine soruyu yöneltenlere baktı babacan bir bakışla. “Çocuklar!” dedi iyilikseverlik dolu alçak bir sesle. Yüzündeki ifade bir anda iyice aydınlandı. “Sevgili çocuklar! Söylediklerinizde hem haklısınız, hem haksız. Ama siz daha sormadan, Tanrı sorunuzun yanıtını vermiş bulunuyor. Sizi haksız görmem elde değil, savaş ülkesinden gelen bu adam pek hoş bir konuk sayılmaz kuşkusuz. Bu gibi antikaların yeryüzünde ne işi var, bilmem. Ama bu tür insanları bir kez yaratan Tanrı neden böyle davrandığını biliyordur elbet. Hepimizin de bu beyaz adamların pek çok suçunu bağışlaması gerekir, zavallı dünyamızı bir kez daha mahvedip cezalandırılmasına yol açan bunlardır. Ama bakın, Tanrı beyaz adamla neyi amaçladığını bir işaretle bildirdi bize. Siz hepiniz, sen Zenci, sen Eskimo, hepiniz pek yakında umarım yeniden kurmaya başlayacağımız yeryüzündeki yaşam için sevgili eşlerinizi de yanınıza aldınız, sen Zenci eşini, sen Kızılderili eşini, sen de Eskimo eşini. Yalnızca Avrupalı beyaz adamın eşi yok yanında. Uzun zaman böyle olduğuna üzülmüştüm, ama şimdi bunun altında yatan anlamı sezer gibiyim: Bu adam bizler için bir uyarı ve itici bir güç olarak, bir hayalet olarak belki de, yok olmaktan kurtarılıp yanımıza verildi. Ne var ki, çoluk çocuğa karışamayacak; meğerki çok renkli insanlığın seli içine yeniden dalıp gitsin. Sizin yeryüzündeki yaşamınızı yok edemeyecektir bundan böyle.


Gönlünüz rahat olsun! En sonunda durumu kavrayan Tanrı, büyük tufanı yollayarak kanlı dünya savaşıyla yakılıp yıkılan yeryüzündeki yaşama kendi eliyle son vermişti. Seller yaşlı gezegenin onurunu ayaklar altına alan ne varsa, hepsini bir acıma duygusuyla silip süpürdü, karla kaplı toprakları, toplardan geçilmeyen dağları, çevrelerinde ağlayıp sızlayanlarıyla çürüyüp kokuşmuş cesetleri, isyan edenleri, yoksul düşenleri, gözlerini kan bürümüşleri, başkalarının canına kastedenleri, aklını kaçıranları, açlık çekenleri toparlayarak alıp götürdü. Evrenin mavi gökyüzü, pırıl pırıl yerküresine dostlukla bakmaya başladı yukarıdan. Şunu da belirtelim ki, Avrupa teknolojisi son ana kadar işin içinden yüzünün akıyla çıkmış, Avrupa yavaş yavaş yükselen sulara karşı haftalarca temkinle, inatla karşı koymuştu. İlkin milyonlarca savaş tutsağının gece gündüz uğraşıp didinerek inşa ettiği devcileyin setlerle yapmış bu, ardından da yapay yükseltilere başvurmuştu; yükseltiler eşi görülmedik bir tempoyla yukarılara tırmanıyor ve başlangıçta alabildiğine geniş teraslar görünümünü içerirken sonraları giderek kulelere dönüşüyordu, insanlardaki yüreklilik, sadakatten şaşmayarak en son güne kadar bu kulelerde başarıyla sınav verdi. Avrupa ve bütün dünya sulara gömülerek boğulup giderken, ışıldaklar son kalmış çelik kulelerden batmakta olan yeryüzünün ıslak loşluğunu hâlâ göz kamaştırıcı bir ışıkla delip geçiyor, toplardan çıkan mermiler havada nazenin yaylar çizerek uğultuyla sağa sola mekik dokuyordu. Sondan iki gün önce orta büyüklükteki ülkelerin liderleri, ışık işaretleriyle düşmanlarına barış önerisinde bulunmaya karar verdiler. Ne var ki, düşmanları hâlâ ayakta kalan tahkim edilmiş kulelerin hemen boşaltılması koşulunu öne sürdü. Böyle bir şeyi ise barışın en kararlı taraftarları bile kabule hazır olduklarını açıklayamazdı. Dolayısıyla, en son saat gelip çatana kadar silahların ateşlenmesi yiğitçe sürdürüldü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir