Howard Pyle – Robin Hood

Eski günlerden birinde, mutlu İngiltere’de, Kral II. Henry ülkeyi yönetirken Nottingham City’nin yakınlarındaki Sherwood Ormanı’ndaki açıklık alanda ismi Robin Hood olan ünlü mü ünlü bir haydut yaşardı. Onun kadar hünerli ve isabetli ok atabilen başka bir okçu ne görülmüş ne duyulmuştu. Yeşil ormanın ağaçları altında onunla birlikte mesken tutan yüz kırk kaygısız adam da eşsiz benzersizdi. Sherwood Ormanı’nın derinliklerinde mutlu bir şekilde, dertsiz tasasız yaşayıp gidiyor, zamanlarını ok atarak, sopalarla oyunlar oynayarak ve kralın geyik etlerini, ekim ayında mayaladıkları biralarla tüketerek geçiriyorlardı. Sadece Robin değil tüm grup hayduttu ve diğer insanlardan ayrı yaşıyorlardı. Ama yöre insanları tarafından seviliyorlardı, çünkü bir ihtiyacı olup bizim Robin’e başvuran kimse eli boş dönmüyordu. Şimdi size Robin Hood’un nasıl yasalara ters düştüğünü de anlatayım. Robin on sekiz yaşında, güçlü kuvvetli, cesur bir gençken, Nottingham Valisi bir okçuluk yarışması düzenlediğini ve Nottinghamshire’daki en iyi okçuya ödül olarak bir fıçı bira vereceğini duyurdu. “Ben de gideceğim,” dedi Robin, “sevdiğimin ışıltılı gözleri ve güzel mayalanmış bira için yayımı tabii ki gererim.” Böyle deyip elini sağlam yayına attı ve sadağını yirmiden fazla okla doldurup Locksley köyünden yola çıktı, Sherwood Ormanı’nı geçerek Nottingham’a giden yolu tuttu. Çalıların yemyeşil ve çayırların çiçeklerle bezeli olduğu, papatyaların beyaz ışıltılarıyla çimenlerin arasından kafalarını uzattığı, çitlerin zarif çuha çiçekleriyle kaplandığı, elmaların çiçeğe durduğu, sevimli kuşların şakıdığı bir mayıs günü başlıyor, çayır kuşlarıyla ardıçlar bıcırdayıp duruyordu. Genç kızlarla delikanlıların birbirlerine gülüşerek baktıkları, meşgalesi bol kadınların parlak yeşil çimenlerin üstüne bembeyaz çarşaflar serdikleri bir mevsimdi. Robin yeşil ormanın patikalarından birinde neşeyle ıslık çalarak yürürken, yeşil ve taze yapraklar hışırdıyor, küçük kuşlar var güçleriyle ötüşüyordu; Robin bir yandan gencecik Marian’ın ışıltılı gözlerini düşünüyordu. Çünkü böyle bir zamanda delikanlının düşünceleri dönüp dolaşıp sevdiği genç kıza geliyordu.


Böyle hızlı adımlarla ve neşeli ıslıklarla yürürken, büyük bir meşe ağacının altında oturan on beş kadar ormancıya rastladı. Adamlar ortalarına koydukları kocaman etli böreği kopara kopara yiyor, hemen yanlarında duran fıçıdan bardaklarına köpüklü bira doldurarak kendilerine ziyafet çekiyorlardı. Hepsi yemyeşil giyinmiş şık görünüşlü adamlardı. Neden sonra aralarından biri ağzı dolu dolu Robin’e seslendi: “Selam ufaklık, üç kuruşluk yayın ve beş para etmez oklarınla nereye böyle ha?” Bunu duyan Robin öfkelendi, çünkü hiçbir delikanlı böyle dalga geçilmeye gelemez. “Yayım ve oklarım hiç de kötü değil. Nottinghamshire Valisi’nin düzenlediği Nottingham City’deki okçuluk yarışmasına gidiyorum. Orada, ödül olan bir fıçı birayı kazanabilmek için diğer çiftçilerle yarışacağım.” Bunun üzerine elinde bira olan adamlardan biri, “Şu ufaklığa da bakın hele! Annesinden emdiği sütün izi dudağında kurumamışken, daha minik yayının kirişini germeyi beceremezken, Nottingham’daki güçlü kuvvetli adamlarla nasıl boy ölçüşeceksin sen?” dedi. “Tanrı’nın da yardımıyla, üç yüz metre ötedeki hedefi vururum ben,” dedi Robin. Bu cevaba hepsi kahkahalarla güldüler. Aralarından biri atıldı, “Amma övündün bebecik, çok attın bakıyorum! İddianı kanıtlayabileceğin bir hedef olmadığını bildiğin için havalanıyorsun.” “Sütüne bira karıştıracak herhalde,” diye bağırdı bir diğeri. Bu lafı duyan Robin çok sinirlendi. “Dinleyin beni,” dedi, “şurada ağaçlık alanın bittiği yerde, üç yüz metreden de uzakta bir geyik sürüsü görüyorum. Aralarında en besili olanı vurabileceğime bahse girerim.

” Bunu der demez, Robin yayını eline aldı, yayın bir kolunu ayağının üstüne ustaca koydu, oku kirişe yerleştirdi ve hafifçe kaldırarak okun tüylü ucunu kulağına kadar çekti. Tam o anda yay kirişi vınladı ve ok, tıpkı bir atmacanın ardına kuzey rüzgârını alıp avına doğru atılması gibi hedefine yöneldi. Sürünün en görkemlisi birden havaya sıçradı ve ancak ölüsü düştü yere. Yeşil çimler kana bulanmıştı. “İşte!” diye bağırdı Robin. “Bu atışa ne dersiniz bakalım? Bahsi kazanacağım gün gibi ortadaydı, ödeyin bakalım paraları.” Bunun üstüne ormancılar öfkelendiler, ilk olarak konuşan ve bahsi kaybeden diğerlerinden de çok sinirlenmişti. “Daha neler,” dedi, “bahsi kazandığın filan yok, kaybol ortadan, yoksa seni yürüyemeyecek hale getirene kadar döverim. Senin ne yaptığından haberin var mı?” Bir diğeri, “Kralın geyiğini öldürdün. Kralımız şanlı Harry’nin kurallarına göre, bu yaptığının cezası kulaklarının kafana birleştiği yerden kesilmesidir,” dedi. “Yakalayalım şunu!” diye bağırdı bir üçüncüsü. “Boş verin ya,” dedi dördüncüsü, “daha çocuk bu, bırakalım gitsin.” Robin Hood tek kelime etmedi, dik dik ormancılara baktı, topukları üstünde dönüp ormandaki açıklığa doğru hızlı adımlarla uzaklaştı. Ama öfkesi dinmemişti, içi içini yiyor, gençlik ateşiyle kanı kaynıyordu. İlk lafı atan ormancı işi bu kadarla bıraksa, kendisi için daha iyi olacaktı; ama hem kana kana içtiği bira yüzünden, hem de gençliği ağır bastığından öfkesine yenildi.

Birden ayağa fırladı, yayını kaptı ve kirişe bir ok yerleştirdi. “Böyle acele acele nereye?” dedi ve okunu Robin Hood’un peşi sıra yollayıverdi. Ormancının başı içtiği biradan dönüyor olmasaydı, Robin Hood oracıkta ölürdü. Ok başının hemen yanından ıslık çalarak geçti. Robin hızla döndü, dönmesiyle de okunu saldırının geldiği hedefe yollaması bir oldu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3 Yorum

Yorum Ekle