Ingvar Ambjörnsen – Beyaz Zenciler

1983 yılı benim için şanssız bir yıl oldu. Yediğim darbeler birbirini izlerken, zavallı kafam tüm delice izlenimlerin ardı ardına gelip çarpmasıyla abandone bir haldeydi. Ocak ve şubat ayları bir yıldır süren ayyaşlığımı denetim altına alma çabaları ve daha da uzun bir süredir beni taciz eden romana son noktayı koyabilme gayretiyle geçti. Romanlarım hem canıma okuyor hem de hayat veriyordu bana. Uyuşturucu piyasasına girmeye ya da Ed’in yaptığı gibi ara sıra soyguna çıkmaya cesaret edemiyor, yazı makinemin başından ayrılmıyordum. İçip içip, düş kurduğum bir boşluktu her şey. Güneyde, İspanya’daydım bu intihar teşebbüslerim sırasında. Şarap düşler kadar ucuz, sözcüklerse aşırı pahalı ve kalitesizdiler. Giderek ucuz ya da beleş olanla yetinmeye başlamıştım. Gündüzleri uyumak, öğleden sonraları yazmak, geceleri de içmekle geçiriyordum. Kendimden başka hiç kimseyle ilişkim yoktu, aynayı da bir dolaba tıkmıştım. Zaman zaman Tanrıya yakardığım da oluyordu, ama onun o sıralar söyleyecek pek bir sözü yoktu. Dört litre şaraptan sonra halüsinasyon, bir fısıltı, hepsi buydu işte. İspanya’da geceler güzeldir, hem sert hem yumuşak. Sıcaklık zifiri karanlığın ortasında uzlaştırıcı bir ışık yaratır.


Ben de balkonda oturmuş şarabımı içerken, paskalya tatiline dek dünyanın batmayacağını, aslında halimden hoşnut bile olduğumu mırıldanırdım kendime. Ne rezil bir yalan. Hayatı ustaca bir blöf olan ben bile katlanamazdım bu bayağılığa. Dünyanın batmayacağı meselesi – her ne kadar imkânsız gibi görünmese de- tamam, ama halimden hoşnut değilim işte. İçimde bir başka gece, her yanımı uyuşturan, buz gibi bir kutup gecesi büyümekte. Köşedeki Paco’nun en iyi kırmızı şarabı bile yetmiyor ruhumun buzlarını eritmeye, beni kuşatan onca beladan sonra. Korkuyordum. Korkuyordum, Lorca’nın tozlu bir köy yolunda durup, faşistlerin o güzelim şair beynini bir veya beş kurşunla dağıtmalarını beklerken korktuğu gibi. Birileri ya da bir şeyler beni yakalamadan terk ettim Lorca’nın ülkesini. İnsanların ara sıra yapmak durumunda kaldıkları saçma sapan kaçışlardan biriydi bu. Yüzde yüz seksen anlamsız. Kolay değil pençeleriyle kafatasımızın içine sımsıkı yapışmış takipçileri silkeleyip atmak. Mart. Oslo aynıydı. Oslo hep aynıdır zaten.

Bu anlamsız sefere çıkışımın üzerinden altı ay geçmişti, ama yuvaya döndüğüme sevinmedim. Belki de bu kentte evim diyebileceğim bir yerin hiç bulunmamış olmasındandır. Filipstad rıhtımında, bir elimde bavulum, diğer elimde yazı makinem durup bir süre bunları düşündüm. Hayatımın yedi sekiz yılını heba etmiştim bu kentte; aslına bakılırsa gereğinden fazla uzatılmış tek bir ziyaretti bu. Gözümün önüne divanlar, kanepeler, yerlere atılmış şilteler, battaniyeler, eskimiş uyku tulumları, yani çok ender olarak da yorganlar geldi. Ama hiç kendime ait bir yorganım olmamıştı benim! Böyle uyumuş, böyle yaşamıştım. Arkadaşlarımda ya da tesadüfen tanıştıklarımda, düşmanlarımda ve tesadüfen tanışmadıklarımda. Sık sık girip çıktığım sokak kenefleri kadar bir yer, bir mekân kiralamamıştım hayatım boyunca. Orda durup belediye binası ile Batı garına bakarken bavulumda işe yarar bir roman, kütüphane raflarında da (onun gibi) önceden yazılmış üç tane daha olduğunu biliyordum. Bildiğim bir başka şey de belediye binasında orta yaşlı, bol maaşlı bir adamın oturmuş, benim ne kadar borcum bulunduğunu hesapladığı, zaman zaman da tesadüfen kendime haciz edebilecekleri yeni bir radyo almışmıyım öğrenilsin diye peşime av köpekleri taktığıydı. Kıçım gümrükçülerin işaretparmağıyla kurcalanmış, başım akşamki viskiden sersemlemiş, sinirlerim dış dünyaya açıldıktan sonra anavatana dönmek küstahlığını gösterdiğim her geziden sonra olduğu gibi, bir kez daha aynı sorulara cevap vermek zorunda bırakılmaktan gerilmişti. Kısacası hoş bulmadık, bela bulduk! Sabah trafiği Filipstad Caddesi’nde tıkanmıştı. Yolda cebi delik, bir kilise faresi kadar müflis yürüyordum. Beni şu karmaşadan çıkarıp kent merkezine ulaştıracak bir taksiye verecek mangırım bile yoktu. Kramplar giren midemle, altüst olmuş sinirlerimi adam gibi bir onarımdan geçirmeye de vaktim olmamıştı.

Yanı başımda uğuldayan şu cehennemi motor gürültüsünün de işimi kolaylaştırdığı söylenemez tabii. Yolda yürürken hiçbir şey düşünmüyordum. Zaten o günlerde bomboş bir kafayla dolaşmaktaydım ortalıkta. Bavuldaki romanı da nasıl yazabildiğimi bir yukardaki Allah biliyor herhalde. Ulusal Tiyatro’nun oradan tramvaya bindim. İspanya’ya gitmezden önce Birkelunden’de oturan bir kadınla birlikte yaşamıştım. Bir yıllık ilişkimiz süresince o ev sahibi, bense misafirdim. İşte şimdi, aşk meşk gibi şeylerin beni beklemediğini bildiğim halde rotamı o yöne doğru çevirmiştim. Giderken bana ayrılığımızın üç ayı geçmesi halinde aramızda her şeyin biteceğini bildirmişti. Ben gideli altı ay oluyor. Bu arada bir roman bitirmiştim, ama bir mektup, bir kart olsun yazmamıştım Lisa’ya. Hoş bir kızdı Lisa, oysa gereksindiği aşkı ona veremeyeceğimi güneye gitmezden çok önce anlamıştım. Yatağımda, pardon, Lisa’nın yatağında yabancı bir herif yatıyordu. Elbette… Lisa’nın kendine ait bir yatağı, bir hayatı ve iradesi vardı; garip huylu, vasat bir yazar İspanya’dan geri gelsin diye bacaklarını sıkıca kapatıp oturacak değildi herhalde. Güneydeyken Lisa’yı hiç mi hiç aklıma getirmemiş olan ben, bu tutumundan ötürü ona kızamazdım ya! Yataktaki herif bildiğim kadarıyla onun büyük aşkı, Eros’un insan kılığına bürünmüş hali olmalıydı.

İçeri adımımı atar atmaz adam uyandı. Perdeler kapalı olmasına karşın, karanlıkta yatakta kımıldayan gövdesini seçtim. Lisa kalkıp işe, belki de yeni başladığı bir okula gitmişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

Yorum Ekle