Italo Calvino – Örümceklerin Yuvalandığı Patika

Bu, yazdığım ilk roman; birkaç öyküm bir yana bırakılırsa, yazdığım ilk şey olduğunu bile söyleyebilirim. Şimdi elime aldığımda, nasıl bir etki yaratıyor üzerimde? Onu kendi yapıtlarımdan biri gibi değil de, daha çok, Ikǚ inci Dünya Savaşı sona erdikten sonra, bir çağın genel ikliminden, ahlaki bir gerilimden, bizim kuşağımızın benimsediği bir edebiyat beğenisinden anonim olarak doğmuş bir kitap gibi okuyorum. O yıllarda, Itǚ alya’daki edebiyat patlaması, bir sanat olgusu olmaktan çok, ϐizyolojik, varoluşsal, kolektif bir olguydu. Savaşı yaşamıştık ve partizanlık yapmaya ucu ucuna yetişmiş en genç grup olarak biz, kendimizi ezilmiş, yenik düşmüş, “hezimete uğramış” gibi değil; yeni sona eren savaşın itici gücüyle hareket eden galipler gibi, savaştan kalan bir mirasın yegâne vârisleri gibi hissediyorduk. Ne var ki, kolaycı bir iyimserlik ya da kendinden menkul bir coşku değildi bu; tam tersine, kendimizi vârisi hissettiğimiz şey, yaşamı bir kez daha sıfırdan başlayabilecek bir şey olarak duyuşumuzdu, genel, sorunlu bir öϐkeydi ve aynı zamanda, katliam ve bozgunu yaşayabilme gücümüzdü; ama biz aşırı bir özgüvene dayalı neşe yönünü öne çıkarıyorduk. Birçok şey o iklimden doğdu, ilk öykülerimin ve ilk romanımın bakış açısı da. Bugün beni çarpan yön özellikle bu: Henüz netlik kazanmamış bireysel eğilimlerimizden daha güçlü olan anonim sesi çağın. Kimsenin dışında kalamadığı bir deneyimden -savaş, iç savaş- çıkmış olmak, yazar ile okur kitlesi arasında bir iletişim yakınlığı kuruyordu: Eşit koşullarda, yüz yüzeydik, anlatacak öykülerle dopdoluyduk; herkes payına düşen bedeli ödemiş, herkes karmaşık, dramatik, serüven dolu hayatlar yaşamıştı, birbirimizin ağzından sözü kapıyorduk. Konuşma özgürlüğüne yeniden kavuşmak, başlangıçta insanlarda bir anlatma takıntısına dönüşmüştü: Yeniden seferlerine başlayan, insanlar, un çuvalları ve yağ bidonlarıyla tıklım tıkış trenlerde her yolcu, keza “halk aşevleri”nin masalarında oturup yemeğini yiyen herkes, dükkânların önündeki kuyruklarda bekleyen her kadın, tanımadığı kimselere başından geçen olayları anlatıyordu; tekdüze gündelik yaşamlar, başka çağlara özgü şeylermiş gibi görünüyordu, rengârenk bir öyküler evreninde hareket ediyorduk. Bu nedenle, yazı yazmaya o dönemde başlayanlar, hikâyelerini sözlü olarak aktaran, adını bilmediğimiz o kişilerle aynı malzemeyi işlemek durumunda kaldılar. Kişisel olarak yaşadığımız ya da tanıklık ettiğimiz öykülere, kendine özgü sesi, ritmi, yüz ifadesiyle zaten birer anlatı olarak bize ulaşan öyküler ekleniyordu. Partizan savaşı sırasında daha yeni yaşadığımız serüvenler, geceleri ateşin çevresinde anlatılan öykülere dönüşüp biçim değiştiriyor; şimdiden bir üsluba, bir dile, “Meğer ben neymişim!” tarzı bir mizaha bürünüyor, kaygılandırıcı ya da üzücü etkiler yaratmaya yönelik bir arayışı içlerinde barındırıyordu. Bazı öykülerim, bu romanımın bazı sayfaları, olaylar açısından da, dil açısından da, kaynağını bu yeni doğmuş olan sözlü gelenekten alır. Ama gene de, gene de… o zamanlar nasıl yazdığımızın gizi, yalnızca içeriklerin bu temel evrenselliğinde yatmıyordu, itici güç orada değildi (belki de bu önsöze toplu bir ruh halini anımsatarak başlamış olmam, bir kitaptan, yazılı bir şeyden, ak sayfa üzerine dizili sözlerden söz ettiğimi unutmama yol açıyor); tam tersine, anlattığımız öykülerin hammaddeden ibaret olduğu hiç bu kadar açık olmamıştı: Genç yazarı bir şeyler yapmaya iten patlayıcı özgürlük dürtüsü, belgeleme ya da bilgilendirme isteğinden çok, dile getirme isteğinden kaynaklanıyordu. Neyi dile getirme? Kendimizi, yaşamın yeni yeni öğrendiğimiz buruk tadını, bildiğimizi ya da olduğumuzu sandığımız ve belki de o anda gerçekten bildiğimiz ve olduğumuz pek çok şeyi.


Kişiler, manzaralar, silah atışları, siyasal mesajlar, yerel sözcükler, küfürler, liriklik, silahlar ve cinsel ilişkiler, paletteki renklerden, portedeki notalardan ibaretti; asıl olanın, libretto değil, müzik olduğunu çok iyi biliyorduk: O kadar içerik yanlısı olmamıza karşın, bizim gibi tutkulu biçimciler görülmemiştir; o kadar nesnellik iddiasında bulunmamıza karşın, bizim gibi duygularını yazıya döken lirik yazarlar görülmemiştir. Böyle bir bağlamda yazmaya başlayan bizim için “yeni gerçekçilik” bu demekti. Bu kitap, “yeni gerçekçilik”in olumlu nitelikleri ile kusurlarının tipik bir dökümünü oluşturuyor – o “okul”a özgü şu olgunlaşmamış edebiyat yapma arzusundan doğduğu için. Şu var ki, bugün “yeni gerçekçilik”i özellikle edebiyatın edebiyat dışı gerekçelerle yozlaştırılması ya da bir zorlamayla karşı karşıya bırakılması olarak anımsayanlar, meselenin özünü tersyüz etmiş oluyorlar: Aslında, edebiyat dışı öğeler öyle dev boyutlu ve tartışılmaz biçimde karşımızda duruyordu ki, bize doğanın bir parçası gibi görünüyorlardı; bütün sorun, poetikaya ilişkinmiş gibi geliyordu bize – sorun, bizim için dünyanın ta kendisi olan o dünyayı edebiyat yapıtına dönüştürmekti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir