J. M. Coetzee – Barbarları Beklerken

Böylesini hiç görmemiştim: Telden ilmiklerle gözlerinin önünde duran iki ufak cam yuvarlak. Kör mü yoksa? Görmeyen gözlerini saklamak için olsa neyse. Ama kör olmadığı kesin. Cam yuvarlaklar kopkoyu, dıştan bakıldığında saydam değil ama o görmesine görüyor. Bana bunun yeni bir buluş olduğunu söylüyor. Güneşin parıltısına karşı gözleri koruyor diyor. «Burada çölde çok işe yarar. Boyuna gözünü kısmaktan kurtulursun. Baş ağrıların azalır. Bak.» Göz uçlarına hafifçe dokunuyor. «Hiç kırışık yok.» Gözlükleri yeniden takıyor. Teni bir delikanlınınki gibi. «Bizim orda herkes kullanıyor bunları.


» Bir şişe içki ve bir tabak çerezle hanın en iyi odasında karşı karşıya geçmiş oturuyoruz. Burada bulunmasının nedenlerini tartışmıyoruz. Olağanüstü durumdan kaynaklanan yetkilerle gelmiş, bu yeterli. Yerine avcılıktan söz açıyoruz. Binlerce geyiğin, domuzun, ayının vurulduğu son sürek avından söz ediyor bana, öldürülen hayvanlar öylesine çokmuş ki, dağ gibi bir ceset yığını kokmaya bırakılmış («Doğrusu yazık olmuş»). Ben de her yıl göç zamanı göle inen kaz ve ördek sürülerini ve yerlilerin onları tuzağa düşürme yöntemlerini anlatıyorum. Yerli kayıklarıyla gece balığa çıkmayı öneriyorum. «Kaçırılmaması gereken bir fırsat bu,» diyorum. «Balıkçılar balıkları ağlara çekmek için meşalelerle kıyıda yürüyerek davul çalarlar.» Kafasını sallıyor. Kendi de, sınırın başka bir kesiminde bulunduğu sırada halkın nadide bir yiyecek olarak sunduğu yılanları, avladığı görülmemiş irilikteki ceylanı anlatıyor. Yabancı mobilyalar arasında güvensiz adımlarla yürüyor, gene de kara gözlüklerini çıkarmıyor. Erkenden odasına çekiliyor. Bu hana yerleştirilmesinin nedeni kentte daha iyi bir seçeneğin bulunmayışı, önemli bir konuk olduğunu, handa çalışanlara üstü kapalı anlatıyorum. «Albay Joll Üçüncü Şube’dendir,» diyorum.

«Üçüncü Şube şu sırada Milli Güvenlik Örgütü’nün en önemli bölümü.» Başkentten gelen çoktan bayatlamış dedikodular da bunu doğruluyor zaten. Patron başıyla onaylıyor. Hizmetçi kızlar boyun kırıyorlar. «İyi bir izlenim bırakmalıyız onda.» Şiltemi, sıcaktan biraz olsun soluk aldırtan, gece esintisine açık surlara taşıyorum. Ay ışığında kentin düz damlarında uyuyanların karaltılarını seçebiliyorum. Alandan, ceviz ağaçlarının altında sohbet edenlerin mırıltısı geliyor. Karanlığın içinden bir borazanın ateşböceğl gibi parıldadığı, söndüğü, yeniden parladığı görülüyor. Yaz yavaş yavaş sona eriyor. Meyve ağaçları yüklerinin altında inliyor. Delikanlılığımdan beri başkenti görmedim. Gün doğmadan uyanarak parmaklarımın ucuna basa basa merdiven basamaklarında uyuklayan, analarım, sevgililerini düşlerken kımıldanan, ah çeken askerlerin arasından geçiyorum. Gökyüzünden binlerce yıldız bize bakıyor. Gerçekten de dünyanın damında gibiyiz.

Geceleyin açık havada yürürken gözü kamaşıyor insanın. Kapıdaki nöbetçi bacak bacak üstüne atmış, kollarını tüfeğine dolamış, derin uykularda. Kapıcının odası kapalı, arabası dışarda. Yürüyüp gidiyorum. *** «Tutuldular için özel bir binamız yok,» diye açıklıyorum. «Fazla suç işlenmiyor buralarda, cezalar da ya para ya da zorunlu çalışma. Bu kulübe de gördüğünüz gibi, tahıl ambarına bitişik bir yüklük sadece.» İçersi havasız ve pis kokulu. Penceresi yok. Bağlanmış iki tutuklu yerde yatıyor. Koku onlardan geliyor, üzerlerinde kurumuş sidik kokusu. Nöbetçiyi çağırıyorum. «Yardım et de temizlensin bu adamlar, ama elini çabuk tut lütfen.» Konuğumu tahıl ambarının loş serinliğine yöneltiyorum. «Kamu tarlalarından bu yıl üç bin kile ürün alacağımızı umuyoruz.

Yılda bir kez ekiyoruz. Havalar da iyi gitti şansımıza.» Tarla farelerinden ve üremelerini önleyici yöntemlerden söz ediyoruz. Döndüğümüzde kulübe ıslak kül kokuyor. Tutuklular derlenip toparlanmış, bir köşeye çömelmişler. Yaşlı bir adamla bir erkek çocuk. «Birkaç gün önce gözaltına alınmışlar,» diyorum, «Burdan yirmi mil kadar öteye baskın yapmışlar. Olağan bir şey değil bu. Genellikle surlara pek yaklaşmazlar. Bu ikisi sonradan yakalandı. Baskınla hiçbir ilgileri olmadığını söylüyorlar. Ne bileyim, belki de doğrudur. Bir de siz konuşmak isterseniz dil konusunda yardımcı olurum.» Oğlanın yüzü şiş, yara bere içinde, bir gözü kapanmış. Önünde çömelerek yanağını okşuyorum.

«Bak oğlum,» diyorum kendi dilinde, «seninle konuşmak istiyoruz.» Tepki göstermiyor. Nöbetçi, «Numara yapıyor,» diyor. «Aslında anlıyor.» «Kim dövdü onu?» diye soruyorum. «Ben dövmedim, geldiğinde böyleydi,» diyor. «Seni kim dövdü?» Beni dinlediği yok. Omzunun üzerinden nöbetçiye değil de onun yanında duran Albay Joll’a bakıyor. Joll’a dönüyorum. «Daha önce böyle bir şey görmemiş olmalı.» Elimle göstererek, «Yani gözlükleri demek istiyorum. Sizi kör sanıyor herhalde.» Ama Joll gülümsemiyor. Tutukluların önünde başka bir kalıba girmesi gerekiyor anlaşılan. İhtiyarın önünde çömeliyorum.

«Bak baba, dinle beni. Sürüler yağmalandıktan sonra yakalayıp getirdik sizi buraya. Bu işin şakası yok bilirsin. Cezayı yersin, haberin olsun.» Diliyle dudaklarını ıslatıyor. Yüzü kül rengi, bitkin. «Bu beyi görüyor musun, baba? Bu bey başkentten geldi buraya. Sınır boyundaki tüm istihkamları geziyor. Görevi gerçeği bulmak. Bütün işi bu. Gerçeği arıyor. Bana anlatmazsan, onunla konuşmak zorunda kalacaksın, anlıyor musun?» «Beyim,» diyor. Sesi çatallaşıyor, gırtlağını temizliyor. «Beyim, haberimiz yok soygundan filan. Askerler hiç nedeni yokken yolumuzu kestiler, bizi bağladılar.

Doktora görünmek için çıkmıştık yola. Bu bacımın oğlu. Şifa bulmayan bir yarası var. Eşkiya değiliz biz. Aç göster yaranı beylere.» Çocuk dişleri ve elleriyle çabuk çabuk kolundaki sargıyı açmaya girişiyor. Kan ve irinle kurumuş bezin ucu etine yapışmış. Gene de kenarını kaldırarak kıpkızıl, azgın yarayı gösteriyor bana. «Gördün işte,» diyor ihtiyar. «Şifa bulmaz bir yara. Tam doktora gösterecekken askerler yolumuzu kesti, jlepai bu.» Konuğumla alandan geçerek geri dönüyoruz. Başlarının üzerinde çamaşır sepetleriyle sulama kanallarından dönen üç kadın geçiyor yanımızdan. Boyunları dimdik. Meraklı gözlerle izliyorlar bizi.

«Ne zamandır hiç tutuklu yotktu.» diyorum. «Rastlantı doğrusu. Genellikle barbarlar görülmez buralarda. Soygunlar önemsizdir. Arada birkaç koyun ya da yük hayvanı çalarlar trenlerden. Kimi zaman da biz onlara baskın yaparız. Bunlar çoğunluk küçük sürüleriyle ırmak boyuna yerleşmiş yoksul aşiretlerdendir… Böyle geçinir giderler işte. İhtiyar doktora gitmek istediklerini söylüyor, belki de doğrudur dediği. Yaşlı bir adamla hasta bir çocuğu kim takar peşine soyguna giderken?» Onlar için yalvardığımı fârkediyorum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir