Jack London – Ateş Yakmak

Adam, donmuş Yukon üzerindeki anayoldan ayrıldı, dik bir bayırdaki ladin ormanlığın arasından doğuya doğru uzanan az çiğnenmiş belli belirsiz toprak yola sapƨ; hava soğuk mu soğuk, ortalık puslu mu pusluydu… Bayır epeyce dikƟ, doruğa ulaşınca saaƟme bir göz atmak bahanesiyle durakladı: Dokuz olmuştu. Gökyüzünde bulut mulut yoktu, gel gelelim güneş de yoktu, dahası güneşin varlığını belirtecek en küçük bir ışık kırınƨsı bile yoktu. Açık bir gündü, ama güneş olmadığı için midir nedir, her şeyi cansıkıcı bir bezginlik kaplamışƨ; gözle görülmez elle tutulmaz bir örtü ortalığı bir kefen gibi sarıp sarmalayarak günü karartmışƨ sanki. Güneşin yokluğu adamı hiç mi hiç kaygılandırmıyordu. Güneşsiz havalara alışkındı çünkü. Günler var ki güneş yüzü görmemişƟ. O güleç yuvarlağın tam güney doğrultusunda, çevren çizgisinin hemen üstünde şöyle bir görünmesiyle batması için, daha birkaç günün geçmesi gerektiğini biliyordu. Adam döndü, geldiği yöne bir göz aƴ. Yukon İrmağı bir mil genişliğindeki yatağı ve alƨnda bir metre kadar buz tabakasıyla kaplı olarak boydan boya uzanıyordu. Bu buz tabakasının üstünde bir o kadar da kar vardı. Karlar bembeyaz, dalga dalga yayılıyordu. Buzların yer yer sıkışıp yükseldiği bölümlerde hoş büklümler oluşmuştu. Kuzey ve güney, göz alabildiğine bembeyaz uzanıp gidiyordu, yalnızca güneyde lâdin ağaçlarıyla kaplı adanın çevresinde döne dolaşa ilerleyen ve kuzeyde yine ağaçlar içindeki başka bir adanın yanından kıvrıla büküle dolanarak gözden yiƟp giden esmer bir çizgi bölüyordu bu beyazlığı… Bu esmer çizgi yoldu – anayol- güneye doğru beş yüz mil ötede Chilcoot geçiƟ’ne, Dyea’ya, tuzlu suya uzanırdı; kuzeye doğru yetmiş mil ötede Dawson’a, yine kuzeye doğru bin mil ötede Nulato’ya çıkardı; buradan bin beş yüz mil daha gidildi miydi Bering denizi kıyısında St. Michael’e varılırdı. Gelgeldim bütün bunlar -taa uzaklara uzanan saç teli gibi bu ipincecik bu gizemli yol; güneşsiz gökyüzü; bu amansız soğuk; ve bu garip, bu yabanıl tekinsizlik- adamı hiç etkilemiyordu.


Üstelik bütün bunlar hani öyle yıllardır alışık olduğu şeyler de değildi. Tam tersine buralara yeni gelmişƟ henüz, yabancıydı, bir chaqueo idi, daha ilk kışıydı. Bu ilgisizliğinin asıl nedeni imgeleminin güçsüz lüğüydü. Yaşamın olayları karşısında öyle ha deyince yelkenleri suya indirmezdi hemen, eli çabuktu, tuƩuğunu koparıverirdi; gelgelelim, işin nedenini niçinini uzun boylu kurcalamaz, olayları derinlemesine çözümlemeye, anlamlarını kavramaya kalkmazdı. Sıķrın alƨnda elli derece, eksi elli derecelik bir soğuk demekƟ. Bu gerçek onu yalnızca üşüdüğünü ve rahatsız olduğunu düşünmeye yönelƟrdi, hepsi bu. Sıcakkanlı bir yaraƨk olarak dayanıksızlığını, insanoğlunun zayıflığını ve ancak belirli sıcaklık ve soğukluk sınırları arasında yaşayabildiğini düşünmeye yöneltmezdi; bu gerçekten kalkarak ölümsüzlük üzerine, insanın evrendeki yeri üzerine düşüncelere dalmazdı. Eksi elli derece demek, insanı rahatsız eden korkunç bir soğuk ve buna karşı korunmak için eldivenler, kulaklıklar, sıcacık makosenler, kalın çoraplar giymek demekƟ. Adam için sıķrın alƨnda elli derece demek, yalnızca sıķrın alƨnda elli derece demekti. Bunun başka bir anlamı olacağı aklının kıyıcığından bile geçmezdi. Yeniden yola koyulmak için dönerken dalgın dalgın tükürdü. Keskin, kupkuru bir çıƨrƨ işiƟnce irkildi. Bir kez daha tükürdü. Tükürüğü yere düşmeden havada çıƨrdadı. Sıķrın alƨnda elli derecede tükürüğün kara değer değmez çaƨrdadığını biliyordu.

Gelgelelim bu daha havadayken çaƨrdıyordu. Besbelli elli dereceden daha soğuk olmalıydı, ama ısı kaç derece düşmüştü onu bilmiyordu. Aslında derecenin önemi yoktu. Henderson Irmağı’ nın sol yakasında arkadaşlarıyla buluşacağı madene gidiyordu. Onlar, Indian Creek üzerinden gitmişlerdi oraya; oysa adam kesƟrmeden gitmemiş, ilkbaharda Yukon adalarından ne kadar kereste çıkarılabileceğine bakmak için uzun yolu seçmişƟ. Saat alƨ dedi mi kampta olurdu; gerçi o zamana dek karanlık çoktan, basƨrırdı, nasıl olsa çocuklar kamptaydı, ateş yakılmış, sıcacık da yemek hazırlanmış olacakƨ. CekeƟnin alƨndaki şişkinliği şöyle bir yokladı, öğle yemeği orada duruyordu. Çıplak eƟyle gömleği arasına koymuştu pakeƟ. Peksimetleri donmaktan korumanın başka yolu yoktu. Peksimetleri düşünürken keyifli keyifli gülümsedi; her biri domuz yağma batırılmış, aralarına da birer dilim domuz pastırması konulmuştu. Büyük ladin ağaçları arasına daldı. Yol belli belirsizdi. Son kızağın geçişinden bu yana yarım metre daha kar yağmışƨ. Kızaksız oluşuna sevindi, böyle hafif bir yükle yola çıkmakla iyi etmişƟ. Aslında mendiline sarılı öğle yemeğinden başka bir şey taşımıyordu.

Havanın bu denli soğuk oluşuna şaşıyordu. Eldivenli eliyle uyuşmuş burnunu ve elmacık kemiklerini ovuştururken havanın gerçekten de çok soğuk olduğu sonucuna vardı. Adamın sakalları gür ve kabaydı, ama yüzündeki kıllar ne yanaklarını ne de ısırıcı havaya meydan okurcasına uzanan sivri burnunu koruyamıyordu. Adamın hemen ardı sıra bir köpek koşuyordu; iri, yerli bir Eskimo köpeğiydi bu, saŅan kurt köpeğiydi; boz renkli tüyleri, haƩa huyu suyu ƨpaƨp kankardeşi vahşi kurta benziyordu. Hayvancağız ezilip büzülüyordu soğuğun etkisiyle. Yola çıkılacak zaman olmadığını biliyordu. Adamın aklıyla anlayamadığı şeyi o içgüdüsel olarak kavramışƨ. Aslında, hava sıķrın alƨnda elli dereceden de daha soğuktu, altmıştan da, yetmişten de… Sıķrın alƨnda tam yetmiş beş dereceydi. Donma noktası sıfırın üstünde otuz iki derece olduğuna göre, dondurucu soğuk sıfırın alƨnda yüz yedi derece demek oluyordu. Köpek termometreler konusunda hiçbir şey bilmezdi. Beyninde, adamın beyninde olduğu gibi, havanın korkunç soğuk oluşuna ilişkin belirli bir kavram bile yoktu belki de. Ama içgüdüsü vardı. Kendisini adamı izlemeye zorlayan ve ne olduğunu kavrayamadığı belli belirsiz bir kaygı duyuyordu; adamın, alışkın olmadığı her harekeƟni kolluyor, başını sokacak bir kamp bulmasını, sığınacak bir yer bulup ateş yakmasını umutla bekliyordu. Köpek ateşi öğrenmişƟ, ateş isƟyordu; ya da karlar içine gömülerek soğuk havadan korunmak istiyordu. Köpeğin soluğundan çıkan nem ince bir kırağı tabakası halinde tüylerinin üstünü kaplamışƨ; çenesi, burnu, kirpikleri soluğundaki nemin donarak camlaşmasıyla bembeyaz kesilmişƟ.

Adamın kızıl sakalı, bıyıkları da ƨpkı köpeğinki gibi kristalleşmiş taneciklerle bembeyaz olmuştu, ne var ki adamın suraƨndaki kırağı tabakası daha yoğundu; nemli soluğunu her alıp verişinde kılların üstündeki buz tabakası daha da büyüyordu. Adam aynı zamanda tütün de çiğniyordu, çenesindeki buz tabakası dudaklarına kadar yanaklarını tümüyle kaplamışƨ, dudaklarını iyi açamadığı için tükürdüğü tütün arƨkları hemen oracığa takılıp kalıyor, bunun sonucunda da çenesinden aşağı doğru kehribar rengi ƨkız bir sakal sarkıyor, uzadıkça da uzuyordu. Hani adam bir düşecek olsa buzdan sakalı da cam gibi, bin parçaya ayrılacakƨ. Ama adam çenesindeki bu eklenƟye aldırmıyordu bile, bu ülkede tütün çiğnemenin de böyle bir cezası vardı işte, üstelik bundan, önce de iki kez soğuk havada yolculuk etmişƟ. Ama o zaman hava böylesine soğuk değildi, bunu iyi biliyordu; Sixty Mile’daki termometreye göre ısı sıķrın alƨnda elliye, elli beşe düşmüştü, bunu da biliyordu. Ormanlık alanda birkaç mil yol aldıktan sonra yamaçtan indi, donmuş bir ırmak yatağına girdi. Burası Henderson Creek’Ɵ, ikiye ayrıldığı yere on mil kalmışƨ. SaaƟne bakƨ. On olmuştu. SaaƩe dört mil alıyordu. Bu gidişle saat yarımda ırmağın iki kola ayrıldığı çatal ağzında olacakƨ demek ki. Öğle yemeğini orada yiyerek başarısını kutlamaya karar verdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir