Jack London – Jerry

Buharlı gemi Makambo, çıktığı Avustralya seferinde Salomon Adaları’na ve Yeni Gine’ye de uğrar, her beş haftada bir olmak üzere Tulagi Limanı’na da uğrak verirdi. O geldiği zaman ada halkı bayram yapardı. Çünkü herkese iş çıkardı. Limandaki kayıkçılar bile gemiden adam taşıyarak, para kazanırlardı. Çocukları da bu kayıklarda olurdu. Çünkü babaları içki içecek kadar çok para kazandıkları için yavrularını da yanlarına alır, onlara da harçlık vermekten kaçınmazlardı. İşte Makambo Gemisi’nin limandan demir alıp yola devam edeceği günün akşamı, Öjeni adlı zenci köle gemisinin kaptanı Kellar, adalar komiserini ziyaret için karaya çıkmış, dönüşünde gemisinde taşıdığı zencilere bekçilik eden köpeği Mişel’i kumsalda unutmuştu. Bu onun ilk unutkanlığıydı. Yoksa Kaptan Kellar, epeydir bu işi yapıyor ve asla böyle bir yanlışa düşmüyordu. Gece yarısına doğru köpeğinin gemide bulunmadığını fark eden kaptan, onu aramak için bir kez daha karaya çıktı. Birkaç adamıyla birlikte kıyının ve limanın her köşesini bile arayıp tarayarak köpeği Mişel’i bulmaya çalıştı. Hatta küçük yelkenlilerin bulunduğu işlek kayıkhanelere bile tek tek baktı ama çabaları boşunaydı. Gerçekten Mişel, Öjeni Gemisi’nden Makambo Gemisi’ne geçmişti. Ama nasıl olmuştu bu? Gelin öğrenelim: Makambo Gemisi’nde Dagharti adında bir kamarot vardı. Gemilerdeki tüm kamarotlar gibi görevi, geminin yemek servisiyle ilgilenmek, diğer kamarotlara göz kulak olmaktı.


Ama gerçekten bu adam çok daha iyi hizmetleri başaracak yetenekte, akıllı bir insandı. Hain değildi hiç. Sağlıklıydı, çevresine neşe saçan, güçlü, iri yapılı bir adamdı; dediklerine göre yirmi yıldır tek bir gün boş durmamıştı. Ancak tek bir günü bile günde altı litre bira içmeden geçirmemişti. Bu günleri o övünç vesilesi olarak herkese göstermekten de büyük zevk duyar, kendisinin bu yönünün çok beğenilmesini isterdi. Evet, komutasında çalıştığı bütün kaptanlar buna tanık olmuşlardı. Hatta yolcularına, denizcilik tarihinde hiç görülmemiş, bilinmemiş bir örnek diye kamarotu göstermekten geri kalmazlardı. “Şu adama çok iyi bakınız,” derlerdi. “Tuhaf bir adı vardır ve biz ona ‘Fıçı adak’ deriz. Yirmi yıldan beri günde altı litre birasını gövdeye indirmeden bir tek gün bile geçirmemiştir Oysa pek o kadar akıllı biri olduğu söylenmese de, ona ayyaşın teki de denilemez. Çünkü onca birayı kafasına diktiği halde, bu kadar birayı sürekli içmeye kendince alışık olduğu halde, pek o kadar kendini sarhoş da etmezdi bu biralar.” Ve Dagharti de kaptanının kendi hakkında neler söylediğini, hatta söyleyeceğini bilirdi. Ancak o, başarılarından büyük bir övünç payı çıkarır, bundan mutlu olurdu. Yaptığı her işte olanca gücüyle çaba gösterirdi. Canla başla sarıldığı bu işlere ise ne kadar sağlam bir vücut yapısına sahip olduğunu daha iyi kanıtlamak için içtiği altı şişeye bir yenisini, yani yedinci şişeyi eklemekten de hiç kaçınmazdı.

Arkadaşımız Dagharti, bütün gücü ve görkemliliğiyle dünyaya sanki böyle kafa tutar, işine çok özen göstererek, yine yaşam savaşından öç alırdı. Evet, işte bizim gemi işçisinin böyle garip bir ünü vardı. Dag, sanki bu evrende, dünyanın bazı küçük bölgelerinde yaşayıp giderken, yalnızca bira içebilmek amacıyla yaşadığını belirtmek, böylece tüm güzelliklere ulaşabileceğini kanıtlamak isterdi. Bu dünyada yalnızca bira içmek üzere yaşadığını ifade edebilmek için tüm düşüncesi, tüm eforu ve enerjisi bu şöhretini korumaya doğru dönmüştü, kayıp gitmişti diye konuşabiliriz pekâlâ. Onun tek tutkusu vardı: “Her gün hiç sektirmeden, altı şişe ya da litre birasını içen adam” olmak ya da olabilmek, tek göstergesi ve tutkusu buydu anlaşılan. Fakat bu biraları rahat içebilmek ve cep doktorunu üzmemek için gerekli olan bu parayı bir araya getirmek için de boş vakitlerinde bulabildiği ek işler yapıyor, o yörede hemen alıcı bulan sedef taraklar ve başka süs eşyaları yaparak, kendine rahatça altı şişe bira almak için yeni işler yapıyordu. Bunlar Dag’a ufak bir ek kazanç sağlamaktaydı. Bunlar dışında bazen de çevrece hiç de hoş karşılanmayan yollara da başvuruyordu. Sözgelimi başkalarının köpeğini çalmak gibi. Belli bir şeydi bu. Her gün ara vermeden içtiği altı litre biranın parasını ödeyecek birinin olması gerekiyordu.O da Dagharti’den başkası olamazdı. İşte o akşam Dag, o gece Mişel’i, bu yüzden iskele lombarlarının birinden, sessizce Makambo Gemisi’ne alıvermişti. Mişel, Kaptan Kellar ile kendisini karaya çıkartıp bir yere bırakan kayığı kumsalda ararken, saçları manzarasına uygun düşecek hafiflikte kırlaşmaya başlayan, eti butu yerinde ve göbekli kamarotla karşılaşmıştı. Tıknaz kamarotla aralarından tez zamanda bir dostluk kuruldu, Mişel’in.

Çünkü kendisi gibi kardeşi Jerry de bir İrlanda Teriyesi idi. Mişel kardeşine göre çok daha sıcak ve sokulgan yaradılıştaydı. Görünüşü daha çok köpeği andırıyordu, onun. Üstelik de çok daha sokulgandı. Gerçi o yaşa kadar pek fazla beyaz adam tanımamıştı. Ancak bu kadarı bile onları sevmesine ve onlara alışmasına yetmişti. Artık her zaman olduğu gibi beyaz adamlara duyduğu yakınlığı kamarot Dagharti’ye de göstermekten çekinmeyince, Dagharti da ona sordu: “Hey, beyaz adamların güzel köpeği, buralarda, Zencilerin ülkesinde ne işin var senin?” Mişel, bu övgüyü minnetle karşılamış, biraz geri çekilerek, alçakgönüllü bir tavırla karşılık vermiş, bu arada kulaklarını dikmeyi, gözlerini ise sevinçle parlatmayı kesinlikle unutmamıştı. Bu oyun o anda Dag’ın gözünden kaçmadı. Çünkü bir köpeğe daha ilk bakışta notunu vermekte, onu beğenmekte ya da ötelemekte oldukça becerikliydi. O halde buna da öyle bir rol kesip biletini öyle imzalamalıydı. Zencilerin Öjeni Gemisi’nin yükünü boşaltmakta olan kayıkları aydınlatmak üzere tutmuş oldukları fenerlerin ışığında, köpeği pür dikkat incelemeye aldı. Çok geçmeden de Mişel’in yalnızca sokulgan ve iyi huylu değil, aynı zamanda da çok değerli, akıllı bir köpek olduğunu anlayıverdi. Bunun sonunda da çevresini “Acaba gören var mı?” gibilerden kaçamak bakışlarla taradı. Bakan eden yoktu. Herkes kendi işiyle gücüyle uğraşıyor, kendi işine bakıyordu.

Zaten yakınlarda gemiden indirilen yüke fener tutan zenci işçilerden başka kimsecikler de yoktu. Dag, köpeğe bir kez daha gözlerini dikti ve o anda kesin kararını aklına yerleştirdi. Bu köpeği kendi gemisine uçuracaktı. Yoksa büyük bir şey yitireceğinden emin olabilirdi. İlkin saf saf düşünerek, fenerlerin oluşturduğu ışık çemberinin kırılmayan dış kısmına çıkmak için adımlarını o yana doğru attı. Kumsalda geziniyormuş gibi yaptı. Aşağı yukarı yüz metre uzaklaşınca, kuma oturup beklemeye başladı. Öte yandan da kendi kendine yorumlar yapıyor ve bir şeyler mırıldanıyordu. Karanlıkta kayıkların kıyıya yanaştığını belli eden kürek seslerine bir kez daha kulak verdi. Mırıldanması artık duyulur olmuştu:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir