John Steinbeck – Sardalye Sokağı

California’da Monterey’in Sardalye Sokağı bir şiir, bir koku, gıcırtılı bir ses, bir ışık demeti, bir renk, bir itiyat, bir özlem, bir rüyadır. Sardalye Sokağı bir araya toplanmış, darmadağın olmuştur. Teneke, demir, pas, kıymıklı tahta parçası, delik deşik kaldırım, ot bürümüş arsa, hurda yığını, oluklu saçtan yapılmış sardalye kutuları, korna sesleri, aşçı dükkânları, kerhaneler, küçücük yerlere tıkılmış bakkal dükkânları, laboratuvarlar ve serseri yataklarıyla doludur. Buranın sakinleri de vaktiyle birinin dediği gibi, «orospular, pezevenkler, kumarbazlar ve eşşoğlu eşşekler»den ibarettir ki; bununla bütün mahalle halkı anlatılmış olur. Ama bunu söyleyen adam bir başka delikten bakıverseydi mahalleye, onlar için «evliyalar, melekler, mazlumlar ve mübarek insanlar» diyebilirdi, o zaman da yine herkesi tanımlamış olacaktı. Sabahları sardalye avından dönen kafileler düdüklerini çala çala salınaraktan koya gelirler. Batasıya yüklü gemiler konserve imalâthanelerinin kuyruklarını denize saldığı yerde kıyıya çekilirler. Bu benzetme özellikle yapılmıştır, çünkü imalâthaneler körfeze ağızlarını verecek olsalardı, kutulanmış sardalyelerin öteki ucundan çıkışı mecazen bile olsa pek dehşet verici bir şey olurdu. Ondan sonra fabrikaların düdükleri haykırmaya başlayınca, bütün mahalle birden ayaklanır; kadın erkek herkes alelacele sırtlarına bir şey geçirerek yallah sokağa, işe koşarlar. Daha sonra gıcır gıcır arabalar yukarı sınıfları aşağı taşımağa başlar; muhasebeciler, müdürler, patronlar yazıhanelerine girip gözden kaybolurlar. Derken İtalyanlar, Çinliler, Polaklar; pantalon ve lâstik çizme giyinmiş, muşamba önlüklerine bürünmüş kadınlı erkekli bir alay insandır sökün eder. Yakalanan balıkları temizleyip, pişirip kutulara yerleştirmek için koşarak gelirler: gümüşî balık nehirleri gemilerden fabrikaya aktığı sürece ve tekneler suyun üstünde biraz daha yükselerek bomboş kalıncaya kadar bütün sokak bir bağırtı, bir çağırtı, çığlıklar içinde çalkalanır durur. En son balık da temizlenip pişirilerek kutulanıncaya kadar sardalye imalâthaneleri gürültü, patırdı, bağırış çağırışla inilder; sonra düdüklerin sesleri yeniden duyulur, üstünden sular sızaraktan balık kokan yorgun İtalyanlar, Çinliler, Polaklar kadınlı erkekli sokağa dökülür, evlerine doğru yavaş yavaş tepeyi tırmanmaya başlayınca, Sardalye Sokağı yeniden kendini bulur, sessiz ve sihirli haline bürünür. Normal hayat geri dönmüştür. Can sıkıntısıyla selvi ağaçlarının gölgesine sığınmış serseriler ortaya çıkar, boş arsalara bırakılmış paslı borular üzerinde toplanırlar.


Dora’nın evindeki kızlar eğer güneş varsa sırtlarını ısıtmak için dışarı fırlarlar. Doktor -herkes onu sadece Doc diye bilir- Batı Biyoloji Laboratuvarından karşı yana geçerek Lee Chong’un dükkânından yarım galon bira almaya gider. Ressam Henri burnunu cins bir airdale gibi bir arsaya yığılmış hurda yığınına daldırarak yapmakta olduğu kayık için işe yarar bir demir ya da tahta parçası arar. Derken akşam karanlığıdır çöker mahalleye. Dora’nın evinin önünde Sardalye Sokağı’na yapma bir mehtap getiren lâmba yanar. Doc’un ziyaretine gelen dostları Batı Biyoloji Lâboratuyarı’nın kapısını çalarlar, o da bira almak için yeniden sokağı geçip Lee Chong’un dükkânını boylar. Bu şiir, bu koku, gıcırtılı ses, ışıklı huzme, renk, itiyad, bu rüya bir arada nasıl yaşarcasına canlı tutulabilir? Deniz hayvanları topladığınız zaman bilirsiniz, birtakım öyle narin, nazik sülükler vardır ki, bir türlü tutamazsınız; elinizi değdirir değdirmez parçalanır, darmadağın olur. Bunları kendi hallerine bırakmak gerekir. Kendi kendilerine gelip bir bıçağın kenarına yapışmalarını beklemelisiniz, o zaman bıçakla birlikte alıp deniz suyu dolu bir şişeye boşaltırsınız. İşte bu kitabı yazmak da onun gibi bir şey olacak; sayfayı açalım, o hikâye kendiliğinden gelip doldursun. Lee Chong’un bakkal dükkânı hiçbir zaman bir derli topluluk örneği olmamakla birlikte, çeşit bakımından eşi benzeri yoktu. Yeri küçük, eşyaları tıklım tıklımdı ama o bir tek odanın içinde elbise, taze ve konserve yiyecek, içki, tütün, balıkçılık takımları, kazıklar, ipler, kasketler, do muz etleri, kısaca insan yaşamak ve mutlu olabilmek için aradığı her şeyi bulabilirdi. Lee Chong’da bir çift terlik, ipekli bir kimono, boy boy viski, puro alabilirdiniz. En zor beğenenleri bile tatmin edebilecek eşyaları uydurur, türlü şeyleri bulabilirdiniz. Lee Chong’un satmadığı tek malı da sokağın üst başında, arsanın bitişiğindeki Dora’nın evinde bulmak mümkündü.

Dükkân şafakla birlikte açılır ve son serseri metelik harcanana veya ortadan çekilene kadar da açık kalırdı. Bu Lee Chong’un tamahkârlığından değildi; değildi ama birinin harcanacak parası varsa yolunda bulunmuş olmak isterdi. Çevrede edindiği mevkie tabiatının izin verdiği ölçüde kendi de şaşıyordu. Aradan geçen yıllarda Sardalye Sokağı’nda herkes kendisine borçlanmıştı. Ama o, müşterilerini hiç sıkıştırmazdı. Yalnız hesap belirli bir sınırı aşarsa veresiyeyi birdenbire kesiverirdi. Borçlular da yukarı tırmanıp alışveriş için şehre gideceğine, ya borcunu öder veya hiç olmazsa ödemeye çalışırdı. Lee yuvarlak yüzlü kibar bir adamdı. R. harfini kullanmadan, tumturaklı bir İngilizce konuşurdu. California’da Çinlilere karşı bir mücadele açıldığı zaman onun başına da bir paha biçilmişti. O zaman Lee gizlice San Francisco’ya kapağı attı, bir hastahaneye sığınıp mesele unutuluncaya kadar ortalıktan kayboldu. Kazandığı parayı ne yaptığını bilen yoktur. Belki hiç kazanmıyordur da ondan. Belki de bütün serveti bir türlü ödenmeyen faturalarda kalmıştı.

Ama iyi yaşar, çevrede herkesten saygı görürdü. Daha fazlası gülünç olacak bir ölçüye kadar müşterilerine güvenirdi. Bazan, ufak tefek hatalar yaptığı da olurdu ama bunları da başka şekilde olmasa bile iyi niyetle kendi lehine çevirmesini bilirdi. Sefalet Palas ve Lokantası sorununda da öyle olmuştu ya. Lee Chong’un yerinde kim olursa olsun bunu yüzde yüz kayıp olarak sineye çekmekten başka çare bulamazdı. Dükkânda Lee Chong’un yeri, puroların bulunduğu tezgâhın arkasıydı. Hesap makinesi solunda, küçük hesap tahtası sağında dururdu. Tezgâhın camlı kısmında esmer renkli purolar, sigaralar, Bull Durham’lar, Dük harmanı, Beşkardeşler durur; arkasında duvardaki rafta da boy boy Old Green River, Old Town House, Old Colonel ve mahallede pek rağbet edilen, dört ay dinlendirildiği garantili Old Tennessee -mahalle buna old tennis shoe (eski tenis ayakkabısı) derdi- marka viskiler sıralanmıştı. Lee Chong’un viskilerle müşterileri arasında oturması sebepsiz değildi. Bazı açıkgözlerin bir zamanlar dikkatini dükkânın başka köşelerine çekmeye çalıştıkları olmuştu. Bu yüzden Lee, tezgâhın bu köşesinden hiç ayrılmaz, diğer taraflara yeğenleri, oğulları, gelinleri bakardı. Tombul narin elini camın üstüne kor, birer sosisi andıran parmakları durmadan oynardı. Tek süsü sol elinin orta parmağındaki enlice nişan yüzüğüydü. Bu yüzüklü parmağıyla hep önünde duran, dişleri çoktan aşınmış lâstik tablaya vurur dururdu. Derli toplu, iyiliksever bir ağzı vardı ve gülümsediği zamanlar altın dişleri cana yakın sıcak bir parıltıyla yanıp sönerdi.

Yarım camlı bir gözlük takardı ve her şeyi ancak bu camların arkasından lâyikiyle görebildiği için, uzağa bakması gerektiğinde başını arkaya doğru eğmek zorunda kalırdı. Sosisleri andıran hareketli parmakları küçük hesap tahtasının üstünde faizleri, toplamaları, çıkarmaları hesaplarken, dost bakışlı elâ gözleri dükkânın içinde dolaşan müşterilerinkiyle karşılaşacak olursa dişleri bir an için yanıp sönerdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Steinbeck “düşkünlerin” hikayelerini anlatan ve onların düşkünlüklerindeki yücelikleri gören büyük bir yazar.