Jules Verne – Clovis Dardentor

Paris-Akdeniz hattında çalışan trenden Cette garında indiklerinde, Marcel Lornans, Jean Taconnat’ya: “Geminin hareketine kadar ne yapacağız?” diye sordu. “Hiçbir şey,” diye karşılık verdi Jean Tocannat. “Yine de, yolculuk rehberine bakılırsa, Languedoc kanalının son durağı olan limanın kurulmasından sonra geliştiği için, kökeni pek de eski çağlara dayanmasa da, Cette ilginç bir şehir olmalı, ne de olsa, 14. Louis tarafından kurulmuş. “Ve belki de, bu 14. Louis’nin hükümdarlığı sırasında yaptığı en yararlı iş olmalı!” dedi Jean Taconnat. “Hiç şüphe yok ki, Büyük Kral, bizim 7 Nisan 1885 günü buraya geleceğimizi öngörmüş. “Biraz ciddi ol, Jean ve unutma ki Güney bizi duyabilir! Cette’de olduğumuza göre, Cette’i, havzalarını, kanallarını, limanını, on iki kilometrelik rıhtımlarını, bir su kemerinin berrak sularıyla yıkanan gezinti alanını ziyaret etmemiz bana oldukça makul görünüyor.” “Joanne’dan 1 söz etmeyi bitirdin mi, Marcel?” “Belki de Venedik’in yerini tutabilecek bir şehir haline gelebilirdi,” diye devam etti Marcel Lornans. “Ama yalnızca küçük bir Marsilya olmakla yetindi!” diye karşılık verdi Jean Taconnat. “Doğru söylüyorsun, sevgili Jean, o muhteşem Provence kentinin rakibi, ihraç ettiği şaraplar, tuzlar, rakılar, yağlar, kimyasal ürünlerle Akdeniz’in ondan sonraki en önemli limanı.” “Ve senin gibi kafa ütüleyicileri ithal eden…” diye ekledi Jean Taconnat. “Ayrıca ihraç ettiği ürünlerin arasında işlenmemiş deri, Plata yünü, un, meyve, morina balığı, fıçılık meşe tahtası, maden… ” “Yeter, yeter!” diye haykırdı, dostunun dudaklarından dökülen bu bilgi şelalesinden kurtulmak isteyen genç adam. “Ançüez ve sardalyelerin tuzlandığı işlikleri, yılda on iki, on dört bin ton tuz üreten tuzlalarını, iki bin işçi istihdam eden ve iki yüz bin fıçı imal eden fıçı işliklerini bir kenara bırakırsak,” diye devam etti acımasız Marcel Lornans, iki yüz yetmiş üç bin ton mal girişi ve iki yüz otuz beş bin ton mal çıkışı olan bir liman.” “Senin iki yüz bin kere içeri tıkılmanı isteyeceğim bir liman, geveze dostum! Ve tüm iyi niyetimle şunu sormak isterim, Marcel, tüm bu sınaî ve ticari harikalar, Afrika’daki 7.


Avcı Birliği’ne katılmak amacıyla Oran’a giden iki yürekli genci neden ilgilendirsin ki?” “Bir yolculukta her şey ilginçtir, hatta ilginç olmayanlar bile” diye yanıtladı Marcel Lornans. “Peki Cette’de kulakları tıkamaya yetecek kadar pamuk bulunur mu?” “Gezinirken bunu öğreneceğiz.” “Argeles iki saat içinde hareket edecek,” dedi Jean Taconnat, “bana kalırsa, en iyisi bir an önce gemiye binmek!” Ve belki de haklıydı. İki saatte, bu büyük şehrin ne kadarı gezilebilirdi (ve bu ne yarar sağlayacaktı?). Çıkışında yer aldığı su bendinin hemen yakınındaki Thau göletine gitmek, ardından, şehrin yamacına bir amfiteatr şeklinde kurulmuş olduğu, gölet ile deniz arasında yalıtık bir şekilde yükselen ve yakında çam ağaçlarıyla kaplanacak olan kireçli Saint-Clair dağını tırmanmak gerekecekti. Okyanusa Midi, iç bölgelere ise Beaucaire kanalı ile bağlanan ve biri Bordeaux’dan diğeri ise merkezden olmak üzere, iki demiryolu hattı ile Fransa’nın merkezine ulaşılan güneybatının bu önemli limanı, birkaç gün için turistlerin ilgisini çekmeyi hak etmiyor muydu? Bununla birlikte, fazla ısrar etmeyen Marcel Lornans, uysal bir şekilde, valiz yüklü arabayı itmekte olan hamalın ardından giden Jean Taconnat’ı izledi. Kısa bir yürüyüşten sonra, iki gençle aynı istikamete doğru devam edecek olan tren yolcularının şimdiden toplanmış olduğu eski havzaya ulaşıldı. Bir geminin hareketinden önce, her zaman için rıhtımda toplanan meraklılar yerlerini almıştı, ve otuz altı bin nüfuslu bir kent için sayılarının yüze ulaştığını söylemek abartı olmayacaktı. Cette’den, Cezayir’e, Oran’a, Marsilya’ya, Nice’e, Cenova’ya ve Barselona’ya düzenli olarak vapur çalışıyordu. Yolcular bize göre, İspanya kıyıları ve Akdeniz’in batısındaki Balear takımadaları tarafından korunan bu sularda yolculuk yapmayı tercih ederken, yerinde bir karar vermişlerdi. O gün yaklaşık elli yolcu, sekiz, dokuz yüz tonluk mütevazı bir ağırlığa sahip olan ve Kaptan Bugarach’ın yönetiminde arzu edilen tüm güvenceleri sağlayan Argeles’e binmek üzere bir araya gelmişlerdi. Kazanlarının yanmasıyla, bacasından siyahımtırak duman kıvrımları yükselen Argeles, doğudaki Frontignan dili boyunca, eski havzanın iç bölümüne palamarlanmıştı. Kuzeyde, üçgen biçimiyle, denize açılan kanala bağlanan yeni havza beliriyordu. Karşı istikamette, limanı ve Saint-Louis mendireğini koruyan dairesel top bataryası bulunuyordu. Bu mendirekle Frontignan dilinin uzantısı arasında yer alan kolay aşılabilir bir geçit eski havzayla bağlantıyı sağlıyordu.

Yolcular Argeles’e bu dilden binerken, Kaptan Bugarach yüklerin güvertedeki muşambaların altına istiflenmesini bizzat denetliyordu. Taş kömürü, fıçılık meşe tahtası, yağ, tuzlama ve Cette antrepolarında bol miktarda üretilerek ihraç edilen seyreltilmiş şarapla yüklenen sintine ambarında boş bir yer bulabilmek mümkün değildi. Birkaç yaşlı denizci, rüzgârlarla esmerleşmiş yüzleri, çalı gibi kalın kaşlarının altında parıldayan gözleri, iri ve kırmızı kepçe kulaklarıyla, sürekli bir yalpanın etkisiyle sallanan kıç güvertede pipolarını tüttürerek sohbet ediyorlardı. Söyledikleri, otuz, otuz altı saatlik bir yolculuk için şimdiden heyecanlanmaya başlayan yolcuların içini rahatlatıyordu. “Güzel bir hava,” diyordu biri. “Rüzgârın kuzeydoğudan eseceği her halinden belli,” diye ekliyordu diğeri. “Balear’ların etrafında hava sert olmalı,” diye yorumluyordu, tırnağının ucuyla sönmüş piposunun küllerini eşeleyen bir üçüncü. “Rüzgârı arkadan alacak olan Argeles, saatte on bir deniz mili hıza ulaşmakta zorlanmayacak,” diyordu, gemideki görevini devralan baş kılavuz. “Zaten, Kaptan Bugarach yönetiminde hiçbir şeyden kaygılanmak gerekmez. Rüzgâr şapkasının altında ve yelkenlerini şişirmek için onu çıkarması yeterli olacak!” Bu deniz kurtları kendilerinden çok emin görünüyorlardı. Ancak “kim yalan söylemek isterse, havadan söz eder” şeklinde ifade edilen gemici deyişini unutmamak gerekiyordu. İki genç bu saptamalara pek kulak asmıyor, hatta denizin durumu ve yolculuk sırasında yaşanacaklarla hiç ilgilenmiyorlarsa da, yolcuların büyük bölümü söylenenlere onlar kadar duyarsız kalmıyorlardı. Hatta bazılarının daha gemiye ayak basmadan önce, başları dönmeye, mideleri bulanmaya başlamıştı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir