O gün, 16 Ağustos, akşam saat altıda, kalabalığın gelişi gidişi ve gürültüsüyle her zaman gayet hareketli olan İstanbul’un Tophane Meydanı sessiz, mahzun, neredeyse ıssızdı. Boğaziçi’ne inen merdivenlerin başından bakıldığında yine aynı güzel manzara görülüyordu, yalnızca insanlar eksikti. Pera semtine giden, dar, pis, çamurlu, sarı köpeklerle dolu ara sokaklardan ancak birkaç yabancı geçiyordu, hızlı adımlarla. Özellikle Avrupalılara ayrılmış olan bu semt, tepedeki servi ağaçlarının oluşturduğu siyah perdenin üzerinden, beyaz, taş evleriyle seçiliyordu. Bu meydan her zaman bir resim kadar güzeldir. İlk anda dikkati çeken kıyafetlerin renk karmaşası olmadığında bile, Sultan Mahmut Camii’yle,* onun fidan gibi minareleriyle, Çin mimari tarzındaki küçük çatısından şu anda mahrum bulunan Arap stili güzel çeşmesiyle, bin çeşit şerbet ve şekerlemenin satıldığı dükkânlarıyla, Güzel koku ve tespih satıcılarının tezgâhlarıyla tezat oluşturan kabak, İzmir kavunu, Üsküdar üzümü dolu sergileriyle, kayıkçılarının ellerindeki çifte küreklerin Altın Boynuz’un ve Bogaz’ın mavi sularını dövmekten çok okşadığı, çiğ renklere boyanmış yüzlerce kayığın yanaştığı iskelesiyle bu meydan bir resim kadar güzeldir ve sanki göz zevki için yapılmıştır. * Nusretiye Camii, (ç.n.) Fakat bu saatte, Tophane Meydanı’nın her zamanki insanları neredeydi? Başlarına şık astragan kalpaklarını geçirmiş şu İranlılar, bin plili fistanlarını zarifçe sallayan Rumlar, neredeyse her zaman askeri kıyafetli olan şu Çerkezler, kendi sınırlarının dışında bile elbiseleriyle Rus kalmış olan şu Gürcüler, nakışlı ceketlerinin yakalarından güneş yanığı tenleri görünen şu Arnavutlar ve nihayet şu Türkler, şu Osmanlılar, eski Bizans’ın ve yaşlı İstanbul’un çocukları şu Türkleri neredeydiler. Hiç şüphesiz bu soruyu, araştıran gözlerle bakan, burunlarıyla havayı koklayan, mütereddit adımlarla, o saatte meydanda neredeyse tek başlarına dolaşan iki yabancıya, iki Batılı’ya sormanın gereği yoktu, çünkü ne cevap vereceklerini bilemeyeceklerdi. Ama iş bununla da bitmiyordu. Limanın öte tarafındaki asıl şehirde de bir turist aynı sessizlik ve ıssızlıkla karşılaşacaktı. Haliç’in diğer kıyısında, Eski Saray’la Tophane İskelesi arasındaki açık sahilde, sol kıyıya üç dubalı köprüyle bağlanan sağ kıyı üzerinde bütün İstanbul şehri uykuya dalmış gibi görünüyordu. Sarayburnu’ndaki sarayda kimse uyanık değil miydi? Sultan Ahmed, Bayezid, Ayasofya, Süleymaniye camilerinde ibadet edenler, müminler, hacılar yok muydu? Serasker Kulesi’nin,* şehirde sık sık çıkan yangınları gözetlemekle görevli ihmalci bekçisi, Galata Kulesindeki meslektaşı gibi şekerleme mi yapmaktaydı? Aslında, bu ıssızlık; Avusturya, Fransa, İngiltere’nin buharlı gemi filolarına, Haliç sularının, temellerini yaladığı evlere ve köprülere yanaşmak için acele eden çatanalara, kayıklara, buharlı şalupalara rağmen biraz azalmış gibi görünen limanın her zamanki hareketliliğini pek de etkilememişti. * Beyazıt Kulesi, (ç.n.) Bunca övülen İstanbul, Konstantin ve Fatih Sultan Mehmet’in iradesiyle gerçeğe dönüşen bu Şark rüyası burası mıydı? Meydanda amaçsızca dolaşan iki yabancı, işte kendilerine bu soruyu soruyorlardı ve eğer bu soruya cevap veremiyorlarsa bunun sebebi bu ülkenin dilini bilmiyor olmaları değildi. İkisi de yeteri kadar Türkçe biliyordu; biri, yirmi yıldır ticari yazışmalarında bu dili kullandığı, diğeri de, efendisinin yanında uşak sıfatıyla bulunmakla beraber, çoğu zaman ona sekreter olarak da hizmet verdiği için. Bunlar, talihin bir cilvesiyle Avrupa’nın en uç sınırlarına savrulmuş Rotterdam kökenli iki Hollandalı’ydı, Van Mitten ve Uşağı Bruno. Herkesin tanıdığı Van Mitten, kırk beş kırk altı yaşlarında, kumral saçlı, mavi gözlü, sarı favorili ve sakallı, bıyıksız, renkli yanaklı, yüzüne nispeten çok kısa burunlu, büyükçe kafalı, geniş omuzlu, ortadan biraz uzun boylu, hafifçe göbekli, ayakları,zarif olmaktan çok yere sağlam basan, yiğit görünüşlü, -ki bu ülkesinin bir özelliğiydi- bir adamdı. Van Mitten, karakter itibariyle belki biraz yumuşak görünüyordu. Kesinlikle tartışmadan kaçınan, her şeyi kabullenmeye hazır, emir vermekten çok itaat etmeye yatkın, sakin, soğukkanlı, iradeli davrandıklarını zannettikleri zaman bile iradesiz oldukları düşünülen yumuşak başlı ve geçinmesi kolay insanlar sınıfına giriyordu. Van Mitten, hayatı boyunca yalnızca bir kere öfkelenmiş, çok vahim sonuçlar doğuran bir tartışmaya girmişti. O gün, tamamıyla kendi karakterinin dışına çıkmış ama ardından, tıpkı eve döner gibi yine kendi karakterine geri dönmüştü. Aslında belki de, o karakteri tamamıyla bıraksa iyi ederdi, geleceğin kendisine neler hazırladığını bilse, muhakkak ki bunu yapmakta tereddüt etmezdi. Fakat, bu hikâyenin konusunu oluşturacak olaylar hakkında şimdiden karar vermek uygun düşmez. “Eveeeet efendim!” dedi Bruno, Tophane Meydanı’na geldiklerinde. “Evet Bruno?” “İşte, artık İstanbul’dayız!” “Evet Bruno, İstanbul’dayız, yani Rotterdam’dan birkaç bin fersah uzakta!” * Fersah: Yaklaşık 4 kilometrelik eski bir uzaklık ölçüsü, (yhn.) “Ne dersiniz,” diye sordu Bruno, “Hollanda’dan yeterince uzakta sayılır mıyız?” Van Mitten, sanki Hollanda, kendisini duyabilecek kadar yakınmış gibi kısık sesle cevap verdi: “Ne kadar gidersem gideyim yeterince uzaklaşmış olmam!” Bruno, Van Mitten için son derece sadık bir hizmetkârdı. Bu cesur adamın dış görünüşü biraz efendisine benziyordu. Ona karşı duyduğu saygı, uzun yıllardan beri birlikte yaşama alışkanlığı edinmesini sağlamıştı. Yirmi yıldır, belki de tek bir gün bile birbirlerinden ayrılmamışlardı. Bruno, ev içinde, bir dost değilse bile, bir hizmetçiden fazlaydı. Hizmetini akıllıca ve usulüne uygun olarak yerine getirir, Van Mitten’in yararlanabileceği tavsiyelerde bulunmaktan ya da efendisinin memnuniyetle kabullendiği serzenişleri dile getirmekten çekinmezdi. Onu kudurtan bir şey vardı ki, o da efendisinin herkesin emirlerine boyun eğmesi, başkalarının isteklerine karşı koymayı bilmemesi, kısacası karakterinin zayıf olmasıydı. “Bu yüzden başınız belaya girecek!” diye tekrarlardı sık sık, “dolayısıyla benim de!” Şunu da eklemek gerekir ki, kırk yaşındaki Bruno, tabiatı itibariyle sabit bir yerde oturmaktan hoşlanan ve seyahati eziyet kabul eden biriydi, insan bu şekilde kendini yorunca, vücut dengesi tehlikeye girer, halsizlik başlar ve zayıflardı. Oysa ki her hafta tartılmayı âdet edinmiş olan Bruno’nun heybetinden bir şey kaybetmeye niyeti yoktu. Van Mitten’in hizmetine girdiğinde ağırlığı yüz libre* bile yoktu, yani bir Hollandalı için utanç verici bir zayıflıktaydı. Bir yıldan daha kısa bir sürede, evin mükemmel düzeni sayesinde otuz libre almış ve insan içine çıkabilecek hale gelmişti. Yurttaşlarının ortalama ağırlığı olan, şu andaki 160 libreye ulaşma işini, alçakgönüllülük göstererek yaşlılık günlerine bırakmıştı.
Jules Verne – İnatçı Keraban 1. Cilt
PDF Kitap İndir |