Kate Brian – Gölgeler Diyarı

Buz kesmiş ellerini birleştirdi ve ovalamaya başladı. Sessiz ormanda düzgün tempoda ilerleyen kuru bir ses… Hava, bir bahar günü için kabul edilemeyecek derecede soğuktu. Bu işi bitirdikten sonra, daha sıcak bir yere taşınacaktı. Ancak şimdilik buradaydı ve güneş batmaya başlıyordu. Kız her an gelebilirdi. O zaman soğuğun bir önemi kalmayacaktı. Yakında elleri sıcacık olacaktı. Avuç içlerine üfledi ve The Long and Winding Road 1 ‘u mırıldandı. Bu şarkı, onu her zaman gülümsetirdi. Bir gürültü duydu. Bir çatırtı. Derisi arzuyla gerildi. Çömeldiği yerden azıcık doğruldu. Arkasına saklandığı sarp kayalıktan başını hafifçe öne uzattı, tel çerçeveli gözlüklerinin arkasından dışarıyı süzdü. İç geçirerek kıza baktı.


Ne kadar küçük, şuh ve dünyadan habersizdi. Sarı saçları kalın bir örgüyle sırtına düşmüştü. Onu baştan çıkaran da bu saçlardı. Saçları kalın, yumuşak ve altın gölgeliydi. Saçlarının ne kadar güzel olduğunun farkında bile değildi. Kendi güzelliğini bilmiyordu. Ona bu yüzden âşıktı. Kız kaygan, sudan aşınmış kayalık uçuruma ilerlemek üzere meşe ağacının yanından geçti. Zaman gelmişti. Gri, kanvas kurye çantasının yapraklarla, düzgünce gizlendiğinden emin olunca saklandığı kayalıktan dışarı çıktı. Yakınlardaki bir huş ağacından yere düşmüş bir dal, ağır botlarının altında çıtırdadı. Kız donakaldı. Adam ondan yayılan korkuyu hissedebiliyordu. Kız kendi etrafında hızla döndü ancak onu görmedi. Kollarıyla kendini sardı ve birkaç hızlı adım attı.

Ağır çantası sertçe sırtına vuruyordu. Adam, başka bir dala daha bastı. Bu kez dal ikiye ayrılmıştı. Kız yeniden durdu. Onun korkusunu tadabiliyordu artık, iyice bir yutkundu ve bu ekşi-tuzlu tadın keyfine vardı. Kız koşmaya başladı. Adam o arkasına baktığı an -kaçarken her zaman arkalarına bakarlardı- yola, kızın önüne fırladı. Ona çarptığında adam hiç sarsılmadı. Kızın neredeyse hiç ağırlığı yoktu. Var gücüyle çığlık attığında adamın içi katıksız bir keyifle doldu. Elleriyle kızın kollarını kavrayarak hareket etmesini engelledi. Kız kendini geriye çekti. Gözleri büyümüş, rengi atmış, cildi gerilmişti. Sonra onu gördü. Gerçekten gördü.

Ve bedeni birdenbire rahatlıkla gevşedi. “Bay Nell! Tanrım!” Eli kalbinin üzerindeydi. Her şey yolundaydı. Onu tanıyordu. Şimdi kendini güvende hissediyordu. Aptal kız. “Beni korkuttunuz! Burada ne işiniz var?” Adam, kısa bir anlığına bıraktı. Ona bu bir anlık bir güven verdi. Sonra usulca kendi dudaklarını yaladı. Hepsi bu kadardı. Korku, daha ateşli ve daha hızlı bir biçimde geri döndü. Kız, geriye bir adım attı, ancak uçurumun tam kenarındalardı. Tam da adamın tahmin ettiği gibi, sendeledi. Uzanarak kızın ince bileğini parmaklarıyla ve kendi hızını kullanarak onu kenara çekti. Diğer eliyle sırt çantasını yere attı.

Kız yeniden çığlık atmayı denedi ama adam bir eliyle boğazını, diğeriyle de çenesini sıkıştırdı. Tek bir hamleyle kızı arkasından kavradı. Lezzetli saçları dudaklarına sürtüyordu. Elbette kız, kurtulmak için mücadele etti. Her zaman mücadele ederlerdi. Değişkenlik gösteren tek şey bu mücadelelerin süresiydi. Yaşanacakların kaçınılmazlığını fark edene kadar geçecek o süre… Sonra olanı kabullenecekti. Bazıları neredeyse sonuna kadar direnirdi. Tırmalar, tekmelemeye çalışır, ısırır ya da yumruk sallarlardı. Bazılarıysa sadece yalvarmakla yetinirdi. Ancak ne yaptıklarının herhangi bir önemi yoktu. Çünkü sonuç her zaman aynıydı. Rory Miller, büyük ihtimalle yalvaranlar tarafında olacaktı. Onu aylarca izlemişti. Sonuna kadar karşı koyacak güçte biri olmadığını biliyordu.

Bilime olan tutkusunu ve kır koşusu yarışlarında aldığı dereceleri saymazsak, pek de ateşli biri sayılmazdı. Doğrusu, bu kızda özel olan neredeyse hiçbir şey yoktu. Saçları dışında. O güzel, altın saçları… Ağzını açtı, o güzel saçlardan bir tutamını dilinin altına aldı. Kız yeniden çığlık atmaya çalıştı ancak adanı onun ağzını o kadar sert kavramıştı ki, sesi çıkmıyordu. İn kaya parçası yalnızca birkaç adım ötedeydi. Kızın şakağını jilet kadar keskin, sivri uca vurarak kestiğini ve kafasında pis bir yara bıraktığını hayal etti. Ancak bu oldukça erken bir son olurdu. Yine de kayanın sivri ucuna doğru ilerledi. Tanı o sırada, topuğu ıslak bir yaprağa denk geldi ve kaydı. Bir anlığına dengesini geri kazanmaya çalıştı. Kızı sıkıca tutan eli yavaşça, gitgide gevşedi. Bu anlık bir hataydı ancak yine de yeterliydi. Genç kız, güçlü bir çığlık atarak sivri dirseğini adamın karın boşluğuna geçirdi. Adam iki büklüm olmuş nefes almaya çalışıyor ancak başaramıyordu.

Gözleri karardı. Eliyle kayanın soğuk yüzüne dayandı ve görüşü normale dönene dek gözlerini kırptı. İşte tam o sırada, yüzüne saplanmış kırık, sivri dal parçasının ucunu gördü. Çatırtıyı duydu. Yüzünden akan kanın tadını dayanılmaz bir acı izledi. Gözlükleri burnundan aşağıya düştü. Dizleri, yerdeki dondurucu çamura saplandı. Çamur, burnundan fışkıran kanlar yüzünden kırmızıya dönmüştü. “Seni orospu!” diye bağırdı, ağzından kanlar boşalarak. Ama kız gitmişti. Hayır. Hayır. Hayır. Bu yaşananlar gerçek olamazdı. Cebinden bir mendil çıkararak burnuna bastırdı ve sendeleyerek ilerledi.

Kollarına sayısız diken saplanmıştı. Yerdeki çalılar onu var gücüyle aşağı çekiyor, soğuk rüzgâr yüzünü ısırıyordu. Ancak o koşmaya devam etti. Kızın tadına bakmıştı bir kere. Ona sahip olmalıydı. Gözlükleri olmadan, her şey bulanıktı. Yine de gözüne bir belirti ilişti. Bir parıltıydı bu. Kızın beyaz kapüşonunun bıraktığı bir parıltı. Hızlandı. Kızı ve duyduğu korkuyu yeniden hissedebiliyordu. Yapması gereken tek şey bu kez aralarında biraz boşluk bırakmaktı. Parmaklarını esnetti. Yalnızca birkaç santim kalmıştı. Birkaç santim sonra kız yeniden onun olacaktı.

Yalnızca birkaç. Santim. Daha. Kör edici bir ışık parladı. Ne olup bittiğini fark etmeden önce kızın çığlığını duydu. Kız, ormanın sınırına gelmiş, bir yola ulaşmıştı. Şu andan itibaren ya ölüydü ya da kurtulmuştu. İçgüdüsel olarak ayağıyla toprağa vurdu. Burnu zonkluyordu. Üzerindeki soğuk ter, donarcasına üşümesine sebep oluyordu. Sesler geliyordu. Yardım çığlıkları… Yeniden, sinsice yola koyuldu. Çalıların ve ağaçların arasından temkinli bir şekilde ilerledi. Burada saklanabilirdi. Burada gözden kaybolabilirdi.

İyileşecekti. Ancak bu yeterli değildi. Çünkü kızı bir kere tatmıştı. Kızın tadına bakmıştı. Kızın tadına bakmıştı… Ona bu kadar yaklaşmış olduğunu bilirken nasıl kendini kurtarmaya bakabilirdi? Bu ihtiyaç asla bitmeyecekti. Onu elde edene kadar rahatlamayacaktı, bunu biliyordu. Ölmesin, diye dua etti, yaklaşan karanlığa doğru sızarken. Lütfen ölmesine izin verme. Kız ölmezse hâlâ bir şansı var demekti. Ölmediyse, ne yapar eder bir yolunu bulurdu. Her zaman ama her zaman bir yolunu bulmuştu. KAÇIŞ İnce dalın eğri ucu yanağımı kesmişti. Ciğerlerim, korku ve telaşla aldığım her nefeste yanıyordu. Gözlerim öylesine bulanıktı ki, nereye gittiğimi bilemiyordum. Ayağımın bir ağaç köküne takılmasıyla ileriye düştüm.

Onun arkamda, beni bütünüyle sarmış, ölüme sürüklediğini düşününce istemsizce çığlık attım. Yerden güçlükle kalkıp dizlerimin üzerine çöktüm ve derin bir nefes aldım. Sıcak nefesi ensemdeydi. Parmakları omzumu sıyırdı. Boğazım yırtılırcasına çığlık attım. Ancak geriye döndüğümde kimse yoktu. Güçlükle ayağa kalktım ve kaçmaya başladım. Pençe şeklindeki bir dalı kenara ittim ve devrilmiş bir akçaağaç gövdesinin üzerinden atladım. Gövdenin diğer yanındaki toprağa bastığımda neredeyse yeniden düşüyordum. Bu yaşananlar gerçek değildi. Gerçek olamazdı. Bay Nell benim öğretmenimdi. İyi ve eğlenceli bir adamdı. Herkes onun o sakin ve şapşal, eski tip öğretmenlerden olduğunu düşünürdü. Bu bir kâbus olmalıydı.

Birdenbire uyanacak ve bu yaşadıklarımın gerçek olduğunu düşündüğüm için kendime gülecektim. Arkamda bir dalın çatırdağını duydum. Bir ayak sesiydi. Yaklaşıyordu. Gözlerimin içine bakmış ve dudaklarını yalamıştı. Saçlarımın tadına bakmış ve inlemişti. Boğazım safrayla doldu. Bu şekilde ölmeyecektim. Onun bu tatmini yaşamasına izin vermeyecektim. Üniversiteye gidecek, doktor olacaktım, evlenecek, çocuk sahibi olacak, ödüller kazanacak, sahilde bir ev satın alacak, sayısız hayat kurtararak sevdiklerimin yanında ölecektim. Ya da kardeşim Darcy’nin söylediği gibi yalnız ve etrafım kedilerle çevrili bir şekilde… Nasıl olursa olsun, ölümüm bu şekilde olmayacaktı. Anlık umutsuz bir adrenalin patlamasıyla devam ettim. Birdenbire ağaçlar sona erdi. Artık ne ağaçlar, ne yapraklar, ne de çalılar vardı. Yalnızca pantolonumun dizlerini delen asfalt bir zemin ve bana doğru hızla yaklaşan bir arazi aracı görüyordum.

Kollarımı yukarıya savurmadan önce gördüğüm son şey, yüzüme doğru parlayan gümüş renkli bir ızgaraydı. Korkunç, sağır edici tiz bir ses yükseldi. Nefesimi tuttum ve kendimi gelecek darbeye karşı sağlamlaştırdım. “Rory?” Gözlerimi kırpıştırdım. Christopher’ın yüzüydü bu. Güzel, kusursuz ve şaşkın yüzü… Dümdüz siyah saçları alnından aşağı dökülmüştü. Saçları ıslaktı. Okulda duş almıştı belli ki. “Tanrım, iyi misin?” Ben geriye dönüp ormana bakarken, beni kollarımdan tutmuş yukarı çekti. Ayağa kalktığımda dizlerim boşaldı. Christopher’ın siyah-beyaz okul takımı formasının kollarından tutarak güç aldım. Elimin üzeri kan içindeydi. Çamur, kollarımı sırılsıklam etmişti. Vücudumun her bir zerresi titriyordu. “Arabaya bin!” diye haykırdım.

“Ne?” Kahverengi, sıcacık gözlerinin üzerindeki kaşlar çatıldı. “Rory, neler olu…” “Arabaya bin Chris!” diye bağırdım yine. “Buradan uzaklaşmamız gerek!” Gözlerimi ormandan ayırmadan, yolcu koltuğuna doğru sendeledim. Ağaçlar adeta dalgalanıyor, zemin beni içine çekiyordu. Ellerimle kaportaya tutunup güç aldım. Aldığım her nefesle başım biraz daha dönüyordu. Artık kendimi koyveremezdim. Güvende olmaya bu kadar yakınken vazgeçemezdim. “Tamam yanındayım,” dedi Christopher kulağıma. Arabaya binmeme yardımcı oldu ve kapıyı kapattı. Titreyen parmaklarımla yerine oturana kadar kapının kilidiyle oynadım. Görüşümün kenarında bir şey hareket edince irkildim ama tüylü kuyruğu görünce bir sincabın ağacın gövdesine tırmandığını fark ettim. “Rory neler oluyor?” diye sordu Christopher ve direksiyonun başına geçti. “Niye çamur içindesin?” “Sadece gidelim Chris, lütfen,” dedim yalvarırcasına. Vücudum öyle şiddetli titriyordu ki canım yanıyordu.

Nefesimi tutmaya ve titreyişimi kontrol etmeye çalıştım ama duramıyordum bir türlü. Ellerimi kollarımın altına koysam da, dizlerimi birbirine bastırıp çenemi sıkıca kenetlesem de durduramıyordum. “Evim hemen şura…” “Lütfen, sadece eve götür beni,” diye yalvardım. “Ayrıca polisi aramalıyız.” “Neden?” diye sordu Christopher. Yüzü iyice solmuş bir halde bana şöyle bir baktı. “Rory?” dedi gergin bir sesle. “Ne oldu?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir