Don, Fyon’da geçen zamanın elle tutulabilecek kadar belirli olduğunu hissediyordu. Zaman, sanki palmiye ağaçlarının geniş yapraklarından tembel tembel süzülüp, hurma ağaçlarının dökülmüş sarı ve pembe yapraklarından meydana gelmiş gevşek havuzlarda toplanıyormuş gibi görünüyordu. Fyon’un üzerinde her gün esen meltem rüzgârlarının ılık ve tazeliği insanın içine rahatlık veriyordu. Palmiye ağaçlarının uzun gövdeleri, sanki zamanın akışını önlemek istermiş gibi rüzgârın esiş yönünün aksine doğru yatmıştı. Plajın ılık pembe kumları kadife kadar yumuşaktı. Hafif dalgalar pembe kumların üstüne kadar çıkıyor, sonra geri süzülerek kumlar üzerinde değişik şekiller meydana getiriyordu. Fyon’u ağaçlandıran botanistler hiç bir masraftan kaçınmamışlardı. Ağaçların altında vanilya orkidelerinin yatakları vardı. Yapraklarının en hafif kıpırdayışı bile, havaya mis gibi vanilya kokusu yayıyordu. Her tarafta renk renk sardunya çiçekleri dikilmişti. Leylâk ağaçları, rüzgâra uyarak nazlı nazlı sallanırken havayı leylak kokusuyla dalgalandırıyordu. Güneş, palmiye ağaçlarının yapraklarından süzülüp kumları ısıtıyordu. Her taraf pırıl pırıl yanıyordu. Çok değişik renkli çiçekler her tarafı kaplıyordu. Fyon’un günleri birbirinin eşiydi. Her geçen gün, bir öncekinden farklı değildi. Don, zaman zaman Fyon’un yalnız eğlence için yapılmış sentetik bir gezegen olduğunu unutuyordu. Fyon, başarılı bir yapıt sayılmazdı, çünkü Fyon’u yapanlar, bu kadar çaba harcarlarken toplumun zevklerini göz önüne almamışlardı. Görünüşe göre çok fazla su, çok az değişiklik vardı. Uzay gemileri çok ender olarak uğruyordu. Bunun için de çok az ziyaretçisi vardı. Fyon’un yağışlarını, rüzgârlarını ve denizdeki dalgaları yapan makineler, durdukları zaman daha masraflı olacakları için çalıştırılmıyordu. O sabah Don Haig, isteksiz bir tavırla uyandı. Ayak bileklerinde ve dirseklerinde sancı vardı. Kadife gibi yumuşak kum, omuzunu acıtıyordu. Göğsünde ve karnında ağrılar vardı. Geçirdiği gün, cevap vermek zorunda kalmak istemediği bir soruydu. İnleyerek yan tarafına döndü ve tekrar uyumaya çalıştı. Fakat üşümüştü ve titriyordu. Hatta, tenine dokunan ılık kumlar bile vücuduna soğuk geliyordu. Nihayet, yattığı yerden doğruldu. Başının üstünde çatı gibi duran oluklu saç levhaya başını çarpmamaya çalıştı. Esnedi, titredi, yine esnedi. Bir kadeh içki olsa, bütün ağrılarının geçeceğini biliyordu. Fakat haftalardan beri ağzına içki koymamıştı. Gözlerini kırpıştırıp, güneşin ışıklarına ayarladı ve ininden sürünerek çıktı. Gün oldukça ilerlemişti. Palmiye ağaçlarının gölgesine bakılacak olursa, öğleye yakın olmalıydı. Zakkum ağaçlarından birinde bir kuş tiz çığlıklar atmaya başladı. Don, dudaklarını yaladı ve titredi. Keşke kendisi de bir kuş olup palmiye ağaçlarının üstünde uçsaydı. Ağır ağır soyunmaya başladı. Kolsuz fanilasını ve beyaz pantolonunu kumların üstüne muntazam olarak serdi. İncecik, sıska vücudundan utanacağı kimse yoktu. Dalgaların kaynaştığı suya girdi. Suyun serinliğinin ayak bileklerindeki sancıyı arttırmamasını umuyordu. Denizden çıktığı zaman kendisini çok daha iyi hissetti. Elbiselerini yerden aldı ve sıcak kumların üzerinde, belirli bir yere kadar çıplak olarak yürüdü. Sonra döndü ve karaya doğru ilerledi. Elli metre kadar yürüdükten sonra taze bir su kaynağına geldi. Buz gibi su kaynaktan çıkıyor ve ağaçların altına doğru akıyordu. Don Haig, kana kana içti. Soğuk suyu avuç avuç vücuduna çarparak denizin tuzlu suyunun vücudunda bıraktığı tuz tabakasını yıkadı. Güneş altında tuzla pişmek istemiyordu. Susuzluğunu gidermek için biraz daha içti. Birden midesi bulandı ve kustu. Midesinden sudan başka bir şey çıkmıyordu. Bulantısı geçtikten sonra kendisini daha iyi hissetti. Tekrar kumsala doğru yürüdü. Ilık rüzgâr vücudunu kurutunca giyindi. Acıkmış olduğunu hayretle hissetti. Yiyecek mi? Hayır, belki bir fincan sıcak kahve bulabilirdi. Tabiî, ondan sonra da içki isteyecekti. Tabiî, içki bulması kolay olmayacaktı. Dağınık, kahverengi saçlarını arkaya doğru yatırdı, kaşlarını çattı ve yüzüne ciddî bir ifade vermeye çalıştı. Fyon, toplum görevlerin dışında kalan bir yer olduğu için, Don, yiyip içtiklerinin parasını ödemek zorundaydı. Bu sabah kimden ödünç para isteyebilirdi? Kunitz’den mi? Geçen defa Kunitz’den borç istediği zaman, adam bağırmış çağırmış ve Allahın cezası bir sarhoş olduğunu haykıra haykıra söylemişti. Don, dirseğinin iç tarafındaki kırmızı doğum işaretine baktı ve bir kahkaha attı. Gerçekten de hayatta hiç bir işe yaramayan, serserinin biri olduğunu kabul ediyordu. Hatta, kendi kendisinin başına bile belâydı. Bir dakikalık tereddütten sonra plajda dolaşarak bir şeyler bulup bulamayacağını düşündü. Evvelce, kumsalda dolaşırken iki kere bazı şeyler bulmuştu. Bir keresinde çok güzel, pembe renkli bir istiridye kabuğu bulmuştu. Çok ender rastlanan bu kabuğu turistin birine ucuz fiyatla satmıştı. Bir keresinde de düşürülmüş, değerli bir kol saati bulmuştu. Ayaklarını sürüyerek kumsalda dolaşmaya başladı. Bir bahçenin önünden geçerken, robot bahçıvanın, bahçedeki ayrık otlarını temizlediğini gördü. Robotu parçalayıp, hassas makinelerini satmayı düşündü. Faydasız olacaktı, çünkü, sonunda hapsedilir, psikoterapi uygulanır ve mutlu olduğu telkin edilerek serbest bırakıldı. Geri dönmeye karar verinceye kadar yarım daire şeklinde uzanan kumsalda ağır ağır bir buçuk kilometre kadar yürüdü. Nihayet, yine Kunitz’ten mi para istemek zorunda kalacaktı? Bir zamanlar Kunitz’in kendisini sevdiğini biliyordu. Don, para istemek için Kunitz’ten başka birinin bulunmasını temenni ediyordu. Uzun dalgalar pembe kumların üzerine hışımla çıktı, sonra peşinde inci tanelerini andıran küçük küçük köpükler bırakarak hışırtıyla çekildi. Don, manzaranın güzelliğine hayrandı, ama içki ihtiyacı daha ağır basıyordu. Birden karar vererek döndü ve Kunitz’in evine giden patikayı tutmak üzere bir adım attı. Sonra kaşlarını çatarak durdu. Denizin hemen yüzeyinde bir şey mi görmüştü? İçini çekerek gördüğü şeyin ne olduğunu anlamak üzere kıyıya yürüdü. Buluşunu daha sonra düşündüğü zaman, suya girerken paçalarını sıvamamış olduğunu ve dizlerine kadar ıslandığını hatırlardı. Gördüğünü zannettiği şeyin ne olduğunu anlayabilmesi için dalgaların tamamen çekilmesini beklemek zorundaydı. Dalgalar çekilince eğildi ve gördüğü şeyi parmaklarının ucuyla tuttu. Küçük ve yusyuvarlak olarak gördüğü şey yarısına kadar kuma gömülmüştü. Parmaklarıyla kumu eşeleyip onu çıkartırken bileği acıdı. Bulduğu şeyi kumların içinden çıkardı. Titreyen parmaklarıyla üstündeki kumları temizledi. Bu şey… bu şey.. . Bacakları titriyordu. Geri geri kumsala döndü ve birden kıç üstü oturdu. Daha kumları tamamen temizlemeden bulduğu şeyin ne olduğunu anlamıştı. Bebek, el büyüklüğünden fazla değildi. Altına benzeyen garip bir maddeden yapılmıştı. Parmaklarının altında hissettiği teni, canlıymış gibi serin serindi. Don, anlatılamayacak kadar büyük bir zevkle bulduğu bebeğe baktı, Bebek, hayatında gördüğü şeylerin en güzeliydi. Bebek, küçük, çıplak, güzel bir kadındı. Büyük bir sanat eseriydi. Çanlı bir vücutta bile böylesine düzgünlük tasavvur edilemezdi. Nefes alabilen, canlı bir kadında, böylesine güzel göğüsler ve kalçalar bulunamazdı. Büyük bir sevinçle bebeği avuçlarının içine aldı. Bebek kadının yüzünde üzüntülü bir anlatım ve yanaklarında minik gözyaşı tanecikleri vardı. Don, tereddüt etti. Nihayet, bu bebek kadını suların içinden çıkarmıştı. Göz yaşı sandığı damlacıkların su serpintileri olması mümkündü. Çok dikkatle hareket ederek gömleğinin ucunu pantolonundan çıkardı ve bebek kadının yanaklarındaki damlacıkları kuruladı. Gömleğinin ucunu çektiği zaman gözyaşlarının tekrar belirdiğini hayretle gördü.
Margaret St. Clair – Uzaydan Gelen Ajan
PDF Kitap İndir |