Margaret Weis & Tracy Hickman – Ejderha Mızrağı Destanı #3 İlkbahar Şafağı Ejderhaları

Aa, baksana Berem. Burada bir paƟka var… Ne garip. Bunca zamandır bu ormanlarda avlanırız böyle bir patika hiç görmemiştik.” “Bunun garip bir taraķ yok. Yangınla çalılar çırpılar yanmış, hepsi bu. Büyük bir ihƟmalle hayvanların açtığı bir patikadır sadece.” “Haydi, paƟkayı izleyelim. Eğer hayvanların açƨğı bir yolsa belki bir geyik buluruz. Bütün gün avlandığımız belli bile değil. Eve eli boş dönmekten nefret ediyorum.” Daha cevabımı beklemeden yola doğru dönüyor. Omuzlarımı silkerek onu izliyorum. Bugün kırlarda olmak hoş –kışın acı soğuğundan sonraki ilk ılık gün. Güneş boynuma ve omuzlanma ılık ılık vuruyor. Ateşin kasıp kavurduğu ormanda yürümek kolay.


Ayağınıza takılacak sarmaşık yok. Üstünüzü başınızı yırtacak çalı çırpı da yok. Yıldırım, büyük bir ihtimalle geçen güzki fırtınadan. Ama uzun süre yürüdük ve sonunda yorulmaya başladım. Yanılmışƨ – bu hayvanların açƨğı bir yol değildi. Bu insan eliyle yapılmış bir paƟkaydı ve çok da eskiydi. Avlayacak hayvan bulacağımız yok gibiydi. Günün geri kalan zamanından bir farkı yok. Yangın, ardından zorlu bir kış. Hayvanlar ya ölmüş, ya kaçmış. Bu gece taze et olmayacak. Biraz daha yürüyüş. Güneş gökyüzünde yükseldi. Yoruldum acıkƨm. Bir canlıya ait bir iz bile yok.

“Haydi geri dönelim hemşire. Burada bir şey yok…” İçini çekerek duruyor. O da sıcaktan bunalmış, yorulmuş, cesareƟ kırılmış, belli. Çok da zayıf. Çok çalışıyor; hem kadın işlerini yapıyor, hem de erkek. Evde olması, taliplerinden vaadler dinlemesi gerekirken kırlarda avlanıyor. Bence çok güzel. Herkes birbirimize benzediğimizi söylüyor, ama onların yanıldıklarını biliyorum. Sadece birbirimize çok yakınız – diğer delikanlılar ve onların kız kardeşlerinden birbirimize daha yakınız. Ama yakın da olmak zorundaydık. Yaşamımız o kadar zorlu oldu ki… “Galiba haklısın Berem. Hiçbir iz görmedim… Dur ağabey… İleri bak. O da ne?” Parlak, pırıl pırıl bir ışılƨ görüyorum, gün ışığında dans eden milyonlarca renk – sanki Krynn’deki bütün mücevherler bir sepette toplanmış gibi. Gözleri açılıyor. “Belki de gökkuşağının kapılarıdır!” Hıh! Tam aptalca bir kız düşüncesi.

Gülüyorum ama kendimi ileri koşarken buluyorum. Ona yeƟşmek zor. Ben daha büyük ve güçlü olduğum halde, o bir ceylan gibi kaçıyor. Ormanın ortasında bir açıklığa geliyoruz. Yıldırım bu ormana çarpmışsa, düştüğü yer de burası olmalı. Etraķndaki toprak kavrulmuş, mahvolmuştu. Bir zamanlar burada bir bina varmış, fark ediyorum. Çürüyen eƩen dışarı çıkan kırık kemikler gibi, kararmış topraktan dışarı uğramış yıkınƨ halinde, kırık dökük sütunlar var. Bu yere bunalƨcı bir his hakim. Hiçbir şey yeƟşmiyor burada, ya da en azından birkaç bahardır yetişmemiş. Gitmek istiyorum ama gidemiyorum… Önümde bütün hayaƨm boyunca, bütün rüyalarımda görmediğim kadar güzel, harika bir görüntü var… Ziynetlerle kaplanmış taştan bir sütun! Değerli taşlardan hiç anlamam ama bunların inanılmayacak kadar değerli olduklarını biliyorum! Bedenim Ɵtremeye başlıyor. Aceleyle ilerleyerek ateşle kavrulmuş taşın yanında diz çöküyorum ve üzerindeki tozu toprağı kenara süpürüyorum. O da benim yanıma diz çöküyor. “Berem! Ne kadar güzel! Hiç böyle bir şey görmüş müydün? Bu kadar korkunç bir yerde, böylesine güzel ziynetler.” Etraķna bakıyor, Ɵtrediğini hissediyorum.

Acaba neydi bu? O kadar heybetli bir hissi var ki, kutsal bir his. Ama kötü bir his de aynı zamanda. Belli ki Afet’ten önce bir tapınakmış. Kötü tanrıların bir tapınağı… “Berem! Ne yapıyorsun?” Avcı bıçağını çıkartarak, taştaki ziynetlerden birini çıkartmaya başladım: Parlak yeşil bir taşı. Yumruğum büyüklüğünde ve yeşil yapraklar üzerinde parlayan güneşten daha parlakƨ. Etrafındaki taş, bıçağımın ucunda çabucak parçalanıyordu. “Kes şunu Berem!” Sesi Ɵzdi. “Bu…bu saygısızlık! Burası tanrının birinin kutsal yeri! Bunu biliyorum!” Kıymetli taşın soğuk kristalini hissedebiliyorum, yine de içten gelen yeşil bir ateşle yanıyor! Onun karşı koymalarını duymamazlığa geliyorum. “Hıh! Daha önce gökkuşağının kapıları olduğunu söylemişƟn! Haklısın! Hazinemizi bulduk, hep böyle derler ya. Eğer burası tanrıların kutsal mekânıydıysa, yıllar önce burayı terk etmiş olmalılar. Etraķna bak, yıkınƨdan başka bir şey yok! Eğer burayı isƟyor idiyseler, buraya bakmaları gerekirdi. Bu ziynetlerin birkaçını alırsam tanrılar umursamaz… ” “Berem!” Sesinde telaş var! Gerçekten de korktu! Aptal kız. Beni rahatsız etmeye başladı. Kıymetli taş hemen hemen yerinden kurtuldu. Oynatabiliyorum.

“Bak Jasla.” Heycandan Ɵtriyorum. Ancak konuşabiliyorum. “Elimizde hiçbir şey yoktu, şimdi ise… o yangın ve zorlu kıştan sonra. Bu ziynetler, bu sefil yerden taşınabilmemize yetecek kadar para geƟrir Gargath pazarından. Bir şehre gideriz, belki de Palanthas’a! Oradaki harikaları görmeyi hep istemişsindir… ” “Hayır! Berem, yapma! Kutsal bir şeye saygısızlık ediyorsun!” Sesi sert. Onu hiç böyle görmemişƟm! Bir an tereddüt ediyorum. Ziynetlerden oluşmuş gökkuşakh kırık taş sütundan uzaklaşıyorum. Ben de bu yer hakkında ürkütücü ve kötü bir şeyler hissetmeye başlıyorum. Fakat ziynetler öyle güzel ki! Daha onlara bakarken gün ışığında pırıldayıp kıvılcımlar saçıyorlar. Burada tanrı manrı yok. Hiçbir tanrı bunları umursamıyor. Hiçbir tanrı yokluklarını hissetmeyecek. Kırılmış ve ufalanan eski bir sütunun içine hapsolmuşlar. ZiyneƟ taştan bıçağım ile kımıldatmak için uzanıyorum.

O kadar zengin bir yeşili var ki; ağaçlardaki taze yapraklardan süzülüp parlayan bahar güneşi kadar parıl parıl parlıyor… “Berem! Dur!” Eli kolumu sıkı sıkı kavrıyor, ƨrnakları eƟme baƨyor. Canımı acıƨyor… kızmaya başladım ve kızdığımda olduğu gibi gözüm kararıyor, içimin daraldığını hissediyorum. Başım, sonunda gözlerim yuvalarından fırlayacaklarmış gibi zonkluyor. “Beni rahat bırak!” diye gürleyen bir ses duyuyorum… Kendi sesimdi! Onu ittiriyorum… Düşüyor… Her şey o kadar yavaş oluyor ki. Durmadan düşüyor. NiyeƟm bu değildi… onu tutmaya çalışıyorum… Ama kıpırdıyamıyorum. Kırık bir sütunun üzerine düşüyor. Kan… kan… “Jas!” diye ķsıldıyorum onu kollarıma alarak. Ama bana cevap vermiyor. Kan ziynetleri kaplıyor. Artık parlamıyorlar. Aynı onun gözleri gibi. Işık gitti… Sonra yer yarılıyor! Kararmış, kavrulmuş topraktan döne döne havaya doğru sütunlar yükseliyor! Büyük bir karanlık uğruyor dışarı ve bağrımda korkunç, yakıcı bir acı hissediyorum… “Berem!” Maquesta güvertenin ön tartında durmuş, hiddetle dümencisine bakıyordu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir