Panait Istrati – Mihail (Arkadaş)

Saat, sabahın dokuzuydu. Mahallenin yaşlı postacısı, sopasıyla sokak kapısına vurdu ve bağırdı: “Adrien Zograffi! “Bekleyin bir dakika, Gavrila Baba!” diye seslendi “Adrien; henüz giyinmedim.” “Vay canına!” diye aklı Adrien, anasının boynuna sarılıp öptü, sonra; “Surat asmıyorum anacığım. Kendimi savunuyorum ben…” Sonra postacıya döndü: “Düşünün bir kez, Gavrila Baba: Anam beni hemen evlendirmek istiyor! Bunu akıllıca buluyor musunuz?” Zoitza Ana, küplere bindi: “Gavrila Babaya durmadan evden kaçmanın ve her zaman dilenciler gibi dönmenin akıllıca bir iş olup olmadığını neden sormuyorsun?” Bunun üzerine yaşlı adam, çekiçle örs arasına parmak sokmamanın en uygun davranış olduğunu düşündü ve omuzlarını silkerek oradan uzaklaştı. Anayla biricik oğlu arasında acı veren, bir türlü iyileşmek bilmeyen eski bir anlaşmazlıktı bu. Adrien, her yoksul ananın evladından beklediğinin tersine, yaşamda “iyi bir yer” edinmek isteyen delikanlıların izlediği yola gitmekten içgüdüsel olarak kaçmıyordu. Hiç de yeteneksiz olmadığı, özenli ve hatta becerikli olduğu halde, yine de anasını öϐkelendiren, kendisini mahallelinin gözünde küçük düşüren bir kayıtsızlık göstermekteydi, çünkü bizim oğlandan daha hayırlı olmayan bu “mahalle” başkalarını çekiştirmekten çok hoşlanırdı. Adrien de, buna çanak tutmaktan geri durmazdı hani. Yiğitçe çıraklığa başladığı on iki yaşından bu yana, altı yıl içinde değiştirdiği işin haddi hesabı yoktu. Daha da kötüsü, sık sık kentten ayrılıyor -bunu yaparken ne anasının ne mahallelinin iznini alırdı-, aylarca sürtüyor ve bir gece ansızın, “dilenciler gibi” eve döndüğü öğreniliyordu. İşte o zaman da kötü diller açılırdı: “Haydudun teki bu çocuk! Anasının onu kaçamak peydahladığı nasıl da belli oluyor… Bu oğlan adam olmaz… Eh, Zoitza da bu haltı yemeseydi! Cezasını çeksin şimdi…” Adrien, hiç de haydut değildi. Anası onu, bütün kadınlar gibi, Tanrı’nın isteğiyle peydahlamıştı; her ne kadar Kilise tarafından kutsanmamış olsa da, o çocuktu. Geleceğiyle ilgili yorumlara, anasının çekeceği “cezaya” gelince; Tanrı buyruğundan önce mahalleli, zavallı dula acı gözyaşları döktüren yargılarda bulunuyordu; çünkü herkesten duya duya, sonunda, o da oğlunun gerçekten işe yaramaz haydudun biri olduğuna inanmıştı. Sonunda buna inandı, ama başkalarının yanında bunu kabul etmedi. Oğlu mu? “Tanrım”, derdi sık sık, “onun suçu ne? Onlarınkiler gibi içki içmez, dövüşmez, çalıp çırpmaz.


Hovarda da değildir. Okur. Aklı ϐikri kitaplardadır. Hepsi bu! Dik başlı olduğu, gömlek değiştirir gibi usta değiştirdiği, diyar diyar gezdiği doğru ama bundan kime ne? Acıyı çeken benim. Neden işimize karışıyorsunuz? Herkes, kendi gözündeki mertekle uğraşsın…” Gerçek sözler bunlar… Sıradan kadınların düşünceleri… Ama şu zavallı dünyada adalete, doğruluğa kim aldırış eder? O, haksızlığını alabildiğine yürütür; ancak bunlar, Adrien’i yolundan alıkoymuyordu. Hangi yolundan? Aslında, bunu belirlemek çok güç. “Çamaşırcı” Zoitza’nın oğlu, kendine belirli bir yol çizmemişti asla. Kendini yaşamın akışına bırakmış, kapıp koyuvermişti. Ibǚ rail’in bu ıssız kenar mahallesinde, insan ruhunun çölünde olduğu kadar yalnız, arkadaşsız, anlaşılmayan, kılavuzsuz bir şekilde, tutkuyla, tek başına acı çekiyor, tek başına seviniyordu. Ona göre kendine bir yol açmak, “yaşamda iyi bir yer edinmek”; sıradan, bayağı, hemen hemen saçma bir düşünce, herkesi uğraştıran, ama onun hiç ilgisini çekmeyen tuhaf bir kavgaydı! Bunu, anasına da söylüyordu: “Yaşamda iyi bir yer edinmek mi? Neden? Ensesi kalın bir işveren, bir tüccar olmak için mi yaşayacağım yani? Pek, yalnızca rahatlık ve para sıkıntısı çekmemek mi önemli olan? Bu zavallı insanlar ve sen, bütün yaşamımı, bütün günlerimi, bütün saatlerimi nasıl servet yapılacağını öğrenmeye harcamamı ve sonunda zengin olmamı isterdiniz. O zaman, beni daha çok sayardınız… Ama ben, bu saygınlığı istemediğimi söylüyorum sizlere ve zenginlik, hiç de umurumda değil… Bu varlıklı kişilerin yoksul yaşamlarını kendi gözlerimle görüyor; nasıl yaşadıklarını, neleri sevdiklerini, neye tutulduklarını biliyorum. Onlara hiç de imrenmiyorum! Dünyaları verseler, duygularımı onlarınkiyle değişmem. Inǚ san değil solucan onlar. Yaşamın büyüklüğünden haberleri bile yok…” Anası pek iyi anlamıyordu. Karşı çıkıyordu: “Bizim gibi yoksullar için, “Yaşamın büyüklüğü” ne demek oluyormuş? Benim yaptığım gibi, iki kuruş para ve bir lokma uğruna günde on beş saat ölesiye didinmenin “büyüklük” neresinde? Papazlar gibi durmadan okuyorsun da, bu okumalar sana ne kazandırıyor? Bakkal Elie imzasını zar zor atıyor, ama milyonları var.

Sen ondan daha iyisini yapsana; Ilǚ k önce, geleceği olmayan bir gündelikçi olmaktan kurtul, sonra istediğin kadar oku.” “Olmaz, anacığım!” diye bağırdı Adrien. “Inǚ san, aynı anda hem şeytana hem de Tanrı’ya kulluk edemez.” “Ama senin Tanrın hangisi? Vay başıma gelenler! Neye ulaşmak istiyorsun? Amacın nedir?” “Amacım yok. Karnımı doyurmak için pek az, kafamı, gönlümü doyurmak içinse çok şey isteyerek, kendi yasama göre yaşıyorum ben… “Peki, kafan, gönlün için ne istiyorsun?…” Burada, biraz duralım! Bitip tükenmez çatışmalar, hep burada dururdu. Ananın bu sorusu üzerine, oğul susup kalırdı. Çin setti gibi. Aşılmaz engel… Adrien, uzun süredir yaşamı nasıl anladığını açıklamaya çalışmıştı anasına: Edebiyatı ve güzel sanatları sevmek; dünya güzelliklerinden zevk almak, insanları ezenlerin arasında yer almamak; böylece de maddi açıdan gerekenle yetinmek; adalet ve kardeşlik içinde yaşamak; sevgili bir dostu çok sevmek; çevresine alabildiğince iyilik etmek… Ama… Yüreği sevgi dolu ve insancıl olmasına karşın, “bir lokma ve iki kuruş karşılığında günde on beş saat” didinen Zoitza Ana, bu işin böyle olmadığını deneyimlerine dayanarak biliyordu. Oğluna kederli kederli bakıyor, susuyordu. Bazen de şöyle diyordu; “Odžrdek yumurtalarının üstüne kuluçkaya yatmış tavuk gibiyim; yavrumu yüzme yerine dek izleyemiyorum!” Bu ördek yavrusunu, gönlünce oynadığı dupduru düşünce sularında izleyemiyordu. Karşılık olarak, alçakgönüllülükle kıyıda duruyor, çılgınca eğlenmekte olan bu tuhaf civcivinden gözünü ayırmıyordu; civcivi ise, bu çılgın eğlencelerden her zaman karnı aç dönerdi eve, çünkü bu ışıltılı sular karın doyurmazdı; hatta bazen de tuzluya otururdu her zaman yıkanmak. Oğlan ise, her zaman öten ve bulduğunu yiyen kuşlar gibi, bunun farkında bile değildi. Ama Gavrila Baha’nın “kuş”u, ne denli az şeyle yetinse bile, yiyecek bir şeyler bulamıyordu. O zaman, su oyunlarından hoşlanmayan anaç tavuk gücünü arttırarak, ikisi için toprağı eşeliyor ve dünyaya getirdiği şaşkın yavruyu besliyordu. Bu durum, insan ruhu konusunda acayip düşünceleri olan bu mahalleye göre tam bir rezalet demekti.

“Iyǚ i bir aile” çocuğunun -elinde zavallı bir diplomadan başka övünülecek şeyi olmasa bile- yirmi beş yaşına dek toplumun sırtından geçinmesini mahalleli çok doğal karşılar. “Ah, bizim istasyon şeϐinin oğlu, avukat olacak, göreceksiniz!” diyerek bundan sevinç duyar; efendilerinin sağlıklarına kadeh kaldırıp şampanya içtiğini gördüklerinde, neşeyle coşan ve “yaşa, varol!” diye bağıran seçmenler gibi, yoksulluk üstüne kurulmuş mutluluktan sarhoş olur. Ama bir kulübede doğmak bahtsızlığına uğramış bir çocuğun öğrenme isteğiyle yanıp tutuşmasını ve bu çocuğun yazgısına başkaldırmasını mahalleli hiç de hoş karşılamaz: “Hey ne oluyor!… Bu, neden böbürlenip duruyor böyle? Ne bildiğini sanıyor ki! Bunun da ötekilerden hiç farkı yok!” der. Adrien, böbürlenmiyordu ama, kenar mahalle halkına göre kaçmaya kalkışmayı denemek, böbürlenmek demekti, hatta ondan daha beterdi. O, kendi kendine; “Evet ya, sizlerden daha çok şey anladığımı savunuyorum ben. Udžstelik de, sizin avukat adayınızdan daha değerliyim!” derdi. Biraz önce pastacının önünde geçirdiği sarsıntı Adrien’i çok etkilemişti. Odasına döndü ve durumunu yeniden gözden geçirdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir